Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '12

 
Kategori
Öykü
 

Soytarı

Soytarı
 

EN KEDERLİLERİMİZ EN NEŞELİ GÖRÜNENLERİMİZ ASLINDA


Kral’ın soyatrısı! Pek küçümseyici bakışlara hedef olan bir kelimeyi, başka bir kelime böylesi şatafatlı hale nasıl büründürebilirdi! Nerelerden bulurdu o gücü! Gerçi, sarayda, başına kral eklenen her lafın, aniden safir taşlarla bezeli mücevherler gibi ışıldadığı su götürmez bir gerçekti. Kral’ın heybeti, serveti, gücü kadar ismi de, elmas bir anahtardı tüm sihirli kapıları ardına kadar açan.

Soytarı genç bir kızdı. Lakin bir tek, ona sanatının bütün inceliklerini öğreten ustası bilirdi sırrını. Saraydaki şanının alıp yürümesinin en büyük sebebi, her dertlendiğinde onu yanında isteyen kralın yüzünde nadir görülebilen gülümsemelerdi. Kız uzun saçlarını bir külahın altına saklayıp, hep erkek kıyafetleriyle etrafta dolaştığından, yeni yetme bir oğlan sanırlardı onu. Krala yakınlığını çekemeyenlerle, saraydaki türlü çeşit dalavereyle uğraştığı yetmezmiş gibi, bir de onu yakışıklı bir delikanlı zannedip, gün boyu peşinde koşturan saray kızlarının cilvelerine muhatap olmasına rağmen, mutluydu yine de. Tek özlediği, köyünün tan vakitlerindeki hafif sisli dağlarında salınan nar çiçeği kırmızısı yabani çiçeklerdi.

Gözleri ilk kez o renkle buluştuğundandı belki en çok nar çiçeği kırmızısını sevmesi. Daha bebekken, annesinin kucağında pencereden dışarıya bakmıştı da, önce uçuk mavi parlak gökyüzünü görmüş, sonra bulutların ona pek komik gelen biçimlerini seçmişti. Ağaçlara da bakmıştı, füme sislere de. Ve o sislerin içinden heybetlice yükselen dağlara, dağlardaki, o mevsim açma vakitleri olan yabani çiçeklere takılmıştı gözleri. Tabiatın bağrına yaslanma vaktiydi çiçekler için. Ne maviler, ne yeşilin hercaisi, ne de beyaz masumiyet. Sadece yabani çiçeklerin rengi büyülemişti bebeği. Büyüdüğünde de, elbiselerini hep o tonlardan seçmiş, kendini onlara benzetmeyi hep sevmişti.

Şimdi bu sarayda, onlarca farklı pencereden bakıyordu da dağlara, o çiçekleri de, nar çiçeği kırmızısının neşeli halini de göremiyordu. Çocuklu, çiçekler, renkler hatta dağlar bile uzaklardaydı artık. Alışıktı gözleri, özlemi ondandı. Belki de özlemek, alışkanlıkların bir sonucuydu. Alışkanlıklar bağlanmanın, bağlanmak sadakatin, sadakat özverinin. İnsanoğlunun bütün duyguları, bir başka duygunun içine sığınmış gibiydi. İç içe geçmiş minik kutulardı onlar, gizemliydiler.

Ona, sade, huzurlu hayatını, ailesini terkettiren o sızı, yüreğini yakıp durmuştu aylarca. Bir ad koyamamış, manalandıramamıştı bu hissi. Ama öyle çok alışmıştı ki o yabancı sızıya, bir an duyumsamasa, kendini garip hisseder olmuştu. Sanki o sızı ayrılsa bedeninden, yapayalnız kalacaktı. Hem büyük bir acı, hem muhteşem bir güç buluyordu bu duyguda. Her şeyi göze alabilecek bir cesarete kavuşmuştu genç kız. Ve her şeyi göze alabildiği için de, şimdi bu saraydaydı.

      Tarifi yoktu sızısının. Hiç yorulmaksızın tüm vücudunda dolaşır, kanına kadar karışırdı. Zihnini, ruhunu, cismini esir ederdi kendine. Her şeyi yaptırır, her yere götürür, her sözü söyletirdi. Korkuyu silerken gözlerinden, dimağını dinmez endişelere boğardı. Sonsuz bir şefkati her an yeniden akıtırdı kalbine. Bazı gün fazlasıyla bencillik verir avuçlarına, bazı gün hapsini geri alıp giderdi. Ummadığı vakitlerde, saç diplerinde hissettiği kıskançlık yavaşça silinir, yerini affetmenin yüceliğine bırakırdı, hemen yanında kabullenmenin rehavetiyle beraber. Kimi kez, yüreğini binlerce küçük hançer yarasıyla usul usul kanatır, kimi zaman, hasretin yaralı figanlarıyla, gırtlağını sessiz iniltilere yar eylerdi.

Hiç sebepsiz mesut saatler de sunardı genç kıza, acılarla gezindiği günler de sererdi önüne. Bir sabah erkenden uyanır, güneşin mahmur ışıklarıyla binbir umut yakalarken gönlünde, aynı sabahın akşamında, aynı güneş elveda dediğinde, bütün gün birlikte olduğu çimen rengi umutları, umutsuz bir aşkın peşinde sürüklenen, uzun tülden eteklere takılıp giderlerdi.Güçler de, güçsüzlükler de, hepsi birarada o sızın avuçlarındaydı. Canının istediği gibi kullanıyordu onları. Bir çocuğun oyuncaklarıyla oynadığı anlardaki zevkle oynuyorduherbiriyle teker teker. Öyle keyifli hale geliyordu ki bu oyun bazı zamanlarda, sızı kendi acılarını bile unutuyordu.

Son günlerdeki en büyük meşguliyeti, kralın soytarısının kalbine akıttığı çaresiz damlalardı. Sanki sızının ondaki yansıması başkalarından daha fazlaydı. Soytarının acısını kabullenişi cesurdu ve özgür, her şeyden bağımsız.Arada bir soytarı saklı gözyaşları dökerdi. Yalnızca sızı görürdü onları çünkü o hep yakındı soytarıya. En yakınında, yüreğindeydi. Sızı kralın soytarısının yüreğinde, kendini başka hiç bir yerde olmadığı kadar sonsuz hissederdi, arınmış, güvenli, sıcak bir durakta beklermişcesine. Soytarı ve sızısı, ruhları yanyana, bakışları tanımadıkları ufuklarda, nereye varacaklarını kestiremedikleri upuzun bir yolda yürüyorlardı.

Kral’ın soytarısı, yabani çiçeklerin arasında, kralın yumuşak griliğiyle ilk karşılaştığından beri bu haldeydi...
 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..