Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '13

 
Kategori
Öykü
 

Tuna meyvesi

Tuna meyvesi
 

Tuna bazen şifa bazen mürekkep


Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Dönüp geriye baktım, epey bir yol almışım. Şaştım kaldım.

Malum gittiğim yeri söylemiyorum, ancak yediğimi anlatabiliyorum.

Geçen sefer bizim de bildiğimiz portakala benzer bir meyveden bahsettim. Şimdiyse, daha önce benzerine rastlamadığım bir meyveyi anlatacağım. Adı; Tuna. Öyle diyorlar bu gittiğim yerin halkı; Tuna.

En iyisi gezimin başından anlatmaya başlayayım;

Efendim malum, dere tepe düz gittim ve bir tarlaya ulaştım. Tarla göz alabildiğine ekilmiş. Neyle ekilmiş bilemedim. Sanki çilek gibi ama değil. Yerde yeşilliklerin içinde koyu mavi renkli, küçük, yuvarlak bir meyve gözüküyor.

Yere çömeldim. Bir tanesini koparttım. İçinde su varmış gibi “gluk gluk” diye bir ses geldi. ‘Bu da ne?’ dedim içimden. Burnuma götürdüm hiç kokusu yok. ‘Allah Allah ne ola ki?’ diye merakla sordum kendi kendime. En iyisi tadına bakmak, başka türlü nasıl bir meyve olduğunu anlayamayacağım. Tam ağzımı açtım, içine atacağım. “ Duuur” diye biri bağırdı arkamdan. Sesi oldukça endişeli geliyordu.

“Sakın yeme” dedi bana koşarak yaklaşırken, “sakın yeme.” İyice meraklandım doğrusu. Yemedim tabii ki. Elimde tuttum. Selamlaştık. “Niye bu kadar endişelendiniz?” diye sordum gelen kişiye. “Bu yenmez” dedi “zehirlenirsin.” Elimden atıverdim meyveyi. Daha başka bilgi istedim. “Yok” dedi ben başka bir şey diyemem. Sen en iyisi bu tarlanın yanındaki tarlaya git. Oranın sahibi sana anlatır.” Sonra da benim şaşkın bakışlarım arasında geldiği gibi koşarak gitti.

İyice meraklandım. Pek de gizemli bir durumdu. Bari yürüyeyim dedim, biraz önce giden adamın eliyle işaret ettiği yere doğru. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... En nihayetinde çite benzer dikenlerle karşılaştım. Çok alçak oldukları için ayağımı attım mı, öbür tarafa geçiverdim. Yine yürüdüm, yürüdüm..

Vakit öğleden sonraya denk geliyordu herhalde. Güneş hala kendini hissettiriyordu. Yine bir tarladaydım ama bu sefer güneşin ışıklarıyla gözümün önünde gökkuşağı renkleri dans ediyordu. Sanki kristaller gibi. Yedi renk ahenkle beni karşılıyordu. Ağzım açık kaldı. Bu ışık gösterisi nasıl oluyordu acaba?

“Gel sana göstereyim” dedi arkamdan bir ses. Aniden rüyadan uyanmışçasına dönüp O’nu gördüm. Nur yüzlü bir ihtiyardı. Eliyle onu takip etmemi isterken gülümsüyordu. Tarlanın içine doğru yol aldık. Durmamı söylediğinde durdum. Çöktü, ben de çöktüm. Meyve aynı meyveydi ama dışı şeffaftı. İçinde mor renkli etli bölümü çok rahat görüyordunuz. “Bu şeffaflık mı ışık oyunu yapıyor?” diye sordum. Evet anlamında başını salladı. “Hadi” dedi “kopart”. Birini koparttım. “Ye” dedi. İşte orada durdum. “Zehirli dediler” dedim durmamın sebebini açıklamak için. “Korma” dedi “ bu haliyle zehirli değil. Tam tersi şifalı.” Yedim. İnanılmaz lezzetliydi. Hafif buruk, biraz tatlı acaip değişik bir lezzet. İnsanın yedikçe yiyesi geliyor. Bir kaç tane daha yedim.

Akşam olmak üzereydi. “yolcu” dedi “buralara kadar geldiysen sonrasını da görmeyi hak ediyorsun. İstersen bu akşam benim misafirim ol.” “Tamam” dedim hemen. Bu fırsat kaçar mıydı? “O zaman bana meyveleri toplamamda yardımcı ol” diyerek elime kocaman bir sepet tutuşturdu. Sepeti atkılarla omuzlarımdan  geçirdim ve başladım toplamaya. Arada da bir tane atıverdim ağzıma.

Akşam olup güneş batınca tarlanın güneyindeki klubesine gittik. Güzelce yemek yedik, bana harika ev sahipliği yaptı bu gizemli tarlanın nurlu sahibi.

Gece iyice çökünce tarlaya tekrar çıktık. Yine nefesim kesildi. Gökyüzünden gelen dolunayın ışınları tarlanın parlamasına neden oluyordu. Toprakta olduğumu bilmesem, denizin yakamozlarını seyrettiğimi zannedebilirdim. Gündüz güneşle rengarenk olan tarla, gece dolunayla beyaz ışınlara bürünmüştü.

Yanında getirdiği kilimleri yere serdi yaşlı adam ve anlatmaya başladı;

“ Bizim buralarda Tuna deriz bu meyveye. Her altı ayda bir dolunay zamanı çıkar. Olgunlaşan meyveyi üç gün içinde yiyebilirsin. Sonra 4. gün zehir olur. Artık yiyemezsin.”

Sessizce anlattıklarını dinlemeye devam ettim.

“İçinde ilk gün yediğinde fark etmediğin lacivert bir çekirdek vardır. O her gün daha büyür ve 3. günün sonunda patlar. Mor etli kısım erir ve meyvenin içi tamamen mürekkeple kaplanır. Dışı da bu arada koyu bir renk alır ve kabuğu sertleşir.”

“Ben  böyle bir şey ne gördüm ne duydum. Bizim oralarda yoktur bu meyveden” dedim usulca.

“Bizim buralarda vardır” dedi bilgece ve devam etti. “Şeffaken yediğinde sana kan yapar. Bedenini temizler. Tüm toksinlerini atar ve yerine taze temiz kan bırakır. O nedenle burada yaşayanlar mutlaka 6 ayda bir yeriz.”

“Peki biz şimdi topladık. Bunlar bozulmayacak mı? Yani zehirli hale gelmeyecek mi?” diye sordum merakla.

“Şeffafken toplanılanlar, bir hafta kadar yenebilir. Seninle topladıklarımızın bir kısmı satılacak, bir kısmı da muhtaç olanlara ve hastanelere dağıtılacak ki şifa bulsunlar.”

Bu kadar hayırlı bir iş yaptığımı bilmiyordum doğrusu. Çok etkilendim. “Yarın da toplayabilir miyiz?” diye sordum, birilerine yardım edebileceğim için heyecanlanarak.

“Yarın ve öbür gün de toplayacağız. İstersen kalıp, bana yardım edebilirsin” dedi ihtiyar.

Çok sevindim ve teklifini hemen kabul ettim. Gece de bir miktar tuna topladıktan sonra uyuduk. Ertesi sabah erkenden kalkıp, kahvaltı yaptık ve meyve toplamaya devam ettik.             

Öğlen mola verdiğimizde anlatmaya devam etti yaşlı adam;

“Sanma ki üç gün sonunda bu bereketli meyvenin görevi sona erer. İçinde oluşturduğu mürekkepleri kalemlere doldurarak satarız. Böylece yazı yazmak isteyenler de faydalanırlar. En güzeli de yazı yazmak için ağaç kesmemiz gerekmez. Eğer fark ettiysen, evlerimizi de nehirlerden topladığımız kayalarla yaparız. Biz sadece gerektiğinde ve ısınmak için ağaçları keseriz.”

Doğaya saygılı bir yaşamla karşı karşıyaydım. ‘Keşke’ dedim içimden ‘şehirleşeceğiz, modernleşeceğiz diye ağaçları kesip, betonlaşmaya merak sarmasaydık biz de’

Gözlerimdeki hüznü O da görmüş olacak ki, konuyu değiştirdi çabucak. “Bak” dedi sana kendi icadımız kalemleri göstereyim.” Kalktı ve odasından bir kalem getirdi. Bizim mürekkepli kalemlerimize benzeyen bir kalem. Ucu sivri. Yapıldığı maddeyi anlayamadım açıkçası. “Bunun kullanımını sonra göstereceğim”  diyerek kulübeden çıktı ve o günün tamamını tuna toplayarak geçirdik.

2. gününde tunanın çekirdeği biraz büyümüştü ve yaşlı adamın uyarısıyla çekirdeğini çıkartarak yedim. Üçüncü gün çekirdek daha da büyümüştü. Mor etli kısmıysa çok az kalmıştı ama lezzeti yine yerindeydi. 4. Sabah kaltığımızdaysa, gökkuşağı renkli ışınlar yerini koyu renk bir sessizliğe bırakmıştı.

Daha önceki tarlanın aynısıydı şimdi. Birini koparttım. İçi sıvı doluydu ve ben artık bunun mürekkep olduğunu biliyordum. Kalemi getirdi yaşlı adam ve içine batırdı. Bizim enjeksiyonlar gibi bir sistem yapmışlar. Meyvenin içine batan kalemin üstündeki mekanizmayı indirince, içine mürekkep doluyor. Oldukça pratik. Daha sonra bir “kağıt" verdi elime. Bu da ağaç yapraklarından yapılma, rengi açık bir kağıt. Bu kağıdın üstüne yazdım, koyu bir renk çıkıyor ve güzel okunuyor. Yazınca kağıt dağılacak sandım. Oldukça sağlam, hiç bir şey olmadı.

Bir kaç gün daha orada kalıp, nur yüzlü ihtiyarla vakit geçirdim. Tuna tarlasından ayrılırken, sırt çantamda bir kaç tuna meyvesi, içi mürekkeple dolu  bir kalem ve bir tutam, yapraktan yapılma kağıt vardı. Gönlümde tarifsiz duygular, kulağımdaysa nur yüzlü ihtiyarın anlattıkları.

Kalmak istedi bir yanım, bir yanımsa gitmek. Gitmeyi seçtim, “bu gözler daha kim bilir neler görecek?” diye yoluma devam ettim.

Çimen Erengezgin 

 
Toplam blog
: 164
: 608
Kayıt tarihi
: 08.09.11
 
 

Yazar ve Yoga Eğitmeni ..