Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '15

 
Kategori
Öykü
 

Tereyağlı ballı ekmek- Bir kız çocuğu: 1- Küçük ev

Kızları için vazgeçilmez olan babalara...

İzmir’deki ilk evimiz Küçükyalı’da, bulunduğu semtin ismiyle yarışırcasına küçük, kutu gibi bir evdi. Ama küçükken öyle gelmiyordu bana. Sonralarda iki adımda aştığım koridor, o zamanlar her bir köşesinde canavarların kol gezdiği bitmez tükenmez, ucu sonu olmayan bir yol gibiydi. Burası benim ilk evimdi; bu oda benim ilk odam, bu mutfak benim ilk mutfağım, yani burası benim, ömür boyu yaşayacağımızı düşündüğüm ilk evimdi. Bundan sonra taşındığımız evlerde de aynı şekilde hep bir ömür boyu yaşayacağımızı düşünmüştüm.

Ben dünyaya gelmeden önce, daha belki düşüncem bile yokken ortada, annemle babam başka bir evde yaşıyorlarmış. Hatay Caddesi’ne görece yakın, yanılmıyorsam Üçyol Semti’nde, tam bulvara bakan bir apartmanın en üst katına gelin gelmiş annem. Apartmanın en alt katında, şimdi hala çalışmakta olan bir birahane varmış; çok güzelmiş mezeleri. İzmir’i bilenler bilir; herhangi bir halim selim mahallenin en işlek köşesinde muhakkak onlarla tesadüf edersiniz. İzmir’de çoğu apartmanın altında birahane görebilirsiniz; rutindir. Burada kadınlar olmaz, pavyon klasmanında değildir bu mekanlar. Çoğu mutsuz, huzursuz veya müdavim, ekseriyetle evli ve çalışan erkeklerin iş çıkışı, eve gitmeden evvel kafalarını topladıkları, evde eşlerine karşı izleyecekleri stratejileri kafalarında kurdukları, mezeleri ile beraber karınlarını çok fazla doyurmadan iki yudum içip az sonra evde beyinlerinin maruz kalacağı kadın dırdırına hazırlıklı bir şekilde kapıdan çıktıkları, görece nezih ama herkese göre olmayan yerlerdir. Çoğu mahallede vardır bunlardan; çok sonralardan her yerde moda olan “modern” biracıların belki ilk çağ versiyonlarıdır bu mekanlar.

Annem o zamanlar pilav bile yapmayı bilmeden gelin olmanın verdiği rehavetle, her akşam yumurta kırma konusunda ihtisas yapmaya başlayınca, babam da ne yapsın bir şekilde birahanenin sahibi ile tanışıp telefonunu almış ve en üst kattan birahanenin kapısına sepet sallama yöntemiyle mezeleri eve doldurur olmuş. Belki de o mecburiyet zamanlarının ona vermiş olduğu seçimsizlik hissiyle hala söyler dururdu babam mezelerinin ne kadar güzel olduğunu. Şimdiki çocukların sadece eski Türk filmlerinden görüp gülünç buldukları sepet sallama aktivitesi, yaşı yetişenler için aynı süpürge, buzdolabı gibi bir evin olmazsa olmazlarındandı. Çok sonralardan, yanılmıyorsam ben liseye giderken, şimdilerin internet üzerinden yemek siparişi alan profesyonel siteleri ile yarışamayacak düzeyde ama onların fikir babası olduğunu düşündüğüm bir girişimcilik ruhu ile, muhtemelen bakkal amcanın internetten az çok anlayan ve zeki, yaratıcı evladının bulduğu, internet chat programları üzerinden sipariş verme yöntemi bir anda popüler olunca ne kadar da dahiyane bulmuştum bu girişimi. Şimdilerde ise bu girişim bana o günün şartlarına göre üst düzey bir buluş olmasından başka bir şey ifade etmiyor. Neyse gel zaman git zaman bunun bu şekilde devam edemeyeceğine karar veren annem ilk yemeği olarak fırında tavuk yapmaya karar vermiş. O zamanlar böyle büyük marketler yok, böyle bir hijyen hak getire –yine hala hijyen var mı deseniz eh yine pek yok ama o zamanların durumu “içler acısı” tabirini karşılar cinsten-. Neyse, babam gitmiş mahalle kasabından bütün bir tavuk almış, eve getirmiş. Annem de tavuğu aldığı gibi soslamış bir güzel atmış fırına. Bundan yıllar yıllar sonra, uzunca bir süre küs kalacakları ve maalesef öteki dünyaya mecburi yolculuklarının başlayacağı o kaçınılmaz günde de küs olarak ayrılacakları çocukluk arkadaşları gelecekmiş o gün. Neyse gelmiş arkadaşları ama evde ağır bir koku varmış. Bir şeyler yanıyor zannetmişler önce, sonra bakmışlar yanık falan yok; demişler bir terslik var bu durumda. Fırına gidip de içini açıp bakınca ne de görsünler; bütün tavuk sözün tam anlamıyla bütün bütün, temizlenmemiş, her bir parçası eksiksiz bedeninin içerisinde durup dururken pişmeye çalışıyor. Nereden bilsin bizim tecrübesiz çiftimiz o zamanlar kasaba gittiklerinde tavuk isterken içinin temizlenmesi gerektiğini söylemelerini. Neyse tavuk çöpe gitmiş, sepet bir kez daha sallanmış aşağıya, birahane sahibinin durumla dalga geçer gibi dudağının kenarından gülümsemesine eşlik edercesine eve çıkmış, dost masasını süslemiş mezeler.

Sonra ne yapmış etmişler, borca harca girmişler, şu dünyada bize ait bir şey olsun demişler, Küçükyalı’daki o kutu gibi evi almışlar. O minik ev; annemle babamın yaşadıkları ve benim büyürken çeşitli yerlerde, zamanlarda, farklı kişilerin dudaklarından duyduğum; birçoğuna aklım ermeye başladığından beri birebir şahit olduğum binlerce anıya oldukça sevecen bir misafirperverlikle ev sahipliği yaptı sonrasında.

********

Bir trenim vardı; rayları ve durakları ile beraber kocaman bir şehrin etrafında dolaşan kocaman bir demir yığını gibiydi. Yanında bir açma kapama tuşu vardı; tuşu açardım ve tren bütün salonu dolaşmaya başlardı. Bacasından dumanı tütmese de o bilindik tren düdüğü çalardı belli aralıklarla. Oyuncağımın bu kadar büyük hatta neredeyse salonun tamamını kaplayacak şekilde devasa olması gözbebeklerimi yuvalarından dışarı fırlatırdı. O zamanlar salonun küçücük olduğunu değil de, oyuncağımın devasa olduğunu düşünürdüm ironik bir şekilde. Yaşım büyümeye, boyum da onunla yarışırcasına hızlı bir şekilde uzamaya başladığında ise oyuncağın el, salonun ise avuçiçi kadar olduğunu fark etmeye başladım. Bu gerçeklikle ilk yüzleştiğim gün ise, küçük evi artık satmaya karar verdiğimiz ve evi temizlemeye gittiğimiz gündü. O güne gelene kadar, kendimi her zaman bir şato içerisinde hissettiğim o ev içerisinde yaşadıklarım unutulur gibi değil. Hala zaman zaman rüyalarımda kendimi o küçük evin kapısının önünde öylece oynarken görüp gözyaşlarına boğulurum. (DEVAM EDECEK -- TO BE CONTINUED)

 
Toplam blog
: 17
: 162
Kayıt tarihi
: 30.12.13
 
 

Gezen anne, cocukla nasil gezilir, yemek fotografcisi, mekan yorumcusu, gezenti, yay burcu ..