Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Sizin dünyanız kaç D?

Sizin dünyanız kaç D?
 

“Ne yani?” ..dedi genç, mühendis dostum..

“3D gözlük takmadan üç boyutlu mu görüyoruz biz şimdi çevremizi?”

Hafif bir şaşkınlıktan sonra nasıl bir multimedia bombardımanı altında yaşadığımızı hatırlayıp genç dostuma dilim döndüğünce konuyu anlatmaya çalıştım. Bir gözünü kapayıp etrafa bakmasını, sonra iki gözünü de açıp bu görüntüdeki derinliği tek gözle baktığı zamanki görüntünün derinliği ile karşılaştırmasını önerdim.

Pek çoğumuz 3 boyutlu görüntüyü, çağın ve yüksek teknolojinin bir icadı sanıyormuşuz demek ki. Halbuki biz taş devrinde bile üç boyutlu görüyorduk dünyayı. Teknoloji firmaları, içinde yaşadığımız ses ve görüntüyü (hatta koku vs) kayıt veya nakil ederek yeniden oluşturacak cihazlar yapıp bize satmaya çalışır. Bunu orijinaline ne kadar uygun yaparlarsa o kadar başarılı olurlar ve o kadar çok cihaz satıp para kazanırlar

Otuz yıl önce, bizim müzik seti dediğimiz aletlere İngilizlerin “hi-fi” dediğini fark edince bende bu jeton düşmüştü.. yani “high fidelity”.. yani “yüksek sadakat, aslına sadık, aslı gibi”.

EMI plak ve kayıt firmasının logosu gramofon dinleyen bir köpek, sloganı ise “sahibinin sesi - his master’s voice” idi.

Yüksek çözünürlük de buna benzer. Bizim doğal ortamımız dijital olmadığından algıladığımız görüntülerde bir “çözünürlük” parametresi yok ama görüntü kaliteleri kıyaslandığında sağlıklı bir gözün gördüğü görüntü bu günün en yüksek teknolojisinin sağladığı tv setindeki yüksek çözünürlükten daha kalitelidir.

Buna karşılık teknolojinin, getirdiği yenilikler ve üstünlükler de yok değildir, zoom (yakınlaştırma) tekrar oynatma, yavaş oynatma gibi. Geçen yıl bir mekanda masaların üstünde çalınan davulun yüzlerce watt gücünde hoparlörlerin sesi yanında nasıl cılız kaldığına şahit olduğumda teknolojiye bir kez daha saygı duymuştum. Ama, yine de ses veya görüntünün aslı ve orijinali her şeydir. Onsuz teknoloji hiçbir işe yaramaz, eli kolu bağlı ve acizdir.

Aslında kuşatılmışlık elektronik ve multimedyadan ibaret değil.. Çevremiz tamamen ve öylesine sarılmış durumda ki, enformasyon çağında yeni bir ortaçağa giriyoruz sanki. Bilgiyi yaymak, bilgiye ulaşmak çok kolay olunca bunu en iyi yapanlar biz olmuyoruz, yani sıradan bireyler olmuyor, imkanları elinde bulunduranlar ve bu imkanlardan nasıl para kazanılacağını bilenler oluyor.

Öyle bir reklam bombardımanı altında yaşıyoruz ve bu bombardıman bize öylesine haklı, doğru ve bilimselmiş gibi empoze ediliyor ki, sorgulanmasını bile ayıp sanıyoruz, inanmayanlar neredeyse ayıplanıyor, “bu doğru değil” diyemiyor. Gerçekler alt üst ediliyor, alternatif olarak hurafeye dayalı sahte ve kolaycı çözümler, rant ve kar amaçlı ürünler makbul hale geliyor.

Bilimin yüz yıllara, bin yıllara dayanan birikimi yok sayılıyor, bilimsellik bile kuşku perdesine büründürülüyor. Kimya ve kimyasal lafı tüylerimizi diken diken ediyor, kimyasal deyince aklımıza hemen asitler veya kanser yapıcı maddeler geliyor. Pera kazanma güdüsü gözünü köreltmiş pek çok firma ve kişinin yıllardır gerçekleştirdiği kötülükler kimya bilimine ihale ediliyor, bu yolla sınırsız başka rant kapılarının kullanıma sunulduğunun farkına dahi varamıyoruz Bilimsellik rafa kaldırılırken sahte veya abartılı doğallık ve bitkisellik akımları bir çoğumuzu esir alıyor, “doğal olan iyidir, işlenmiş, aşamadan geçirilmiş olan kötüdür” klişesi beyinlere işleniyor, bunun sonucu olarak etkisi ve faydası meçhul binlerce ürün, reklam kuşaklarını ve market rafları dolduruyor.

En son kulağıma çarpan zayıflatıcı bir ürün reklamında ürünün eczanelerde satıldığını beyan ediliyor ama son olarak ve üzerine basarak vurgulanıyor “BU BİR İLAÇ DEĞİLDİR”.

Bu, tıp ve ecza bilimlerine, genel olarak da bilime karşı bir yargı değil de nedir? Doğallık adına tüm bunlar yapılırken, su içme, nefes alma tarzımız ve alışkanlıklarımız dahi sorgulanıyor, bunları “tamamen doğal yaptığımız halde” doğru yapmadığımız, doğrusunu bizim bilmediğimiz; doğrusunu falanca kurs veya kitap ile bize gösterileceği empoze ediliyor.

Çok su için, su içmek için susamayı beklemeyin, günde 8 – 10 bardak su için ve yanınızdan pet şişeyi eksik etmeyin. Tuvalete gitmekten çekinmeyin, ne kadar sık tuvalete giderseniz o kadar iyidir, toksinlerden kurtulursunuz. Çok su içmek cildinize yarar sağlar, onu parlak yapar”

Bu tür global kampanyalar sonucu Dünya şişelenmiş su tüketimi 1998 ile 2003 yılları arasında 87 milyar litre’den 143 milyar litreye çıktı. (En büyük satıcı Nestle) * 2004 ile 2009 arasında Türkiye nüfusu yaklaşık yüzde 9,5 oranında artmışken, aynı sürede paketlenmiş su tüketimi yüzde 33 arttı ve 7 milyar litreye ulaştı. **

Siz nefes almayı bilmiyorsunuz. Biliyordunuz ama unuttunuz, diyaframdan nefes almak lazım. Bunu öğrenmek için de falanca kurslara gidip filanca eğitimi almanız lazım.

Alternatif tıp, organik beslenme, Reiki, kuantumculk vs. vs. Pek çoğumuz bu hurafelere itibar etmesek dahi güvende olduğumuz anlamına gelmiyor bu. Öyle bir toz duman ortamda yaşıyoruz ki ulaştığımız ve bize ulaşan bilgilerin doğru olup olmadığını test etmek için sağduyumuz dışında güvenebileceğimiz hiçbir ölçüt yok ne yazık ki.

Bilgi yaymanın ve bilgiye ulaşılmasının kolaylaşması, sanılanın aksine toplumun bilgi ve kültür düzeyini arttırmadı. Daha kötüsü gidişat da olumlu yönde değil.

* İTO Etüt ve araştırma servisi, İçme Suyu Sektör Profili http://www.ito.org.tr/Dokuman/Sektor/1-44.pdf

** Damacana su Pazar Analizi ve Dağıtım Ağı Tasarımı – Endüstri Mühendisliği Dergisi C18 S3 Sf2-12 http://www.docstoc.com/docs/532091/damacana-su-pazar-analizi-ve-dagitim-agi-tasarimi

 
Toplam blog
: 130
: 2132
Kayıt tarihi
: 28.06.06
 
 

İnsanın kendini anlatması zor, gereksiz de! Yaptığı işlere bakmak yeter, ne gerek var fazla i..