Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Mart '10

 
Kategori
Anılar
 

Tatlı bir yorgunluk

Tatlı bir yorgunluk
 

Otobüste oturuyor olmanın verdiği sevinçle camdan dışarı bakıyorum. Son günlerde ne kadar da yorulmuşum. Hele bugün! Ama bu kez değdi sanırım. Kucağımdaki rengârenk buketten buram buram yayılan taze çiçek kokusuyla, otobüsün camından hafifçe yüzümü okşayan o tatlı esinti birbirine karışıyor en hoş haliyle. Bukete iliştirilmiş nota yeniden bakıyorum hafif bir tebessümle. Ve 10 dakika öncesine gidiyorum...

Haftalardır devam eden çalışmalarımız en sonunda bitti. İşte bu kadar. Öğrencilerime güvenebileceğimi biliyordum. O kadar stresi boşuna mı yaşamışım yani? İşte geliyor... Geliyor... Hazal'ın annesi gülümseyerek elinde koca bir buketle yanıma doğru geliyor... "Emekleriniz ve sabrınız için sınıf adına çok teşekkür ediyorum Özlem Hanım." Ne diyeceğimi bilemiyorum. Yapılan onca hazırlığın sonucundaki gösterinin bitmiş olmasının hissettirdiği boşluktan mı, yoksa bir veliden ilk kez bu kadar anlamlı bir buket almamdan mı bilemiyorum ama ağzımda sadece bir şeyler geveleyebiliyorum ancak... Ve fotoğraflar çekilerek sınıf günümüz ölümsüzleştiriliyor. Ve ben 20 dakika öncesine gidiyorum...

İşte gösterinin bana düşen kısmı bitti. Şimdi artık rahatlayıp karşılarına geçerek önce Almanca gösteriyi ve Almanca şarkıyı, sonra da Drama öğretmenlerinin katkılarıyla hazırlanan "Geldikleri Gibi Gidecekler" adlı oyunu izleyebilirim... Oh be; ne kadar büyük stres yaşadım öyle, şimdi ne kadar da rahatladım, diye düşünüyorum. Ve 5 dakika öncesi...

"The Tin Soldier" adlı İngilizce gösterinin ardından hızla kulisten çıkıp, hazırladığımız iki şarkıyı söylerlerken yapılacak olan hareketleri şaşırmamaları için sahnenin karşısına geçiyorum; tabi seyircilerin göremeyecekleri bir yere... Teknik olayların ayarlandığı küçük odaya geçiyorum ve ilk şarkımızı başlatıyorum: "I Just Called to Say I Love You"... Şarkı karaoke biçiminde, yani Stevie Wonder'in sesi sıfır; inşallah sözleri şaşırmazlar..................

.....Harikaydınız çocuklar, aferin size... Hemen diğer şarkıyı başlatıyorum: "Money, Money, Money". Ve yine karaoke tabi ki... O hızlı söylenen tekerleme gibi kısımları inşallah şaşırmadan söylerler... Şarkının ikinci kıtasında öğrenciler ceplerinden sürpriz bir şekilde paralar çıkarıp sallamaya başlayacaklardı; acaba kuliste sınıf öğretmenleri bunu onlara hatırlatmış mıdır ki? Şöyle bir göz gezdiriyorum da, hiçbirinin cebinde para varmış gibi görünmüyor... Candan'la göz göze geliyoruz, ona bakışlarımla sormaya çalışıyorum paralar cebinizde mi diye; o da hiç ummadığım bir şekilde sorumu anlayıp, kaşlarını kaldırarak cevap veriyor bana... "Olsun ne yapalım, şu anda yapılacak bir şey yok" bakışı atıyorum usulca. Bir dördüncü sınıf öğrencisinin, sahnede heyecanlı olmasına rağmen öğretmeniyle bu şekilde iletişim kurabilmesini hayretle karşılıyorum ve içimden Candan'la gurur duyuyorum. Tam bu sırada şarkının ikinci kıtası başlıyor ve Candan hariç hepsi ceplerinden paraları çıkarıp havada sallamaya başlıyor! Ben de, Candan da şaşkınlıktan ağzımızı açıyoruz. Hmmm, demek ki herkes koro için giyinirken Candan aradaki boşlukta seyirciler beklemesin diye solo olarak org çaldığı için paralardan haberi olmadı. Ama bakışlarıyla bana panik içerisinde olduğunu anlatıyor, ben de yine bakışlarımla "Boşver, sen hareketlere devam et, o kalabalıkta elinde para olmadığını sadece senin velilerin görecektir" diyorum; ve o da gözlerini bir kez kırparak hareketlere aynen devam ediyor. Akıllı kızım benim... Ve bu şarkıyı da provalardakinden çok daha güzel söylüyorlar...

Ve ben 10 dakika öncesine gidiyorum...

Türkçe koro şarkılar bitmiş, ben kulise koşup "The Tin Soldier" kostümlerini kontrol ediyorum. Şimdilik her şey yolunda gidiyor; ancak ben ilk defa böyle hissediyorum. Ellerim buz gibi, ama yüzümden alevler fışkırıyor adeta. Heyecandan etrafımda olup bitenlerin çok da farkına varamıyorum. Kuliste bana yardım etmek için okulda kalmış olan İlknur Hoca'nın sakinliğini ve serinkanlılığını hayretle izliyorum. Tabi o bu ânı yıllarca yaşamış, artık alışmıştır. Benim daha ilk kez... Ve işte ilk sahne başlıyor...

İlk sahne bitiyor, ikinci sahne için diğer çocukları çıkarlarken izliyorum elimdeki repliklerle. Giriş çıkışlarda bir aksaklık olmamalı, herkes rolünü iyi ezberlemişti ama ya sıralarını şaşırırlarsa? Ve üçüncü sahne... Şimdilik her şey yolunda, benim tansiyonum hariç tabi; zira kalbimin sesini kulaklarımın tâ içinde hissediyorum... Dördüncü... Beşinci... Altıncı sahne. Eyvah! Zeynep duraksamaya başladı. Nasıl olur? Rolünü ilk ezberleyenlerden biriydi o!

"The boy throws the Tin Soldier... ııııı... into the fire. Suddenly, mmmmm.... the door opens and... and... ııııı.... .."

"Hadi Zeynep, söylesene! The wind blows desene! Pffffff!!!" diye haykırıyorum içimden. Ama ses gelmiyor. "İşte her şey bitti" diye düşünürken, Selin'in sesini duyuyorum: "I'm falling! Catch me, my soldier!" Repliğini şaşırmasından en korktuğum öğrencilerden biri, tam zamanında imdadımızı yetişiyor ve Zeynep'in cümlesini bitiremeyeceğini anlayıp kendi repliğini söylüyor. "Aferin sana.. Tam zamanında!" diyorum ve bir OHH çekiyorum. Ve yedinci sahne, The Tin Soldier ve Ballerina'nın şöminenin içinde kavuşmasıyla sona eriyor...

Hemen kulisten çıkıp beni öğrencilerin görebileceği, ama velilerin (izleyicilerin) göremeyecekleri o yere geçmem gerekiyor çünkü şarkılar başlamak üzere...

Ve ben yarım saat daha önceye gidiyorum...

Veliler konferans salonunun kapısında birikmiş, bütün provalar bitmiş, herkes saatin 17:30 olmasını heyecanla bekliyor. Çocuklar artık haftalardır çalışmaktan dolayı boş boş bakar olmuşlar. Düşünsenize, hem Türkçe, hem İngilizce, hem de Almanca gösterilere ve şarkılara çalışmaktan kafalarının artık allak bullak olması normal değil mi?

Ve 1 saat öncesi...

Bütün katları dolaşıp bugünkü gösteride hangi bilgisayarın kullanılacağını öğrenmeye çalışıyorum, kimse bilmiyor. En sonunda öğreniyorum; sekreterimiz Dilek Hanım'ın bilgisayarı kullanılacakmış. Her iki flaş bellek de elimde, odasına koşuyorum. "Dilek Hanım," diyorum, "Dünkü gibi bir aksilik yaşamamak için önceden masaüstüne atalım şu dosyaları." Ve uzatıyorum.

Kendisi flaş belleğin birini takarken ben 23 saat öncesine dönüyorum...

4/B sınıfının gösterisine yaklaşık 10 dakika var. Benim sınıfım değil, ama ben İlknur Hoca'ya yardım etmek için okuldan çıkmıyorum. Çünkü bilgisayardan pek anlamıyor, teknik elemanlık yapacağım ona. Gerçi ben de çok anlamıyorum ama dünkü gösteride yaptığım gibi slayt geçişlerini ve şarkıları ayarlayacak kadar bilgim var en azından. Allah Allah, bu bilgisayar da kimin, ne kadar minikmiş. Flaş belleği takıyorum, her zamanki gibi virüs uyarısıyla karşılaşıyorum. Alıştım artık. Her zamanki gibi "Sil"de tıklıyorum, karşılaştığım bütün bilgisayarlarda olduğu gibi virüsü temizleyecek ve ben de işimi yapacağım ya! Her neyse, bir de bakıyorum "Sınıf Günleri" adlı klasör yok. Hatta hiçbir klasör yok, sadece birkaç word dosyası kalmış.

"Neyse," diyorum, diğer flaş belleği takıyorum. Yine virüs uyarısı... Yine "Sil"... Veeeee... Yine klasörler yok! Ve benim jeton düşüveriyor. Kalp atışlarım hızlanıyor, adrenalin en üst seviyeye çıkıyor ve ellerim terliyor. Ama nasıl olur? Şimdiye kadar hep her bilgisayarda sadece virüs temizlenirdi ve ben kaldığım yerden devam ederdim. Bu nasıl bir virüs programıysa klasörlerin tamamını silmiş! Ne olacak şimdi? Deli gibi öğretmenler odasına fırlıyorum, bir alt kata. Bilgisayara bakıyorum, umarım oraya yedeklemişimdir diye, ama nafile! Sadece evimdeki bilgisayarda var yedeği. O da arabayla 25 dakika uzaklıkta! Gösterinin başlamasına 5 dakika var! Pffff!

Aklıma ilk gelen şey, B planı olarak şarkıları CD çalar vasıtasıyla çalmak; ama slaytlar ne olacak? Ona çare yok. Mecburen, bana zimmetli CD çaları kaptığım gibi çıkıyorum yukarıya, ve İlknur Hoca'ya da çaktırmadan durumu izah ediyorum. Yine her zamanki serinkanlılığıyla, "Olur böyle şeyler, ne yapalım" diyor. Ama ben kendimi çok kötü hissediyorum. İlknur Hoca bana güvenip rica etti, bense durumu mahvettim. Ama bugün de dünkü gibi Filiz Hoca'nın bilgisayarını kullansaydık her şey yolunda gidecekti. Ben nereden bileyim o bilgisayarın her şeyi sileceğini? Bilseydim "Sil"de tıklar mıydım?

Bütün gece uyumadım. Ama uyumalıyım, yarın benim sınıfımın gösterisi var ve enerjik olmalıyım... Bütün gece kendimle savaştım... "Sil"de tıklamasaydım, bütün suç benim işte... Ama daha önce hiç böyle olmamıştı... gibi çelişkilerle kendimi suçladım durdum... Hadi artık uyu Özlem, pfff yarın sabah nasıl kalkacağım ben!..

Ve ben bunları düşünürken yolu yarılamışım meğerse... Camdan dışarı bakarken akşamın karanlığını delen her bir ışık gözümden çizgi gibi kayarken dalıvermişim, telefonun titremesiyle irkiliyorum. Kucağımdaki kocaman buketi yana kaydırıp telefonu açıyorum ve o çok sevdiğim huzur verici sesi duyuyorum: "Hayatım nerde kaldın?" "10-15 dakika içinde yanındayım" diye cevap veriyorum o tatlı sese. Burnuma çarpan o tatlı çiçek kokusu ve yüzümü yalayan o tatlı esinti eşliğinde... Ve tatlı bir gurur içerisinde bukete iliştirilmiş nota bakıyorum: "Emekleriniz için çok teşekkür ederiz. 4/C sınıfı veli ve öğrencileri."

Özlem Boral Ulugöl

24 Mart 2010 - Çarşamba

 
Toplam blog
: 152
: 1957
Kayıt tarihi
: 19.08.06
 
 

Ortada bir problem görüyorsak bu bizim de problemimizdir. Ve eğer 'birisi'nin bu konuda bir şeyle..