Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '14

 
Kategori
Kitap
 

Türkiye’de Yahudi bir Çiftçinin Anıları

Türkiye’de Yahudi bir Çiftçinin Anıları
 

kitap kapağı


Koskoca dünya şehri İstanbul’da Fransızca kitap bulmanın zorluğu hepimizin malumu. Şansıma 5 Ekim 2013’de İstinye Park D&R’da Mémoires D’un Fermier Juif En Turquie adlı yalnızca 100 adet basılmış bir kitap elime geçti. Daha da ilginci kitapta anılarını anlatan Albert Kant’ın torununu yanımdaki arkadaşımın liseden tanıyor olmasıydı. Bu tesadüf yalnızca bir tesadüf olamaz dedim ve 80 TL’yi hemen bastırıp kitabı aldım. Siz daha önceden Bir Yahudinin Anıları adıyla yayımlanmış Türkçesini daha ucuza bulup okuyabilirsiniz (gerçi verdiğim bağlantıda çevirinin iyi olmadığı anlatılıyor).

Bu kitap bana bir iki açıdan ilginç geldi. İlk nokta, yaşamının çoğunu Türkiye’de geçirmiş olsa da Albert Kant’ın aslında buralara hep dışardan bakmış birisi olması. Çocukluğunu geçirdiği ve aslında ayrımcılıkla da tanıştığı Rusya bile daha duygusal bir tınıyla bahis konusu oluyor. Türkiye’yi sevmiyor değil; ama yüreği doğal olarak hep İsrail için atıyor. Bu duyguları Türkiye’de yaşayan her Yahudi’ye – yurttaş olsun; ya da Kant gibi olmasın --  mâl edemeyiz. Ben yalnızca hiçbir zaman tam olarak bir ülkeyle kaynaşılamayabileceği gerçeğinden dolayı buna dikkât ettim. Türkiye’de doğup ABD’ye genç yaşta giden ve sonuna dek orada kalan birisinin başına da bu gelebilir; ya da belli bir süre yurtdışında kalıp orada yabancı olmayı içselleştiren bir Türk de geri döndüğünde belki hep etrafına yabancı gözlerle bakmaya devam edebilir.

İkinci ilginç nokta ise Kant’ın çok samimi bir şekilde, özellikle de evleninceye kadar yaşadığı cinsel deneyimleri büyük bir açıklıkla paylaşmış olması. Bunları oğlum ve torunlarım okuduğunda ne hissedecek aklına gelmedi mi acaba? Ya da onlar okuduklarında ne düşündüler bunu merak ettim. Bu bahsettiğim noktada da aslında Kant hakkında olumsuz bir yargıda bulunmuyorum. Yalnızca sanatçı çevrelere ait olmayan bizler için bu tür bir açıklık daha zormuş gibi geliyor bana. Sonuçta Kant açık görüşlü birisi olsa bile; ya da gençliğinde sosyalizme sempati duysa da, radikal; veya devrimci değil. Konuşabildiği birçok dile rağmen derin bir entelektüel olduğu da söylenemez. Daha ziyade iyi bir aile babası olarak karşımıza çıkıyor. Belki bu iki nokta birbiriyle ilintili. Hep yabancı olarak kaldığı için yaşamı boyunca, etrafın ne düşüneceğini aklına getirmemiş ve mahrem anılarını paylaşmakta sakınca görmemiş olabilir. Beni etkileyen bir diğer nokta ise, günlük tutmanın yararını bana göstermesi. Kant, Rum sevgilisiyle yattıktan sonra evden çıkıp hangi muhallebiciye gittiğini bile söyleyebiliyor. Çünkü tüm yaşamı boyunca notlar almış. Benim gibi bölük pörçük yaşantıları ayırdına varmadan kesip birbirine sık sık ekleyen birisi için göz açıcı oldu bu ve ben de bir günce tutmaya başladım.

Kant’ın Çarlık Rusyasında (devrimden sonra Romanya’nın olan) Besarabya’daki çocukluğu ortalama bir Türk okurunun ilgisini çok çekmeyebilir. Dindar büyük anne ve babalar var; ama kâhyalık yaptığı bir Rus derebeyinin korumasındaki babası daha liberal. Kant’ın annesi ölünce evlendiği ikinci karısı da evde liberal görüşleri canlandırıyor. Kant, eski Almancanın bir diyalektiği olduğunu sandığım Yidiş dili konuşuyor bebeyken. Sonra Rusya’ya eklemlenebilmek için Rusça öğreniyor ve çok az Yahudi’nin kabul edildiği bir okula gidiyor. Savaştan hemen önce en nihayet Filistin’e gideceklerini düşünerek bir Yahudi organizasyonu aracılığıyla Bandırma’da alınan bir çiftlik için Türkiye’ye taşınıyorlar. Çünkü Rusya’daki Yahudi düşmanlığından korkuyorlar. Savaş sırasında ise İstanbul’a gelmeleri yasaklanıyor; çünkü düşman Rusya’nın uyruğundalar. Her ne kadar Rusya’nın çok da ileri olmayan bir bölgesinden gelmiş olsalar da, İstanbul’dan etkilenmiyorlar. Park olmamasından bahsediyor örneğin. Ya da yanlarında getirdikleri Rus hizmetçilerinin Pera’da çimdiklenmesi onları çok şaşırtıyor. Savaş başladıktan sonra çiftliklerine yerleşen Türk ordusundan bir subayın tacizine uğruyor. Ne olduğuna anlam veremiyor. Bunu paylaştığı üvey annesi hiç paniklemiyor, yalnızca o subayın çadırına bir daha gitmemesini söylüyor. Ermeni tehciri yılları olmasına karşın bundan da hiç bahis yok. Hattâçiftlikte çalıştırdıkları bir Ermeni kâhya var, onun da annesi, Türk ordusuna iaşe sağlayan bir başka Ermeni.

Savaş bittikten sonra Yunan işgali dönemi ise güvensiz bir dönem. Bir ara mallarını ve orada kalan aile üyelerini kurtarmak için gönderildiği Odessa’dan kaçışı bir macera. Bandırma’da özellikle Çerkez çetelerden çektikleri de (kaçırılışı, babasının yüklü fidye ile onu kurtarması), bazen silah kullanması da heyecanlı. Bu arada hem evdeki Rus hizmetçi ile, sonra Bandırma’da bir Rum kızla (babası da Rum kızın dul annesi ile birlikte oluyor) ve Filistin’e gitmeye çalışan ve onu da gelmeye ikna etmek isteyen bir Rusya Yahudisi kızla ilişkilerini burada ayrıntılı bir şekilde okuyoruz. Fransızca nasıl öğrendiğini unuttum; ama 1920’lerde bir de Bandırma’daki bir Ermeni kadından İngilizce dersi de alıyor. Sonra Rumların ve Ermenilerin Türklerin zaferinden hemen önce kaçışları var. Buradaki tasvirler (sahipsiz başı boş kalan inek sürüleri, boşalan dükkân ve evler, iki taraftan gelen ateş yüzünden ölme korkusu) çok canlı anlatılmış. Neredeyse Empire of the Sun kitabında çok başarılı bir şekilde verilmiş, savaşın son anlarındaki o belirsiz arafta yaşama gerilimini bu anılarda da bulabiliyoruz. Bana garip gelen diğer azınlıkların gitmesinden (ona ders veren Ermeni kadın; ya da Rum sevgili) özel bir hüzün hissetmemiş gibi görünüyor olması. Hani geride çok Yahudi kalsa bunu anlayabilirim. Ama bahsettiğimiz yer Bandırma. Aslında Yahudi de az. Batılı yaşama daha yakın başka etnik grupların olması ona kendini daha rahat hissettirmez miydi? Sonra bir iki gün içinde bu diğerleri kaçıyor. Ve doğulu Türklerle başbaşa kalmak (hadi yüzlerce yıldır buralı olan bir Yahudi aile olsa neyse) Kant ailesini tedirgin etmiyor.

Cumhuriyet’in ilk yılları onun gözünde çok olumlu. Ama Hitler ve sonrasında Nazilerin yaptıkları Albert Kant’ı çok derinden sarsıyor. Varlık vergisinden bahis var mı unuttum. Ama 1942’de çok cüzi bir miktara devlet 30 yıldır var etmeye çalıştıkları çiftliklerini kamulaştırıyor. Falih Rıfkı Atay’ın araya girmesi bile çare olmuyor. Savaş bitiminde, haymatlos Albert Kant, Türkiyeli eşine rağmen Nazi sempatizanı bir polis müdürü tarafından Türkiye’den atılmaya çalışılıyor. Bu bela da baştan savulduktan sonra Türkiye hakkında olumsuz bir anlatıma rastlamıyoruz. Bir tek Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden söz ediyor (kamyon ticareti yaparken, DP’nin her şeyi ucuzlatacağız sözünün satışları nasıl düşürdüğünü ve bu işi bırakmasına neden olduğunu açıklıyor). Bu yıllarda aslında Türk halkı ile benim haşır neşir olduğumdan daha yakınlaşmış, hem onlardan irfan kazanmış hem de onlarla güzel bir iletişim nasıl kurulacağını. Sonrasında ne 6-7 Eylül olaylarından söz ediyor, ne 60 darbesinden. Onlar yerine 60’ların başında Yugoslavya ve Yunanistan ziyaretlerinde Nazi vahşetini dinliyor, sonra İsrail’e geçiyor ve genç ülkenin gelişme başarısı onu hayran bırakıyor.

Albert Kant ne zaman ölmüş bilmiyorum. Ama en azından 1984’te hayattaymış. Belki babası gibi 100 yıl yaşayıp öldü. Birçok dili iyi konuşmasıyla, günce tutmasıyla, açık sözlülüğüyle etkileyici ve genel olarak sevimli biriymiş.

 

 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..