Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '11

 
Kategori
Deneme
 

Tatlı dilli Papağan

Tatlı dilli Papağan
 

Kitap benim canımdır; canımdan bir parçadır. Kitapla tanışmam o kadar eski ki… Babamın kitaplığına tırmanmayı öğrendiğim üç-dört yaşlarında ilk defa karşılaştım onunla… Babamın kıymet verdiği onlarca kitabı kırmızı tükenmezle, lacivert mürekkepli dolma kalemle nasıl da karalamıştım o yıllar… Babam kendi kitaplarını kurtarmak için daha okumayı sökmediğim o minicik yaşlarımda, bana renk renk hikaye kitapları alırdı. Severdim o hikaye kitaplarımı… Severdim, kitaplarımın renkli resimlerine bakarak içimden çok çok farklı ; çok daha renkli, çok daha gizemli bana ait sımsıcak hikayeler uydurmayı. Babam  ve annem birer kez okudular mı bana hikayeleri; üçüncüsünde hikayelerin ipuçlarını veren resimlerin de yardımıyla, bir çırpıda okuyuverirdim onları. Elimde okuyacak hikaye kalmadı mı - ya da, artık “ben olan hikayemi” okuyup da, iyice benliğime kazıdı mı-; yine koşar babamın kitaplığına tırmanırdım. O kocaman kitapları elime alıp da; hikayelerimdeki harflere, söyleyişlere benzeterek “kitap okumayı” öğrenmekte de, pek de gecikmedim, doğrusu.
Kitaplar benim canımdır. Canımın bir parçasıdır. Belki de canlanmam; cana can katabilmem için kitaplardan beslendiğime inanmışım.Onun için, kitapla yaşam yaşamanın anlamıdır, benim için.
Çocukluk ve gençlik yıllarımda bir çılgın, bir mecnun gibi okudum, kitapları. Babam artık hikaye kitapları yerine yaşıma uygun romanlar, gezi yazıları, eğitim kültür kitapları, dergileri almaya başladı. Babasının sayesinde başlayıp da, orta ikide “Milli Kültür” dergisi takip eden on iki yaşındaki tek okuyucu bendim herhalde. Elime geçen her şeyi okuyordum o yıllar: Kitap, dergi, gazete, takvim yaprağı… Hatta, kilerde duran eski gazeteler…
Sonra kitabın tahlil edildiği; kitabı yazanların iç dünyasına girildiği bir okulda okudum; yüksek öğrenimimde… Kitabı bu sefer daha yakından; daha fazla içime sokarak sevdim… Ben kitabı anlamaya başladım; kitap da beni anlamaya koyuldu, o sıralar…
Yıllar yıllar sonra; bunca okumaların arasında bir şeyi daha okudum: Çok kitap okumuştum, uzunca yıllar ama… Sistemli okumamıştım. Yani;  bir yazarın kitap serisi, bir türün en iyi örnekleri; bir dönemin belli başlı eserleri ya da yazarları; bir bilim ya da sanat dalına ait başvuru kitapları veya bir ortak “tema” / ”konu” etrafında eserler okuma… Bu tarz okumalara biraz geç başladım.
Öğretmenliğimin ilk yıllarından sonra, sistematik okumaya özen göstermeye adasam da kendimi, bir taraftan da, geçirdiğim onca yılın alışkanlığı ile, karşıma çıkan her kitabı ya da “yazı”yı okumadan  duramadım, yine de…
Son sekiz on yıl; eğitim, kişisel gelişim, yeni dönem yazar ve şairleri, edebiyatın kaynak kitap değerindeki ölümsüz eserleri, felsefe, tasavvuf, bilgisayar v.b kategorilerde sekiz aydan iki yıla varan dönemlere yayılarak “teknik okuma”lara başladım. Tabii, bu okumaları daha verimli hale getirmek için; “işaretleme”, ”altını çizme”, ”özetleme”, ”arşivleme-dosyalama”, “not çıkarma”, ”notları düzenleme (alıntı-yorum)” etkinlikleri de eklenince son dönemlerdeki “okumalarım” daha anlamlı ve daha üretici olmaya başladı…
Bugünlerde de şunu fark ettim. Yine son dört beş yıldır daha ilginç bir noktaya gelmişim: Okumak ile yazmak(not almak) eylemlerini bir arada yapmanın bir sonucu olsa gerek; bir yıl yoğun bir şekilde okuduğum için yazmaya ara vermeye; ertesi yıl da kendimi yazı yazmaya yoğunlaştırdığım için okumayı seyreltmeye başlamışım…
İşte bu yıl, okumaya ara verdiğim bir yıldayım. ”Hiç okumuyorum…” diyemem. Çünkü okumadığım an, yaşayamayacağıma inanmışım ben. Ama akşamdan sabaha kadar dört yüz sayfalık bir eseri bitirebilen, bir aya onlarca kitap sığdırabilen bir kitap kurdu için, iki üç ayda bir kitap okumak; bir derginin sayfalarını karıştırmak, okulun okuma saatinde yirmi dakika okumak ya da “ders anlatmak” amacıyla kaynak karıştırarak okumak “hiç okumamak” tanımlamasını silmeye yetmiyor…
Son bir yıldır; son sürat yazıyorum. Evet MB sayfamda- üç dört aydır “kapatmalıyım sayfamı” desem de-  “yazı” larımı görenler “elbette, yazıyorsunuz, niye bu durumu tekrar dile getiriyorsunuz” dese de bana… Ben, sayfama yansıttığımdan çok çok daha fazlasını ajandama, bilgisayarıma yazıyorum. Yazdığım için de, geçtiğimiz Haziran ayından beri alıp da kitaplığıma koyduğum 97 adet yepyeni kitabımı okuyamıyorum. Canım acıyor, onlarla her göz göze gelişimde… Fakat yazıya her sarılışımda, içimi tarifisiz bir huzur kaplıyor; biliyorum ki “şu an yazabiliyorsam” sebebi  can-ı gönülden gülen ve ne zaman yanlarına gitsem bana yüreklerini açacak olan o kitaplarım sayesindedir. İyi ki varsınız…
Bugün size; okulumun okuma saatinde okurken “can alıcı” bulduğum için ajandama kaydettiğim ve üç gün geçmeden el yazısı notumu bilgisayarıma aktardığım,”çok anlamlı bulduğum” bir kıssayı yazayım, değerli okuyucular… Okumanın ve yazmanın bende bitmeyen/bitmeyecek heyecanını bir kez daha sizinle paylaşmak için…
Sakın bana; “Hep aynı şeyleri tekrar ediyor, demeyin! Ne olur?”
……………………………………………
…Hindistan’da perişan bir vaziyette şehir şehir dolaştığı yıllarda, yaşlı kahinlerden işittiği tuhaf bir rivayet yadına düştü:
“Hindistan eyaletlerinden birinde, şöhreti bütün cihana yayılmış bir padişah, onun çok sevdiği bir de papağanı varmış. Padişah, bu papağanı canından aziz bilirmiş. Bir gün papağanı ile söyleşirken , birden gökyüzünde başka bir papağan peyda olmuş ve ikisi aralarında konuşmaya başlamışlar. Ne var ki, çok geçmeden kafesteki papağan halsizlenip çırpınmaya, can çekişmeye başlamış ve bir süre sonra ölmüş. Padişah, sonsuz bir üzüntü ile kafesten aldığı papağanı gömmek için bahçeye çıkmış. O an, kafesten kurtulan papağan birden uçup ağacın dalına konmuş. Padişah, şaşkın bir vaziyette:
_ Ey kuşların Padişahı!-demiş.-Benden ne kötülük gördün ki, sohbetimden kaçıyorsun?
Papağan, tatlı bir dille:
_ Şahım, -demiş.- Bana olan iyiliklerinizi unutamam. Ben de papağanlar padişahı idim! Kader beni senin eline düşürüp, kafesine hapsettiğinden beri halkım benim ayrılığımdan dolayı mateme bürünmüş. Yanıma gelen bu papağan benim küçük kardeşimdir. Bana “ağabey” dedi, “Cihan padişahından birkaç gün izin al. Hüzünlü kardeşlerinin yanına varıp, o gönlü yaralıları hicran azabından kurtar.  Sonra yine dönüp velinimetinin hizmetine gir.” Ben de ona: “Cihan padişahı sözüme inanmaz.” Cevabını verdim. Bu defa o: “Öyleyse ölü numarası yap!” dedi. Kısacası, böyle bir hile yoluna başvurup kendimi kurtardım.
Papağan, sözlerini tamamladıktan sonra kardeşiyle birlikte uçup gitmiş.
Padişah, üzüntüsünden gece gündüz ağlarmış. Bir müddet sonra onun dönüşünden tamamen ümit kesmiş otururken, bir de bakmış ki papağanı dönüp gelmiş. Gagasında da bir ağaç dalı varmış. Sevinçten adeta göklere uçan padişah:
_ Ey papağan!-demiş.- Beni ayrılık ateşine atmaya nasıl cesaret ettin?
_ Beni affedin, padişahım. Çünkü uzun zamandan beri arkadaş ve akrabalarımdan ayrı kaldığımdan gönlüm viran olup gitmişti. Gittim ve onların sağ salim olduklarını gördükten sonra yine çıkıp huzurlarınıza geldim!
Padişah papağanı çok taktir etmiş. Sonra da:
_ Şu alıp getirdiğin fidan neyin nesi? –diye sormuş.
_Padişahım!-demiş papağan.- Sizden ayrılıp dostlarımın yanına vardığımda, siz padişahım için bir hediye hazırlamalarını rica ettim. İçlerinden birisi “Ben filan adada bir ağaç görmüştüm. Bu ağacın meyvesinin özelliği şu ki, onu yiyen kişi şayet yaşlı ise genç bir delikanlı, ümitsiz hasta ise sağlıklı olurmuş” diyerek o ağaçtan bir dal parçası getirdi. Ben de onu size takdim ediyorum.
İşittiği bu sözlerden memnun olan padişah bahçevanı çağırıp: ”Bu meyvesi insana gençlik veren bir ağacın dalıdır. Onu gözün gibi koru ve büyüt!” demiş.
Bahçevan  fidanı alıp sarayın bahçesine dönmüş ve bin bir itina ile büyütmeye başlamış. Kısa zamanda gelişip serpilen fidan, birkaç yıl sonra meyve vermiş. Aksilik bu ya!.. Yılanın teki, yere düşen meyvelerden birini ısırıp zehirini boşaltmış. Bundan haberi olmayan bahçevan meyveyi tabağa koyup padişahın huzuruna getirmiş. Padişah meyveyi alıp yiyecekken vezirlerden biri:
_   Padişahım!-demiş.- Sizin gibi bir cihan padişahının bu tür şeyleri denemeden yemesi doğru olmaz!
Bunun üzerine meyveyi önce saray hizmetlilerinden birine yedirmişler. Hizmetkâr meyveyi yer yemez, hemen oracıkta ölüvermiş. Olanlara şaşıran padişah, papağana dönüp:
_Bre bedbaht! Demek senin benim canıma kastın vardı?!-demiş.- Papağan her ne kadar:
_Padişahım, bu işi tahkik ettirin! Bu işte bir iş var?- demişse de, padişah onu dinlememiş ve papağanı öldürtmüş. Ağacın da kesilip odun yapılmasını emretmiş. Fakat veziri:
_ Padişahım, demiş. - Böylesi zehirli bir meyvesi olan ağacın bahçenizde bulunması gerek. Çünkü düşmanlarınızı ortadan kaldırmak için bundan daha güzel bir silah olamaz!
Tesadüf bu ya! Bahçevanın bir arkadaşı varmış. Yaşlı, iki büklüm olmuş bir ihtiyar. Bir gün bahçevanı özleyip evine gelmiş, fakat bahçevan evde yokmuş. Birden o ağacın altına gelmiş. Bakmış meyveler iyice olgunlaşmış. Dayanamamış ve bir tane koparıp yemiş. Yemiş, ama birden genç bir delikanlı oluvermiş. Bahçevan eve dönünce ne görsün! Genç bir yiğit bahçede dolaşmakta. Öfkeli bir şekilde sormuş:
_ İçeri girmene kim izin verdi?
_ Dur, birader! Ben senin falanca arkadaşınım.
_ Saçmalama! Bir defa o yaşlı idi; sense, genç bir delikanlısın!
_ Bak birader! Bahçende bir çeşit meyve gördüm ve ondan bir tane yedim. İşte neticesi. Ben bile hayretler içindeyim.
Neticede bahçevan bir tabak meyve doldurup padişahın huzuruna çıkmış. Olayı baştan sona anlatmış. Padişah bir tecrübe yaptıktan sonra papağanın doğru söylemiş olduğuna kanaat getirmiş. Bahçevana dönüp:
_  Sen önceki meyveyi daldan mı kopardın, yoksa yerden mi topladın?- diye sormuş.-
Bahçevan yerden topladığını belirtmiş. O zaman, o meyveye bir yılanın zehirini akıtmış olduğunu anlayan padişah, papağanı öldürttüğü için ömür boyu üzüntü içinde yaşamış.”    
“Acaip bir hikaye! Cahil hükümdarları sabırlı ve adil olmaya davet eden bir ibret incisi…”-diye düşündü.
……………………
Evet, bu sene canımı acıtırcasına yazıyorum; okumaktan daha çok. Ama okunacak bir kıssa gördüm mü; gözüm ve elim “ân”dan kaçmıyor; hemen o ân okuduğumu yazıya geçiriyorum… Kitapları çok seviyorum, canım gibi. Hele o kitaplar bana candan gelmiş ve can getirmişse…
Aktardığım hikaye yazmak ve okumak için oldukça uzun muydu? Ve “okurken yorulacaksınız”-diye düşünüp yazımı okumadınız mı? Canınız sağ olsun…
Bana bakmayın; hem okurum hem yazarım. O yıl ya da o ân, hangisi beni daha çok yorarsa… Bugünlerde okuduğum bir kitapta gözüme takılan “tatlı dilli papağanı” düşünüyorum; bende kalanlarını hayra yorarak…

Yegâh Elif Mirzâde
 

 


 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..