Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ekim '18

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye'ye Layık Görülen Muamele

TÜRKİYE ve Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler bu aralar pek gündeme gelmiyor. Daha doğrusu, birliğe yönelik adaptasyon çalışmaları sanki tavsama yoluna girmekte. Önemli olan, yıllardır karşılıksız ödünler vere vere, Avrupa Birliğine girme rüyamızın ne olacağının bilinmesidir.

Gerçektende, AB’ne girebilecek miyiz? Bu zamana kadar AB ile yürüttüğümüz ilişkiler, müktesebat adına iç hukukumuzda yaptığımız reformlar, kaldırılan yargı kurumları, sonunda bu yaptığımız faaliyetlere ve çalışmalara değecek midir?

Öte yandan, Avrupa Birliğinin bizi almayacağı, seslendirilen bir gerçektir. Özellikle, bu olgu, kamuoyunda ve medyada bu meyanda tavır alan aydınları, akademisyenleri, yazarları, gruplara ayırmıştır. Bir kısım grup, körü körüne Avrupa Birliğine girmemiz gerektiğini, bizim yerimizin Avrupa medeniyet kıtasında olduğunu seslendirirken, diğerleri diyebileceğimiz bir başka kesim, kendilerince makul sebepler öne sürerek, birliğe entegrasyonun Türkiye için hiçbir getirisi olmayacağını savunmakta.

Gerçektende oturup düşündüğümüzde; acaba sağlıklı bir çıkarım yaparak bir sonuca ulaşmamız mümkün müdür? Geçmişte, Türkiye – Avrupa Birliği ilişkilerine, diyaloglarına baktığımızda, Brüksel’in Türkiye’ye hiçte samimi davranmadığını görebiliriz. Bizden daha sonra üyelik başvurusunda bulunan Doğu Avrupa bloğu ülkeleri - bizden farklı olarak komünist rejimin yıllarca baskısı altında yokluk ve yoksulluk dolu yıllar geçirmiş, demokrasi deneyimleri Türkiye’ye nazaran daha yeni olan bu ülkeler - Avrupa Birliğine üye olmuştur.

***

Daha doğrusu, Türkiye’ye karşı ikircilikli bir davranış stratejisi belirleyen Avrupa topluluğu, bu bize göre daha yeni demokrasi kültürünü benimseyen ülkeleri, hemencicik bağırlarına basabilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken, her şeyin medyada yansıdığı, göründüğü, anlatıldığı gibi olmadığıdır. Basında, sadece size verilenle yetinirsiniz. Ya da medyayı kullanan Avrupa Birliği misyonerlerinin ne kadarını bilinmesini istiyorlarsa, o kadarı ile yetinirsiniz.

Şunu kabul etmeliyiz; Avrupa Birliği Türkiye’ye karşı samimi, dürüst organizatör gibi davranmamaktadır. Türkiye-AB ilişkilerinin yürütüldüğü kulislerde, nelerin konuşulduğu, tartışıldığı, Türkiye için biçilen rolün ne olduğunu, sıradan ve ortalama bir vatandaşın vakıf olması mümkün müdür?

Avrupa Birliğine üyelik, kamuoyunda, bir devlet meselesi ya da projesi olarak lanse ediliyor. Medeniyetleşmenin, Batılılaşmanın, Atatürkçülüğün, yegâne yolunun, buraya girmekle eşanlamlı olduğu, insanlara empoze ediliyor.

Tabii ki, ATATÜRKÇÜLÜK ideolojisinin içinde zımnen de olsa Avrupa medeniyet ruhu vardır. Ama, bu körü körüne teslimiyetçilik değildir. Onurlu ve dikbaşlı, eşit, hukuksal adalete dayanan bir çağdaşlık projesidir. Böyle konuşan biri, hemencecik AB karşıtı da ilan edilir. Şöyle, Türkiye-Avrupa Birliği sürecine bir bakın bakalım; ne göreceksiniz ya da ne gördünüz? Tek taraflı dayatılan reform süreçleri değil midir bu zamana kadar yapılan? Türkiye’nin tembel bir öğrenci gibi ev ödevlerini yapmadığı söylenegelir.

***

Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğunun 1958 yılında Roma Antlaşması ile kurulmasından kısa bir süre sonra, Temmuz 1959’da Topluluğa tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Türkiye, II.Dünya Savaşından sonra, dünyada cereyan eden gelişmelere göre, dönemin politik anlayış ve konumlanmasına binaen, Avrupa kıtasında ya da Avrupalılığı merkeze alan siyasi ve güvenlik oluşumlarına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı da. Bu bakımdan, Türkiye’nin OECD, NATO, AVRUPA KONSEYİ girişimleri, bu kurumların bir üyesi haline gelmesini, bu minvalde okuyabiliriz.

Türkiye’nin Avrupa Birliği entegrasyon sürecindeki ilk ara durağı, Toplulukla imza edilen, 12 Eylül 1963 tarihindeki Ankara Antlaşmasıdır. Anlaşmada, hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olmak üzere üç safha planlanmıştır. Buna paralel olarak, geçiş döneminin sonunda gümrük birliğinin tamamlanması öngörülmüştür. Anlaşmada öngörülen hazırlık döneminin sona ermesiyle birlikte, 13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 73 yılında yürürlüğe giren Katma Protokolde geçiş döneminin hükümleri ve tarafların üstleneceği yükümlülükler tespit edilmiştir.

Türkiye, 1970’li yıllarda içinde bulunduğu ekonomik krizden ötürü, Katma Protokolde üzerine düşenleri yerine getirememiştir. Ya da politik bir tercih olarak, bu meyandaki yapılması gerekenler ya ötelenmiştir ya da yapılmamıştır. Bu arada Türkiye’den başka dünya bir iktisadi krizi yaşamaktaydı. 1970 yılı dünya’yı petrol krizinden geçirmekteydi. O zamanlar benimsenen görüşler olan: AB’nin Türkiye’yi kendisine açık Pazar haline getirdiği, entegrasyon süreciyle Türkiye ticaret pazarının sömürüldüğü, ekonomik politika olarak ithal ikameci bir sanayinin yerleştirilmesi gerektiği, yanlış stratejiler miydi? Ya da, 21.yy.dan bakarak o dönemin siyasal kararlarını eleştirmek ne kadar tutarlıdır? 12 Eylül askeri rejimi döneminde, Yunanistan’ın 1980’de Avrupa Topluluğuna tam üye olması, sürece, siyasi boyutlarında eklemlenmesine neden olmuştur.

Türkiye’de 1983 yılında esen sert rüzgârların yerine, bahar havasının esmesi, 1984 yılından itibaren Turgut Özal ile birlikte, ithal ikameci sanayi politikalarının terk edilerek, liberal piyasa uygulamalarına hız verilmesi, içe dönük olmaktan, dışa dönük bir rotanın saptanması sonucunda, Türkiye, 14 Nisan 1987’de AB’ne tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Türkiye-AB ilişkileri ekseninde gümrük birliğine üyelik babında Katma Protokolde öngörüldüğü gibi 1995 yılında gümrük birliğinin gereklerinin tamamlanması yönünde hazırlıklara başlanmıştır.

***

5 Mart 1995 tarihinde yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında onanan karar uyarınca, Türkiye ile AB arasında gümrük birliği 1 Ocak 1996 tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir. Türkiye, gümrük birliğine girdikten sonra kendisine vaat edilen 2.5 milyar Euro’ya varan mali yardım hakkından mahrum bırakılmıştır. Burada, Yunanistan ve Avrupa Parlamentosu etkili olmuştur.

Avrupa Birliği 1993 tarihinde Kopenhag Zirve Toplantısında aldığı kararlar doğrultusunda, eski Varşova Paktı üyeleri olan merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan bir genişleme sürecini başlattı. Kopenhag kriterleri dediğimiz kriterler, demokrasi, insan hakları, ekonomik gelişme, Topluluk müktesebatının yerine getirebilme, birlik ekonomileri ile rekabet edebilme gücü...

12-13 Aralık 1997 tarihlerinde Lüksemburg’da yapılan Avrupa Birliği Zirvesinde, kabul edilen Sonuç Bildirisinin en önemli bölümü genişleme konusuna ayrılmıştır. Lüksemburg Zirvesi sonrasında varılan netice bakımından Türkiye’yi ilgilendiren şu hususlar öne çıkmaktadır:

- Türkiye’nin tam üyeliğe ehliyeti bir kez daha teyit edilmiştir.

- Avrupa Birliği, Türkiye’yi tam üyeliğe hazırlamak için bir strateji saptanmasına karar vermiştir.

- Türkiye ve Avrupa Birliği arasında sürdürülen ilişkilerin güçlendirilmesinin aynı zamanda ülkemizdeki siyasi ve ekonomik reformların sürmesine, Yunanistan ile iyi ve istikrarlı ilişkilere sahip olunmasına, Kıbrıs sorununa çözüm bulunması maksadıyla BM gözetimindeki müzakerelerin desteklenmesine bağlı olduğu vurgulanmıştır.

Burada bir durup soluklanmak gereklidir. Yukarıda ve az önce maddeleştirdiğim yazımlarda, Türkiye’ye karşı hakkaniyet ölçülerinde davranıldığı söylenebilir mi? Bir yanda, sizi sürekli birtakım engellerin altına sokup, bunları zorla yapacaksın diye dayatan hukuki bir kurum, diğer bir yanda körü körüne sevdaya düşmüş, yönünü Batıcılık olarak belirlemiş bedbaht Türkiye!

***

15-16 Haziran 1998 tarihinde gerçekleşen AB Cardiff Zirvesi sonucunda, yayınlanan Başkanlık Sonuç Belgesinin genişleme ile ilgili bölümünde, Türkiye’nin Avrupa Birliği genişleme sürecindeki konumunu görece biraz daha düzelten bir üslûba yer verilmiştir. Belgede, Türkiye’nin “üyelik adayı” tanımlaması, ilgi çekicidir. Dönemin hükümetleri, gerekli gördükleri çekinceleri ve haksızlıkları hükümet açıklaması biçiminde kamuoyuna deklare etmiştir. Üzerinde düşünülmesi gereken mesele şudur: Müktesebat içinde yer alıp almadığı kuşkulu, hukukiliği tartışmalı, politik kısımda yer alan, Kıbrıs konusu, insan hakları, Kürt sorunu, Türk-Yunan ilişkilerinin, adeta tek taraflı dayatılmasıdır.

Türkiye, 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesinde oybirliği ile Avrupa Birliğine aday ülke olarak kabul ve ilan edilmiştir.Yine, bu doğrultuda aday ülkelerle eşit pozisyonda olacağı açık ve kesin bir üslûpla deklare edilmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine adaylığının hukuki adımını oluşturan Katılım Ortaklığı Belgesi ve Çerçeve Yönetmelik’in 2001 yılı başlarında Avrupa Birliği Konseyince onanmasından sonra ülkemiz, AB müktesebatının üstlenilmesine dair ulusal programı 26 Mart 2001 tarihinde Komisyona tevdi etmiştir. Bundan sonraki süreçte, üyelik faaliyetlerimiz, sözkonusu belgedeki önceliklerimiz doğrultusunda biçimlenmiştir.

Türkiye’de Avrupa Birliğine yönelik tartışmalar, geniş kapsamlı katılım yapılmadan sürdürülmektedir. Özellikle, kamuoyunda üyeliğe yönelik yapılan nabız yoklama çalışmalarında, halkımızın çoğunun, Avrupa Birliği olgusu karşısında yeterince donanımlı olmadığı görülmektedir. Bu konu, daha çok entelektüel ve aydın kesimin indinde sürdürülen, sanki biraz halktan kopuk bir sorunsal haline gelmiştir. Kesinlikle, bilinmesi gereken, Türkiye’nin adaylığının ve tam üyeliğinin, milli irade ve onurdan taviz verilmeden yapılması gerekliliğidir.

Bu zamana kadar ne kazandık derseniz; sanki oyalamayla geçen bir hayal diyebiliriz...

NOT: Bu makaleyi 2010 yılında yazıp, yayımlamıştım, siz değerli Milliyet Blog okurlarıyla da paylaşmak istedim...

 

 
Toplam blog
: 706
: 83
Kayıt tarihi
: 18.05.16
 
 

Ben, Uludağ Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü mezunuyum. Şuan için öze..