Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

mustafa kemal büyükmıhcı

http://blog.milliyet.com.tr/mihci47

07 Kasım '15

 
Kategori
Öykü
 

Tokana bölüm-1

Tokana bölüm-1
 

Gelecekle geçmiş arasında bir serüven...


"Veren elini kıt tutarsan alan eline bulaşır"

 

Çok yanıyordu bu kez canı; şokların ardı arkası kesilmiyordu, tiz tonlu haykırışlarına aldırış eden yoktu. Kör edercesine parlak ve değişken ışık tayfları altında daha önce hiç görmediği cihazlarla donatılmış bir yere yatırılmıştı. Öncekilerde acıyı hissetmemek için uykuya geçebiliyordu ama yapamıyordu, yeteneğini yitirmişti. Etrafındakilerin, adından ve ezberleyebildiği komutlardan başka anlayamadığı konuşmaları yerini bağırışlara bırakmıştı. Öncekileri aklına getirerek, “Birazdan bu da biter,” diyor, sabrediyordu… Öyle de olmuş üzerine garip bir ferahlık çökmüştü… Uzun sürmedi; “Tako, tako! Gidiyor!” seslenişlerini duydu, ilk sözcükler adıydı. Hemen ardından ışıklı bir tünelde hızla süzülmeye başladı, içi dışına çıkacak gibiydi, kendinden geçti…

“Olamaz!” diyordu; kapısının tam önüne bir eşya konulmuştu, itip aralaması mümkün değildi, beklemekten öte çaresi yoktu. Birkaç gündür kursağı gurulduyordu, en son tıka basa yediği kırıntıları hatırlayıp açlığını unutmaya çalışıyordu… “Uyusam daha iyi belkide,” diyerek dalıp gitti… Gözlerini açtığında kapısı da açılmıştı; “En nihayet!” diyerek sevinçten fırladı, dışarı seğirtti hemen, gözleri etrafta dört dönüyordu “nerede ne bulurum acaba?” diye. Çok geçmeden sevinci kursağında kaldı; aniden biraz önünde ürkütücü cızırtılar eşliğinde beliren göz kamaştırıcı ışıkları görmesi ile birlikte yuvasının dibini boylaması bir olmuştu. Nefesi tıkanmış, titreme nöbeti tutmuştu… Bulunuduğu yere kadar yansıyan ışıklar kesilmişti, bir süre bekledi, merakı korkusunu yenmişti, çıktı: Kendi türünden biriydi, bakımlı ve sevimli bir yapısı vardı ama bu kadar irisine rastlamamıştı, uyuyor gibiydi.

Bir süre dürtüklendikten sonra ayılmıştı; zıpladı kalktı, etrafı süzdü, karşısındakini fark edince ağzından hemen “Ne oldu bana? Neredeyim?” sözleri döküldü.

“Sana sormalı kardeş! Önce tuhaf ışıklar, sonra da sen, ödüm patlayacaktı neredeyse.”

Başından geçenleri bir çırpıda anlattıysa da karşısındaki bön bön bakıyordu, sözlerinin çoğu hitap etmemişti; titreme tutmuştu, “Ne kadar soğuk burası? Sen nasıl kaçtında geldin buralara?” diye sordu.

“Bi yerden kaçmadım kardeş, yuvam burada, yıllardır bu tokanada sürünüyorum.”

“Tokana ne ki?”

“Bozulmasın diye yiyeceklerini soğukta sakladıkları bir yer, o yüzden üşüdün, alışırsın.”

“Yalnız mısın?”

“Eşim keşfe çıktı, epeydir ortalarda yok, yakınlarda zengin evler bulamadı herhalde. Bir ayağım aksadığı için ben kaldım.”

Kapı gıcırtısını duyar duymaz koşup yuvaya saklandılar. Sakalının aklığından yaşı, yüzündeki nurdan da gönlü anlaşılan biri ağır adımlarla yaklaşmış, elindekileri bırakıp çıkmıştı.

“Kim bu? Ne bıraktı oraya?”

“Bu evin sakini, yemek bıraktı; hanımıyla ediyle bidi kıt kanaat geçinip gidiyorlar.”

“Her zaman yapar mı?”

“Neredee! Hanımının hışmı olmasa her zaman yapacak da ona fark ettirmeden arada bir getiriyor işte. Benim de en az iki günlük aşım oluyor, bayram ediyorum.”

“Şu kadar şeye mi bayram ediyorsun? Ne bunlar? Yenir mi?”

“Kardeş! Geldiğin yerde seni iyi semirtmişler anlaşılan. Acıktıysan paylaşabilirim. Hadi çekinme! Pek âlâ yenir bunlar.”

Bir süre onun hapur hupurlarını seyre koyuldu, dayanamadı, ilk lokmayı zor yutmuştu ama ardı gecikmedi. İki günlük aş, kırıntısı kalmaksızın tükenmiş, paylaşan daha az nasiplenebilmişti.

“Bak! Gördün mü? Açlık nelere kadir oluyor. Afiyet olsun kardeş!”

Geldiği yerde tüm ihtiyaçları rutin programlarla aksatılmadan karşılandığı, hemcinsleri arasında da dayanışma bilinmediği için teşekkür sözcüğü lügatinde yoktu. Zaten afiyet olsununu da anlamamıştı. Kafası, buraya nasıl geldiği, şimdi ne yapacağı ve dönüp dönemiyeceği ile meşguldü. Bir süre tokanayı arşınladı, küçük olduğundan bir çırpıda tamamladı, döndü: Yukarlarda bir yerden azıcık gün ışığı alan, tanımadığı eşyaların oraya buraya serpildiği kasvetli bir mekândı.

“Kardeş! Nasıl geldin anlamadım ama çok uzaklar olmalı?”

“Nereden bileyim? Dönemezsem nasıl yaşarım burada? Bu da başka bir acı olsa gerek.”

“Canını çokmu yakarlardı?”

“Alışmıştım da sonuncusu dayanılmazdı.”

“Hem besliyorlar hem yakıyorlar desene! Nasıl bir dünya öyle?”

“Burada yokmu öyle şeyler?”

“Burada aş savaşının acısı var: Aş sahiplerinin tuzakları ve bizi aş olarak görenler. Açlığın acısı ile ölüm arasında bir yaşam.”

“Adım Tako, seninki ne?”

“O ne ki kardeş?”

“Yani, nasıl çağırırlar seni?”

“Yıllardır burada eşimle beraberim, sen ben deriz olur biter, dışarıdakilere de kardeş…  Ev sakinlerinin birbirlerini çağırdığı gibi mi demek istiyorsun yoksa?”

Onların da ad kullanmadığını aklının ucundan bile geçirmedi: “Aynen öyle kardeş!”

“Hah! Bak! Seni “kardeşe” alıştırdım gördün mü? … Şimdi hatırladım. Çocukluğumda kalabalıklar halinde bir tarlada yaşıyorduk, biribirimizi dediğin gibi çağırırdık, ona ad mı diyorsun?”

“Tamam işte! Ne derlerdi sana?”

“Dur bakayım! Hayal meyal hatırlıyor gibiyim… Çiko idi galiba, evet Çiko derlerdi.”

“Hah hah hayy! Tako ile Çiko, hoşuma gitti doğrusu.”…

 

O gün tan yeri ağarmak üzereydi, ezanı duymak nasip olmamış, sabah namazını kılı kılına eda edebilmişti. Dede yadigârı rahlesinin[1] önünde, kalbinin kapılarının ardına kadar açılmasını niyaz ederek diz çökmüş, dünyayı kafasından silmiş, okuyordu. Tokanadan gelen cızırtılardan bihaberdi… Dün yarıladığı sureyi bitirdi, duasını yaptı, doğruldu, masasına geçti. Yeni kitabının yüzüncü sayfasını açtı, hokkaya[2] diviti[3] batırıp yazmaya koyuldu. Geçim vesilesi, hayırlara vesile olur ümidi ile yazdığı bu kitaplardı. Kafasında öyle biriktirmişti ki sözcükler birbiri ardına dökülüyordu adeta; sayfayı bir yenisi takip etmişti ama onu dolduramadı, bir süre düşündü, kalktı. Hanımı hâlâ yanındaki döşekte mışı mışıl dı, dün geç yattığındandı belkide; tokana dâhil dip bucak temizliği anca tamamlamış, yaşının icabı yorgun düşmüştü. Uyandırmaya kıyamadı, üstünün açık kalan tarafını yavaşca örttü, mutfağa yöneldi. Akşamdan kalan güzelim mercimek çorbasının bir kısmını ısıttı, ilk kaşığı ikincisi izleyemedi; aklına gelmişti, önündeki peksimet[4] parçasına baktı, “Eh! Yeter!” dedi, üç parçaya bölerek birini çorbaya daldırıp çıkardı, bir kâse içinde, merdiven gıcırtılarına dikkat kesilerek tokanaya indirdi. Yuvanın önüne bırakıp dönerken içinden “Rızkına yine vesile ettiğin için şüküler olsun!” diyordu.

Sokakta gündelik hayatın sesleri başlamıştı: Çıtır simitçiler, gevrek marulcular, nal sesleri eşliğinde soğan patatesçiler. Kafası yazısında bitirmeye çalıştığı çorbanın son kaşığı idi, fark edememişti, kazasını eda ettikten sonra karşısına geçip oturmuştu; gözü, kalan peksimette idi, anlamıştı:

“Sabah şerifler hayır olsun Bey!”

“Senin de Hanım!”

“Cüssemize uygun taksim etseydin bari!”

“Veren elini kıt tutarsan alan eline bulaşır Hanım,” der demez kapı tokmağı tıklandı, yediği içtiği ayrı gitmeyen yakın komşulardan biriydi:

“Hayırlı sabahlar kardeş, aşure yapmıştım da; afiyet olur inşallah!”

Beyinin sözleri bir kez daha kulaklarında çınladı, gözleri dolu dolu oldu. “Sağol kardeş! Allah bereketini versin! Benimde aklımda idi, geciktirmem inşallah!” diyerek komşusunu uğurladıktan sonra döndü, kâseyi masaya koydu:

“Ne diyeyim Bey! Kısmetimizi bildin. Bunu da ben taksim edeyim istersen?”

 “Üst üste olmasın Hanım! Çoğa alıştırmayalım.”…

 

“Herhalde artık buralıyız,” diye düşünüyor, birkaç gündür yeni ortamına razı olmaya çabalıyordu. Alışık olmadığı burun direğini kıran kokular altında hâlini unutmak için günün çoğunu uykuda geçiriyordu, epey kilo vermişti. Çiko, eşinin yuvadaki köşesini ona tahsis etmiş, evin diğer bölümlerini gezdirmiş, bir seferinde de sokağa çıkarıp karşılaştığı kardeşleri ile tanıştırmış, sevimliliği ile hayli ilgi toplamıştı… Sabahın körü idi, dürtükleniyordu, hoşuna giden düşünden kopmak istemiyordu, tek gözünü zar zor araladı; Çiko, zılgıt yemiş bir suratla tepesindeydi, yalnız da değildi:

“Kalk kalk kardeş! Yeter artık, dün öğleden beri mışıl mışılsın. Bak! Eşim geldi.”

Gerinerek isteksizce doğruldu, eşini bir süre süzdü, daha iriceydi, gözleri başka tarafta somurtuyordu, bir an “konuk sever değil herhalde,” diye düşündüyse de yerini işgal ettiği aklına gelince vazgeçti. Geldiği yerde canı yakılmadan önce umutsuzca sergilediği en sevimli tavrını takınmaya çalıştı:

“Düzeninizi istemeyerek bozduğum için bağışlayın ne olur! Çiko anlatmıştır herhalde, aniden burada buldum kendimi.”

“Tamam! Çekil şimdi oradan! Çok yorgunum, sonra konuşuruz,” demesiyle itekleyerek uzanıp sızması bir oldu.

Korkmuştu, Çiko kolundan çekip yuvanın önüne çıkarmıştı: “Benden hoşlanmadı Çiko; ne yapmalıyım?”

“Üzülme! Biraz bana da homurdandı ama sıkıntısı başka: keşiften elleri boş dönmüş. Benim de moralim bozuldu. Hâlimiz ne olacak, şimdi bakalım?”

Kapı gıcırtısı ile hemen bir köşeye sindiler. Evin hanımıydı, elindeki kâse Çiko’nun ağzını sulandırdı, ondan hiç ummazdı, ilk defa idi. Yuvayı bilemediği için bir köşeye bırakmış, içinden “Bey uyardı ama dayanamadım,” diyerek çıkmıştı. “Yaşadık Tako!” diye bir çığlık attı, hemen kâsenin başına üşüştüler.

“Ne bu Çiko? Leziz görünüyor.”

“Evde bulunan her şeyi karıştırıp yaptıkları bir aş, ben de ilk defa tadacağım.”

Çığlık, eşini ayağa dikmiş, dışarı fırlamıştı. Kâsedekini o da tanımıyordu, bir süre kokladı, tadına baktı, sonra da diğerlerini otoriter bir edayla süzdü. Çiko hemen atıldı:

“Adı Tako! Çok sevimli değil mi? Daha dolgundu da açlıktan bu hâle geldi.”

“Hımmm! Aç bir ilaç mecalsiz dolanıp durdum,” diyerek yarısını ballandıra ballandıra kursağına indirdikten sonra kalanını bırakmıştı. “İstediğiniz gibi paylaşın!” dedikten sonra yuvadaki köşesine serildi; çok geçmeden geğirtiler ve horlamalar ardı ardınaydı…

 

 “İşte böyle azizim! Millet, savaşlardan bitap vaziyette, halıyı, antikayı düşünecek halleri kalmadı vesselam… Hatta geçen gün biri aile yadigârı yıpranmış bir parçayı getirdi, koydum bir köşeye bakalım, adamın da haline bakıp değerinin fazlasını verdim.”

“İyi yapmışsın kardeşim! Geçim sıkıntısı, kaybettiğimiz canların tuzu biberi oluyor.”

Her zamanki kitapçısına bitirdiklerini getirmiş, satılanlardan doğan rızkını da almıştı. Sıra hanımının siparişlerindeydi, tokanadaki erzak tükenmişti. Gıda çarşısına geçmeden, halıcı ahbabının hatırını sormayı yeğlemişti. Üç katlı mağazasında çok çeşit bulunur veya varsa diğer ülkelerdeki ofisleri aracılığı ile bulup getirmeyi taahhüt ederdi… İkinci fincanlarını yudumluyorlardı ki ince uzun mor çarşaflı bir hanım girdi; bakışları ile etrafı hızla kolaçan ettikten sonra yaklaştı, tavrı “büyük dağları ben yarattım,” der gibiydi, şivesi buralı olmadığını gösteriyordu. Ahbabı, isteği üzerine, eldeki antikaları önüne sermişti. Yüzündeki peçesinin kayıp açılmasına aldırış etmeden her birini çömelip elleriyle didikledi, suratı buruşmuştu, “çok dolaştım, ne olur? Başka yok mu? Fiyatını düşünmeyin!” dedi… Aklına o küçük parça geldi, çıkardı. Gözleri parlamıştı, halının tersini çevirip yokladı, dediğini itirazsız ödemesi ile birlikte sarıp koltuğuna alarak biraz ilerde park etmiş paytonuna[5] taşıması bir olmuştu. Ahbabının, hızla gözden kaybolan paytonun arkasından meraklı bakışları arasında o da tuhaf bulmuştu ama yine de “hayırlara vesile olur inşallah!” demeyi ihmal etmedi. Yarım kalan sohbeti fazla uzatmadı, bereket dileyerek ayrıldı.

Çıktığı bakkalın rızası ile listesinin bir kısmını da komşusundakinden tedarik etmişti. Tanıdıklarla selamlaşarak, bir hacı ahbabının sunduğu hurmaları da yiyerek evin yolunu tuttu… Kapı duvardı, “komşuların birindedir herhalde,” diye düşündü, kallavi anahtarını çıkarıp girdi, ellerindekini yerleştirmek için tokanaya yöneldi.

Bu sefer yakalanmışlardı, ikisi de tir tir titriyordu. Bir süre hareksiz seyretti, sonra torbadan avcuna aldığı birkaç parçayı yavaşca önlerine bıraktı ve bekledi. Tako daha cesaretli çıktı, uzandı, tatmaya başladı. Toz toprak içinde olmasına rağmen sevimliliğine dayanamamıştı, ikisini de bir avcuna alıp kaldırdı, başlarını okşuyordu ki olanlar olmuştu. Yeniden ortaya çıkan cızırtılı ışıklardan çok ürkmüş, bırakmıştı. Gözlerine inanamıyordu; onlar yere düşmemiş, aniden yok olmuşlardı. Deney tamamlanmıştı ama bir fazlası ile…



[1]Rahle: Üzerinde kitap okumak için yapılmış açılıp kapanabilen küçük ve dar masa.

[2]Hokka: Mürekkep kabı

[3]Divit: Hokkadaki mürekkebe batırılarak yazı yazılan bir tür kalem.

[4]Peksimet: Uzun süre dayanabilen, kıtlık zamanlarında tüketilen bir çeşit ekmek.

[5]Payton: En az bir atın götürdüğü eski dönemlere ait ulaşım aracı

 
Toplam blog
: 112
: 152
Kayıt tarihi
: 18.09.12
 
 

ODTÜ'lüyüm, makina yüksek mühendisiyim, vicdanı rahat bir memur emeklisiyim, iki çucuk babasıyım,..