Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '07

 
Kategori
Anılar
 

Sinekler

Sinekler
 

- I -

İki üç arkadaşla beraber, işyerimizin olduğu Avrupa yakasına, vapurla geçiyorduk... Her sabah Kadıköy iskelesinde buluşup, vapura biner, yoldan aldığımız börekler, simitler açılır, tavşan kanı çaylar söylenirdi. İstanbulun kendine has manzarası ve vapuru takip eden martılar eşliğinde kahvaltı yapardık.

Tarihi eser sayılan, dışı ve içi harika figürlerle bezenmiş, epey eski olmasına rağmen, heybetinden hiçbirşey kaybetmemiş, bir apartmandaydı şirketimiz. Aslında bu günkü apartmanları, çirkin, özensiz yapıları düşününce, adı Ankara Palas olan bu harika yapıya apartman demek haksızlık olur.

Han kapısına benzettiğim, oymalı, büyük bir giriş kapısı ve etrafı tel örgüyle çevrilmiş inip çıkarken içi gözüken, eski bir asansörü vardı. Sonradan yapılmış olduğu belli olan bu asansör, binanın ruhuna uygun motifler içeren ferforjelerle süslenmişti. Evet, ruhu olan bir binaydı gerçekten.

Şimdilerde kullandığımız bir çok eşyanın, insan eli değmeden üretilirken, eski eşyaların "el emeği, göz nuru" deyimini hak eden izleri taşıması beni heycanlandırıyor. Onu yapan kişiyi, ne kadar emek harcadığını, yaparken neler düşündüğünü, merak ediyorum. Kimlerin kullandığını, hangi hayatlara girip, hangi hatıraları canlandırdığını düşünmek, belkide hayal etmek, en büyük zevklerimden biri.

Bir gün şirkette, yeni bir yapılanmaya gidildiği, değişik bir kaç iş koluna daha gireleceği açıklandı. Büyüyen şirketimizdeki personel sayısı artacak, bulunduğumuz yere sığmayacaktık. Şirket başka bir yere taşınmak zorundaydı. İki ay kadar kısa bir sürede taşınmıştık. Ankara Palası terketmek benden başka herkesi sevindirmişti. Çünkü yeni işyerimiz, büyük bir ticaret merkezinde, modern ve lüks bir ortamdı. Çok geniş bir alanda panolarla ayrılmış, bir sürü odacıkları olan, mobilyalarından bilgisayarlarına kadar, son derece modern hazırlanmış, lüks bir ofisti.

Ama bana göre Ankara Palasın sıcaklığı yoktu. Tavandaki yüzlerce beyaz floresandan oluşan aydınlatma, buzdolabını açınca yanan, o soğuk ışığa benziyordu.. Ankara Palasta yürüdükçe zeminden çıkan sıcacık ahşap sesi, yerini plastik bir yer döşemesinin, sinir bozucu gıcırtısına bırakmıştı. En kötüsüde, öğlen yemeklerinde Taksime çıkamıyacaktık . Öğlen yemekleri artık, hastahaneyi andıran yeni yemekhanemizde yenilecekti.

Benim gibi düşünen sadece bir kişi vardı. İsmi Özge olan bu kız, Ankara Palasta çok az bir sure çalışmasına rağmen, “eski yerimiz daha güzeldi” dediğini duymuştum. Heycanla “bravo” diye bağırdım. Biraz fazla bağırmış olduğumu, yemekhaneye orman kokusu yayan yeşil gözlerini açarak, şaşkın bir ifadeyle bana bakınca anladım. Bir anda oluşan, tüm dikkatlerin üzerime yoğunlaştığı öldürücü sessizlikten, gene onun gülmesi sayesinde kurtuldum. Dikkatlerin üzerimden dağılıp, herkesin normale dönmesine rağmen, onun hala gülümsediğini görüyor, bende ona gülüyordum. Yemekhanenin uğultulu kalabalığından bir an sıyrılmış, başbaşa kalmıştık sanki.

Özge işe başlıyalı, yaklaşık bir ay olmuştu. Daha deneme süresi içindeydi. İlk o gün farketmiştim onu. Farkedilmesi çok kolay olan gözlerinden çok, gülümseyişindeki ifadeye takılmıştım. Dozu çok iyi ayarlanmış şımarıklığı, kendine olan güvenini, etkileyici bir şekilde hissettiriyordu. Araya aşılması zor bir mesafe koyarken, sıcaklığını uzaktan uzağa, insanın içine işliyordu..

O günden sonra Özgeyle iyi anlaşmaya başlamıştık. Artık yemeğe çıkarken birbirimizi arar olmuştuk. Bir oyun oynuyorduk sanki. Her fırsatta birbirimize takılıp, kızdırmaktı oyunun amacı. Birbirimizin açıklarını arayan, en ince ayrıntıları didikleyen gözlerimiz vardı. İkimizde bu oyundan zevk alıyor, zekice düşünülmüş ayrıntılardan etkileniyorduk.

Bir gün serviste benim çok sevdiğim bir kitabı okuduğunu gördüm. Evet, vapur sefalarımız bitmiş, artık servisimiz vardı. İşkence halini alan köprü trafiğinden dolayı pek kullanmadığım servise, onunla beraber olabilmek için zaman zaman biniyordum.

“Ben o kitabı çok severim, iki, üç defa okumuşumdur heralde ” dedim.

“Bir kerede anlamadın mı?” dedikten sonra, bu salak espriden dolayı duyacağım hayal kırıklığını aradı yüzümde. Yüzümdeki ifadenin mimarı olarak, istediği ya da hayal ettiği ifadeyi yakalamanın gururunu çok keyifli yaşardı.

O şaşkın ifadeyi görür görmez “şaka, bende daha önce okumuştum bu kitabı, akşam kitapları karıştırırken görünce, bir daha okumak istedim” dedi. İlk anda yaşadığım hayal kırıklığını tamir eden, tatlı bir tebessüm vardı dudaklarının kenarında.

Kitap , Cemal Süreyanın “on üç günün mektupları” isimli kitabıydı. Tekrar kitabına geri dönmesini bekleyerek sessiz kaldıktan sonra; kitabına döner dönmez “ mektuplar ne kadar içten yazılmış değil mi ? sanki yazan kişinin sesini duyuyorsun okurken” dedim.

“Gerçekten öyle” diyerek başını kitaptan kaldırdı. Sessiz kalmıştım, tekrar kitaba geri dönmesini bekliyordum, Bir müddet devamını getireceğimi düşünerek beklemiş, sonra kitabına geri dönmüştü. Kitabına geri döner dönmez, “sendemi orjinal el yazıyla yazılmış tarafından okuyorsun ?” dedim.

Bu sefer gülerek kaldırdı kafasını kitaptan. Sonra kitabını çantasına koyup “ anlaşıldı sen okutmayacaksın kitabı bana” dedi.

Trafiğin en yoğun olduğu günler bile, onun ineceği yere bir anda geliyorduk sanki, onunla birlikte olduğumda, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum.

Hani hiç birşey saklayamadığımız, saklamaya çalıştıkça kendimizi daha çok ele verdiğimiz kişiler vardır ya; işte öylesine tedirgin eden bakışları vardı. Ama o tedirginliği yüzündeki çekici saflığında eritip, teslimiyet duygusuna cazibe kazandırıyordu.

Özgeyle olan yakınlığımız gün geçtikçe artmaya başlamıştı. Ortak zevlerimiz sayesinde, paylaştığımız zamanlar çoğalıyor, birlikte zaman geçirmenin önemi, her geçen gün artıyordu. Hafta sonlarını da beraber geçirmeye başladığımız zaman, bu çok keyifli arkadaşlık, aşkla ödüllendirilmişti.

Şirkete gün ışığını görebileceğiniz tek yer, sadece yemekhanede olan pencerelerdi. Yemekhanenin arkasındaki yangın çıkış kapısı, arka bahçeye açılıyordu. Klima motorlarının olduğu, gürültülü, ama önü çimen ve ağaçlık olan bir bahçeydi..Bir saatlik öğle tatilinde, acele ile yemeklerimizi yer, gözlerden uzak olan bu arka bahçeye kaçardık.. Beraber çimenlere oturup başbaşa kaldığımız bu öğle tatili için, işe gelmek zorunluluktan çıkıp, zevk olmuştu..

Yaz başı olmasına rağmen, epey sinek oluyordu bu bahçede... Sonbaharda güzel olur burası diye konuşurduk “hem bu kadarda sinek olmaz” diye. Ama sonbahara yetişemedi ilişkimiz. Hızlı hızlı yediğimiz öğlen yemekleri gibi, ilişkimizide aynı hızla yaşayıp sonuna geldik. İlişkileri sabırla, özenle eskiterek, yavaşlığın güzelliğini çok sonra keşfedicektik.

Aynı işyerinde yaşanan bu ilişki, gün geçtikçe zorluklarıda beraberinde getirdi. Devamlı birlikte olmanın vermiş olduğu mutluluğun yanında, kıskançlıklar, alınganlıklar, kavgalar başlamıştı..Aşkın bencil yüzü, ufak tartışmaları bile büyüterek, kendini göstermeye başlamıştı.

Küskün olduğumuz zamanlar, arka bahçeye tek başıma çıkardım. Yanlızlığımın sessizliğine inat, gürültüyle çalışan klima motorlarına söylenirdim.

“Durun artık yeter !”

İçerde, onu soğutan klimanın, gürültücü motorları bana hiç aldırmadan aynı gürültüyle çalışırdı. Birde sinekler. Çok sinek olurdu o günlerde, yada o yok diye, onunkilerde bana konuyordu.

- II -

Sadece hoyratça harcadığımız aşkı değil, arkadaşlığımızıda kaybetmiştik. Konuştuğumuz sonbahar gelmiş, .ince ince yağmur yağıyordu. Islanan yapraklar gözlerinin rengindeydi. Sinekler içeri kaçıyordu.

“Küçükken öldürmezdik, yakalar kibrit kutusunda biriktirirdik” dedi, yemekhane görevlimiz Nurettin efendi..

Büyümüştü Nurettin efendi artık.

O gün vasati kırk sinek öldü.

Sensizliğimin sinekleri öldü…

 
Toplam blog
: 21
: 549
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Yaş 35 /İyi dost, herkesin bir dostu olmalıdır en azından... Aldanmak, aldatılmak, yalan söylenme..