Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '13

 
Kategori
Öykü
 

Evdeki hesap...

Evdeki hesap...
 

Katıldığım bir yazma atölyesinde bir ödev verdi hocamız. İlk birkaç cümlelik giriş metnini yazdı tahtaya ve bu girişi, bir öykü olarak tamamlamamızı istedi bizden.  Şöyle başlayacaktı öykümüz: 

           Havaalanında mekanik seslerle tekrarlanan  anons,  21:30 İzmir uçağı için son çağrıyı yapıyor. Kadın yerinden kalkıyor, uyumak üzere olan çocuğa “Haydi,” diyor usulca, “gitmemiz gerek”.
........

İşte bu girişin peşine bir kısa öykü yazacaktık her birimiz, ama gel de yaz kolaysa.. Ismarlama yazılmıyor ki bu meret.. Önce hissetmek, duyumsamak gerek, sonra hikayeyi usul usul zihinde şekillendirmek,  öykü kişileriyle bütünleşmek, olay örgüsü, kurgusal gerçeklik, nesneler, objeler, birbirleriyle ilişkileri, neden sonuç bağlantıları.. hepsi başlı başına tasarım.
Yok, bu iş böyle olmayacak ! derken, oturdum klavyenin başına. Kafamda hiç bir kurgu yok!, hikaye ne olacak belli değil. Dedim ki kendi kendime;  "şu küçük kızla konuşmaya başlayalım hele bir, bakalım neler diyeceğiz birbirimize" ve başladım yazmaya. Sonrası yazdıkça oluştu, adeta hikaye bana kendini yazdırdı. İlk kez yaşadım böyle bir deneyimi ve bu blog sayfamda sizlerle paylaşmak istedim.

Yorumlarınızı, eleştirilerinizi, önerilerinizi, geri bildirimlerinizi bekliyorum.

Buyrun öyleyse, iyi okumalar herkese.

----

 

Havaalanında mekanik seslerle tekrarlanan  anons,  21:30 İzmir uçağı için son çağrıyı yapıyor. Kadın yerinden kalkıyor, uyumak üzere olan çocuğa “Haydi,” diyor usulca, “gitmemiz gerek”.

-          Mummy  çok çok uyku var amaaa..

-          Uçağa çağırıyorlar bizi, gidip yerimize yerleşelim, uçakta uyursun istersen

-          No,  gitmek istemiyo  Deniz,  evimize dönelim...

-          Güzel  prensesim benim,  anneannene  dedene gidiyoruz, anlattım ya sana, hem Kırçıl’la tanışacaksınız unuttun mu? 

-          Eeveeeeettt !

Dudaklarında bir anda beliren bir gülümsemeyle hemen doğruluyor küçüğüm.  Beyaz peluştan uzun kulaklı sıska bir köpek yavrusu  görünümündeki  sırt çantasını sırtına geçiriyor çabucak.  Kapağında sevimli bir köpek resmi yapışık tekerlekli  minik pembe bavulunun da çek çek sapını eline alıyor. Dört yaşındaki bir çocuktan  beklenmeyecek bir sorumluluk duygusuyla  sahipleniyor  eşyalarını.  Uykudan ne de çabuk vazgeçti.  Eve dönme fikrinden de.  Kırçıl’a biran önce kavuşma  fikri herşeyin önüne geç ti bir anda.

-          Mummy,  I’m ready !

-          Tamam bi tanem, ben de hazırım, ver elini, hadi şimdi az ilerdeki B2 kapısına doğru hızlıca yürüyelim seninle

Uçağa binip koltuklarımıza yerleştiğimizde derin bir soluk  alıyorum. Kapıdan geçip, körük boyunca ilerleyip uçağa binerken hãla kalbimi sıkıştırmaya devam eden  o duygu her neyse,  yerini  temkinli bir bekleyişe bırakıyor  yavaş yavaş.  Aslında o endişe  duygusu  ve kalp çarpıntısı, Istanbul  aktarmalı NewYork- İzmir uçuşu için yola çıktığımız New York havaalanından beri peşimi bırakmamıştı.  Aslına bakılırsa, havaalanının da öncesi vardı...

...

-          Anne, baba, beni dinler misiniz lütfen, bırakın benim adıma fikir yürütmeyi  ve beni dinleyin !

-          Kızım şart mı Amerika’da  yapman bu doktorayı?  Hadi İzmir’de istediğin şartları elde edemedin diyelim, İstanbul’daki  Üniversitelerde de mi yok?  Bu kadar uzaklara gitmeni istemiyoruz.

-          Baba, neden anlamak istemiyorsunuz, tam bursla kabul edildim ben, hem de tam istediğim alandaki doktora programı için. Kolay mı sanıyorsunuz Amerika’da prestijli  üniversitelerden birinden Doktora süresince tam burs alabilmek?  Bu herkesin kolay kolay elde edemeyeceği  bir başarı.  Destekleyeceğinize, engel  olmaya çalışıyorsunuz.

-          Kızım nasıl  yaşanır oralarda? Kültürü farklı, insanı farklı, lisanı farklı, herşeyi  farklı bizlerden. Hem çok uzak çok.  Biz gelemeyiz oralara.

-          Anne,  yaşayacak olan sen değilsin, benim.  Evet uzak haklısın, ucuz da değil atlayıp uçağa sık sık gidip gelmek için, ama sayılı zaman, üç dört  yıl hepi  topu.

....

Gönüllerini  yapıp, rızalarını alarak olmamıştı gidişim. Evdeki  ‘hepi topu  yıl’ hesabı  da çarşıya uymadı. Sadece o hesap  mıydı şaşan?  Kariyer, iş, aş, eş,  ev,  evlilik, ...  Çarşıya çıkınca, hiç hesapta olmayanlar da ekleniverir  ya listeye,  işte aynen  o hesap!... 

Doktoraya  yeni başladığım bir dönemde, üstelik de yeni bir ülkeye, sisteme ve hayata alışmaya çalışma evresinde Husseyin ile tanışmamız  ve  birbirimize aşık olmamız, hesapta olmayanların başlangıcıydı...  Bu yakınlaşma kaçınılmazdı zira, Husseyin’in, Temel Bilimler - Moleküler Biyoloji  alanındaki  doktora programına başvuran 200’ün üzerinde öğrenci arasından kabul  edilen yedi  kişiden biri olması, ortak paydalarımızdan sadece bir tanesiydi.  

Husseyin,  doktora programının üçüncü yılında,  benimse  ilk yılım.  Önümdeki  program uzun ve ağır,  yani bu aşk meşk işlerinin hiç de zamanı değil  aslında.  Ama hayat öyle formatlı, çerçeveli, hesaplı, kitaplı yürümüyor  işte.  Üstelik herşey hızlı ve "light" buralarda,  derinlik yok , ayrıntı gereksiz,  yemekler  fast food, arkadaşlıklar  yüzeysel, konuşmalar "chat", uykular "nap".  Aşk;  kapıyı bile çalmadan içeri dalıveriyor... 

Her ikimizin de devam etmekte olduğu  burslu doktora programı, doktora süresince okul harcını karşılıyor ve yaşam masrafları için de burs sağlıyordu ancak bu para yaşam giderlerine yetişmiyordu.  Ortak eve çıkarak gelirleri ve masrafları paylaşma kararı vermemizin ardından uygun bir ev bulmamız fazla sürmedi. Birlikte yaşamaya başladık.  İlerleyen zaman içinde, yaşam standartımızı korumak ve biraz da yükseltebilmek için iş olanakları ararken Husseyin,  üniversitede öğretim asistanlığı buldu.  Ben de esnek zamanlı olarak bir araştırma projesinde çalışmaya başladım. Ne var ki, finansal destek sağlayan bu ek işler yüzünden doktora çalışmalarımıza daha az zaman ayırabilir olmuştuk.  Benim ikinci senem dolduğu halde,  henüz bir yıllık yol almış gibiydim. Evdeki  hesabın uymadığı bir çarşıdaydım artık...

Annem babamla bazen telefonla, çoğu zaman  internet üstünden görüntülü olarak konuşmak,  özlemlerime iyi geliyordu. Neler neler özlüyorum, ben bile şaşıyordum kendime.  Pazara gitmeyi, çarşı-pazarda pazarlık etmeyi, mahalle bakkalımızı, el kol hareketleriyle konuşan manavımızı, uzaktan birbirine bağıranları, kuaförümü,  temizliğe yardıma  gelen Kezban ablayı,  annemin patlıcanlı puaçasını,  fırın ekmeğini, simitçi simidini...  Ezan sesi duymak bile özlemlerim arasındaydı.  O sonuna kadar sesini açarak bas bas bağırtılan ezanı özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi..  annemi babamı, Kırçıl’ımın uzun kulaklarını çekiştire çekiştire sevmeyi  okşamayı,  İzmir’imi  ve Türkiye’mi  özlüyordum.  Çarşıya uymayan hesaplar gibi özlemlerim de,  gittikçe  kabarıyordu. Son zamanlarda niyeyse, ota boka ağlar olmuştum bir de.  Sonunda, Noel  tatilini fırsat bilip kısa süreliğine de olsa Türkiye’ye gitme duygusallığının, mantığımı  ele geçirmesine engel  olmadım. Hesapta olmayanları yapmaya  alışmıştım nasılsa.

Döndüğümde hamile olduğumu öğrenmek, bebeği  aldırıp doktoramı  tamamlamak seçeneği  ile bebeği  doğurup sonrasında kariyerime ne olacağını kestirememek  arasındaki  o ince çizginin, bir o yanına bir diğer yanına uykusuz  geceler boyunca  savrulmak,  bunların da hiçbiri hesapta yoktu,  çarşıya çıktıktan sonra eklendiler listeye...

Husseyin’le konuşmam,  bebeğin kalmasına karar vermemiz, eve  ve bebeğin ihtiyaçlarına yönelik eksikleri  tamamlamaya  girişmemiz,  bir yandan doktora  çalışmalarıma olabildiğince hız vermek, bir yandan  onu bunu da yapmak  derken,  doğuma  kadarki  süreyi en verimli şekilde kullanma telaşından, nikahı araya apar topar sıkıştırabilmiştik.

Annemin babamın,  ne  Hüsseyin’den haberleri  vardı, ne birlikte eve çıktığımızdan, ne nerdeyse doğacak olan Deniz’den, ne de telsiz duvaksız evlendiğimden.  Olmamıştı, bür türlü söyleyememiştim. Nerden başlayacağımı, nasıl söyleyeceğimi  bilememiştim... Ama, tüm o koşturmaca arasında asla atlamadan,  titizlikle, özenle, sabırla, kimi zaman endişeyle çoğu zaman umutla ve özlemle yapmaya devam ettiğim bir şey vardı; tüm yaşanmışlıklarımı fotoğraflamak, albümlemek, klasörlemek, dosyalamak. Böylece, anneme babama söyleyemediğim  her şeyi,  kãh  fotoğraf karelerinde  kãh  video kayıtlarında biriktirdim, onlarla  paylaşacağım zamanın geleceği  umudunu hep koruyarak.

Deniz’in doğumundan sonra geçen dört yıl içinde, doktoramı  gecikmeyle de olsa tamamlamıştım. Geçen yıllar içinde albümler klasörler video kayıtları birikmiş, söylenemeyenler  resme ve görüntüye çevrilerek “gigabyte”larca saklanmıştı.  Deniz’in karnımdaki ayları,  Husseyn’le nikahımız,  Deniz’in doğumu, eve geliş, ilk banyosu, ilk kelimeleri, ilk adımları, ilk doğum günü, ilkler, ilkler, ilkler...

Annemlerle en son konuştuğumda, İzmir’e bir sürprizle geleceğimi  söylemiş, uçuş gün ve saatini  haber vermiştim.  İşte aslında o kalp çarpınıtısı ve  sonrasında da  kalbimi sıkıştırmaya devam eden o duygu, o korku, o endişe, o her neyse,  tam da o zaman başlamıştı. Annemi  babamı,  geçmişte onlardan çalmak zorunda kaldığım o zaman dilimine götürecek olduğum  o  yolculuğun  en başını, o ilk şoku, bir atlatabilsek...

“Mummy  çişim geldi” sesiyle düşüncelerimden  sıyrılıyorum.  “Uyandın mı prensesim?  kemerini  açalım, ondan sonra kalkabiliriz”. Sağ tarafımda oturmakta olan yolcudan, geçmek için izin isteyerek koridora çıkıyoruz Deniz’le birlikte.  Koridorun  sonundaki tuvaletlere ulaşmak için dar koridor  boyunca  önde Deniz, arkada ben  ilerlerliyoruz.  Yan taraftaki koltuklardan birinden ince bir çocuk sesi geliyor kulağıma “anne, anne, şuna  bak!”.  Parmağıyla Deniz’i  işaret ettiğini görüyorum. “Yüzü çukulata renginde, kolları bacakları da.  Niye öyle? ”...

İşte tam da o duygu, o kalp ağrısı, yine saplanıyor  yüreğime, derin bir soluk çekiyorum  içime, “Ne olacaksa olacak..” diyorum kendi kendime, “.. bir sürprizle geleceğimi söylemiştim, sözümü tuttum işte.”

Yeşim E. Narter
Istanbul, Mart' 2013

 
Toplam blog
: 45
: 2228
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

"Artık makine ile değil, insanla iletişim kurma" kararımın ardından IT sektöründeki kariyerimi nokta..