Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '09

 
Kategori
Dünya
 

Tanrı olmasaydı...

Tanrı olmasaydı...
 

“Tanrı olmasaydı, bir tane yaratmak zorunda kalacaktık.” (Voltaire)

Ne demek şimdi bu? Ne söylüyor Voltaire bize? Tanrı var mı, yok mu? Olmasaydı, bir tane yaratmak zorunda kalacağımıza göre var olduğu söylenebilir mi? Ya da olmasaydı dediğine göre, tanrının var olduğunu mu söylüyor bize? Eğer bir tanrı varsa, neden insanlar onu inkar etme yoluna gidiyorlar? Eğer bir tanrı yoksa, neden ille de varlığını kanıtlamaya çalışıyorlar, ya da inkar edenleri neden tarih boyu cezalandırmışlar?

Tanrıya inancı tam olanlar(!) tanrıdan söz ederlerken neden iktidar partisi ileri gelenlerinin korumasıymış gibi davranırlar? “Bi dakka.. sakalsız giremezsin tanrının evine!” Abdestin yoksa abdesthane şu terafta! Taraf yerine teraf demek genlerine işlemiştir bunların. Futbol takımı taraftarlarından bu şekilde ayırırlar kendilerini. Teraftardır bunlar.

Tanrıya inancı tam (!) olan başkaları, bunlara sempatiyle bakarlar. Tıpkı, parti merkezine bir iş halletmeye gelenlerin kapıda sevimli tavırlar takınmaları gibi, en sevimli hallerini takınırlar bunları dinlemeye gittiklerinde...

Dillerinden tanrı sözünü düşürmeyen kadınlar ise, tanrıya olan bu sevgilerini bir tür üniforma giyerek dile getirirler.Tesettür farz, türban takmak sünnettir. Neden türbanın altına dar blucinler ve pensli bluzlar giyilir? Bu durumda, sünnet, farzın önüne geçmiş olmuyor mu?! Ancak, bu tarz giyinmek modern dindarlığın(!) bir ölçüsüdür. Eğer bu kadar modern olmak, sahipleri (!) tarafından hoş karşılanmıyorsa, yerleri de süpüren, böylece “temizlik imandan gelir” özdeyişinin de hakkını vererek sokakların da temizliğini sağlayan türden giysiler giyilir.

Voltaire, Hırıstiyan dünyasına mensup bir düşünürdür. Fransa’da, Aydınlanma döneminin öncülerinden olmuştur. En çok aklımda kalan sözü de şudur: “İlkel toplumların dışında kalan toplumları yönetenler, kitaplardır.” Güzel bir söz, ama bunu söyleyen Voltaire de olsa, şu “yönetme” sözünü eleştireceğim. İlkel toplumlar yönetilmez, güdülürler!

Yönetmek, kötü bir şey değildir. Örneğin bir orkestra şefi, yani bir maestro, orkestrayı yönetir. Orkestra şefi olmayan, bir orkestra görmedim hiç. Bir halayda başı çeken vardır, davullar vurdukça, halay başı elindeki mendili sallar, coşar, halaydakileri çekip çevirir, coşturur.. Neresi kötü böyle yönetmenin?

Ülkeleri yönetenler, daha doğrusu yönetemeyenler nerede yanlış yapıyorlar, anlaşıldı. Bir orkestra şefi gibi.. bir sanat yönetmeni, bir halay başı gibi topluluğu yönetme becerileri yok bunların. Toplum ruhu yok çünkü bunlarda. Bunlar kemanı mı seviyor? “Çal bre kemancı!” diyorlar, öteki sazların hepsi devre dışı! Piyano mu seviyorlar? Senfoni orkestrası yönetmeye soyunuyorlar, sahneye çıktılar mıydı piyanoyla “oda müziği” yapıyorlar. Bütün sazlar sussun, çalsın kuyruklu piyano. Hele bir de ithal ettikleri model alafranga, kafa arabesk oldu muydu.. asıl şenlik o zaman başlıyor. Piyanist çıkıyor kuyruklunun üstüne, elini kulağına koyup bir mistik hava patlatıyor! Seyirciler mest! Böyle orkestra şefinin, böyle seyircisi olur.

Seyircilerin hepsi hoşnut değil tabii bu durumdan, birer ikişer boşaltıyorlar salonu. Böyle kan ter içinde metazori program seyretmektense, çıkıyorlar sokaklara, patlatıyorlar bir dokuz sekizlik, kendi kendilerinin yöneticisi oluyorlar. Müziği üreten de yöneten de kendileri...

Şu söze yeniden dönmek isterim. “İlkel toplumlar dışında ülkeleri yönetenler, kitaplardır.” Hangi kitaplar? Nasıl kitaplar? Kimlerin, niçin yazdığı kitaplar? İşin bu yanı da karışık biraz. Söz gelimi biri iyi bir kitap yazıyor, kitap toplatılıyor ya da yakılıyor, imha ediliyor. Ya da biri kötü bir kitap yazıyor, ülkenin bütün okullarında okutulmak üzere kitap piyasaya sürülüyor. Ya da bir öykü.. bir roman.. bir şiir yarışmasında üç beş kişinin belirlediği bir ödül, büyük bir okur kitlesi adına bir kitaba veriliyor, o kitap standlarda, kitapçı vitrinlerinde baş köşeyi alıyor. Belki de ilkel bir toplumdur bu; gökdelenleri, lüks restorantları, mağazalar zinciri olan bir ilkel toplum..

Voltaire öyle sözler etmiş ki, işin yoksa sabahtan akşama kadar düşün! Tanrı olmasaymış, bir tane yaratmak zorunda kalırmışız! Nedenmiş o? Bunu da siz düşünüp bulun, diyor olmalı. Düşünelim bakalım. İnsanlara bir tanrı neden bu kadar gerekli? Kuşların.. balıkların.. diğer hiçbir hayvanın tanrısı yok. Çünkü düşünemiyor onlar. Tanrıları var da mı bunu düşünemiyorlar, yoksa düşünemedikleri için mi tanrıları yok? Yani tanrı, düşünsel bir varlık mı? Düşüncelerinde mi yaratıyor insanlar tanrıyı? Diyelim, insanlar tanrıyı düşüncelerinde yaratıyorlar. Öyleyse neden? Böyle bir yaratıya neden ihtiyaç duymuşlar? Sığınma isteği mi? Hiç sanmıyorum. Çünkü en çok da sığınacak, barınacak yeri bol olanlar, tanrının adını ağızlarından düşürmüyorlar hiç. Aç gözlülük olabilir mi? Nereden baksak çelişki! İlahi Voltaire amca... Başka işin yok muydu senin de böyle çetrefilli konular attın ortaya. Aydınlanma dönemiymiş! Ne olacaktı aydınlanıp da.. Nasıl olsa kapkaranlık bir çukura atmıyorlar mı hepimizi sırası gelince?

En iyisi bir dokuz sekizlik çaldırmak klarnetçiye... Kuşlar kadar özgür olmak.. Sınırları aşmak, az gitmek, uz gitmek.. dere tepe düz gitmek...

İşte o zaman bir arpa boyu değil, kozmosta bir samanyolu kadar yol gitmiş olurduk.

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..