Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '10

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye statükonun vesayetinden kurtularak özgürleşmelidir!

Türkiye statükonun vesayetinden kurtularak özgürleşmelidir!
 

Bir ülkenin demokratikleşmesi, o ülkede seçilmiş ve atanmışların hesap verebilirliği ve halkın hesap sorabilirliği ile paralel bir süreçtir.

Halk ne kadar hesap sorabiliyorsa demokrasi o kadar gelişmiştir diyebiliriz.

Demokratikleşmemizin önündeki en büyük engel statükodur.

Ülkemizde statüko Tek parti diktasında bürokratik oligarşinin yönetim üzerindeki etkisi statükoyu aşıp devlet yönetiminin her kademesine nüfuz etmesini sağlamıştır.

Devletin tüm karar verme mekanizmalarına nüfuz eden statüko, demokratikleşme sürecinde, rejimin muhtelif yerlerindeki nüans noktalarında demokratik anlayışın bulunması gereken noktaları işgal ettiğinden sürecin belli dönemlerde tıkanması söz konusu olmuştur.

Gerek bürokratik oligarşinin yönetimi altında, Cumhuriyet, Laiklik gibi kavramların içlerinin doldurulup halka sunulması; gerekse statükonun tabulaştırılması demokrasi mücadelesini bürokratik keyfiyetle yasa(k)-dışı kılabilmiştir.

Biri çıkıp ifade özgürlüğüne güvenerek statükoyu eleştirmeye kalksa karşısında Demokratik bir kurum değil, bizzat kendisini “Cumhuriyet kazanımları”nın savunucusu ilan eden bir kurumu bulacaktır. Hatta tarafsız olması gereken bu kurum onu yargılama(cezalandırma) hakkına sahip olacaktır.

Esasen ifade hakkını koruması gereken kurumlarımız demokratik hassasiyetlerin yerine resmi ideolojiyi odak kabul ettiklerinden Demokrasi adına değil resmi ideoloji adına karar vereceklerdir. Ve statükoyu eleştiren kişi Cumhuriyet ve Laiklik düşmanı ilan edilebilecektir.

Bu nedenledir ki ülke adına kritik karlarda hukukun evrensel ilkelerini dahi göz ardı eden Yüksek yargı organları hukuk ve yasa adına değil resmi ideoloji adını verdikleri statüko adına karar vermektedir.

Yargıyı iç hukukun ve evrensel hukuk ilkelerinin bağlamadığı ender ülkelerden birisi olmaya devam ediyor olmamız demokrasi kültürünün bırakınız sıradan halk katmanlarını devletin en eğitimli olması gereken üst görev noktasında güvence olmaları gereken kurumlarda ısrarla yerleşmemesi bütün sıkıntılarımızın kaynağıdır.

Resmi ideolojinin/statükonun eleştirilemez kılınışı demokrasimizi sürekli ağır aksak bir gelişim sürecinde tutmuştur.

Her demokratik öneri önce resmi ideoloji/statüko duvarına toslamış, öneri sahipleri vatan haini muamelesi görebilmişlerdir. Yaşanan bu süreçlere gerekli demokratik tepkinin gösterilmesi, henüz statükonun varlığını tartışamaya yeni yeni başlamışken tasfiyesinin tartışılmasının önündeki en önemli psikolojik eşiktir.

1950'ler ve sonrasındaki katı devletçilikten sapma statükocularca tepkiye neden olmuş, dindarlara verilen tavizlere(!) de tahammül edemeyen malum kesimin reaksiyonları demokrasi adına girişilen her hak iade çabasında rastlanmaya başlanmıştır.

Son dönem başörtüsü meselesinde atanmışların göstermiş olduğu kıyafet özgürlüğü sağlanması durumunda laikliğin tehlikeye gireceği, dahası İran rejimini ithal etmenin ilk adımı olacağı izlenimi verilmektedir.

Oysa asıl neden statükonun katı yasaklama anlayışıyla halkın tüm kesimleri üzerinde kurduğu baskı mekanizmasından taviz verilmesi durumunda varlığının, hatta tasfiyesinin tartışılabilecek olmasıdır.

Sonuçta halkın bir tercihi sonucu muktedir olmayan bu ideoloji, halkın desteğinden mahrum olduğundan tartışılabilir olduğunda devletin kademelerinde tutunamayacaktır.

Statüko odaklarının darbeler, muhtıralar ve bildirilerle yapmaya çalıştığı şey bunun olmasına engel olmaktır.

Demokratikleşme sürecinin sağlıklı ve kesintisiz yürümesi isteniyorsa, öncelikle bunun önündeki en büyük engel olan statükonun tartışılması gerekmektedir. Demokrasinin bir gereği olan bu tartışma, Türkiye’nin demokrasi sürecin miladı olabilecektir.

Değişime karşı çıkan statükonun yandaşıdır. Şayet statükonun varlığından kaynaklanan bir zulüm varsa yandaş da zulme ortaktır, zalimdir. Adını değiştirip, muhafaza-kâr da milliyetçi de desek, değişime kapalılık statükonun varlığına bel bağlamaktır. Mevcut sistemin tuzağına düşmek, değişime kapalı olmak ve belki mevcut durumu koruma içgüdüsüne teslim olmak, yine mevcut sistemin zulmüne ortak olmaktır.

Statüko daima mevcudun en ideali olduğu kanısını dayatır. Yeni kazanımların karşısına muhtemel kayıpları çıkararak değişim taleplerini zarar verici iş olarak tanımlar ve gerekli gördüğünde cezalandırır. Muhtemel kayıpların geri kazanılamaz olduğu yanılgısını manipüle gücünü kullanarak yaydığında, değişim taleplerinin üzerini mevcut durum memnuniyeti ile örtmüş olacaktır.

Bu noktada itiraz hakkını kullanmak, daha iyisi adına değişim çabasında olanların ilk başvuracakları yoldur. Tabii ki burada söz konusu daha iyisini isteme bir tatminsizlik sonucu ortaya çıkmamalıdır. Sadece mümkün ve münasip iyiye ulaşma isteğinden kaynaklandığında makul olacaktır.

Statükonun tatminsizlik argümanını kullanacağı varsayarsak, bu saldırının püskürtülmesi ancak rant kapılarını kapatacak ve müesses nizamdan statükocuların sağladığı ayrıcalıkların gün yüzüne çıkaracak çalışmalarla mümkün olacaktır.

Statükoyu resmi ideoloji olarak rejimin her aşamasında kilit noktalarını elinde tutmasını sağlayan “atanmış” kadrolar, atanmışlığın verdiği rahatlıkla keyfi kararlarını “resmi ideoloji yararına” maskesiyle servis edebilmişlerdir.

Statükonun varlığını devam ettirebilmesi için “sadık bekçilere” ve “kavram karışıklığına maruz kalmış kitlelere” ihtiyacı olduğu gibi, aynı zamanda bir “değişmeze tabuya” da ihtiyacı vardır. Müesses nizam bu ihtiyacını statükoyu ideolojiler üstü bir kavram konumunda sabitleyerek gidermiştir.

Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkeleri olarak sunulan “Atatürkçülük”, zamanla öylesine kullanılan bir kavram olmuştur ki müesses nizamın sürebilmesi için hayati bir kavram niteliği kazanmıştır. Çünkü sistemin ihtiva ettiği her türlü gayri hukuki müesseseler ve girişimler, başarısız olduklarında Atatürkçülüğün arkasına sığınmış; başarılı olduklarında ise yine Atatürkçülüğü başardıkları “şey”in devamını sağlamak adına kamuoyunu oyalamak adına manipüle etmişlerdir.

Statüko, her ihtiyacını Atatürkçü maskenin sağladığı rant kapılarını yahut ayrıcalıklı pozisyonlarını kullanarak karşılamaktadır. Yani denilebilir ki statüko balık ise Atatürk’ün okyanus olma özelliğinden yararlanarak hayatiyet sağladığı bir yer haline getirmiştir. Bu nedenle Atatürk’ü statükonun elinden aldığınızda eli kolu bağlanacak ve hiçbir işlevinin yerine getiremeyecektir.

Şüphesiz ki müesses nizam içinde statükoyu temsil eden bürokratik oligarşi mensubu atanmışlar, bu gerçeğin farkındalar. Bunun içindir ki yaptıkları hukuki ya da gayri hukuki olsun, illa ki Atatürk’le ilişkilendirilecektir.

Kavram karışıklığından faydalanılarak din-ideoloji arası konumlandırılan Atatürkçülük, maalesef her toplumsal sorunun çözümünde bürokratik oligarşi mensuplarınca başvurulan bir kaynak olarak lanse edilmiştir. Oysa yapılan, olsa olsa keyfi uygulamalara kılıf olarak kullanılmasıdır.

Kaldı ki bu gün kendilerine Atatürkçü diye sıfat verenler ve Atatürkçülüğün gereğiymiş gibi statükoya sarılanların Mustafa Kemal Atatürk ile samimi bir bağlarının olduğu söylenemez.

Geçtiğimiz hafta Danıştay tarafından verilen Meslek Liselerine uygulanan katsayı ile ilgili 18 sayfalık iptal kararı kararını hukukçu olmaya hiç de gerek duymadan sıradan bir kişi olarak okuduğunuzda bile kararın kendi içinde çelişkiler yumağı olduğunu tıpkı Anayasa Mahkemesinin Türbanla Eğitin Görebilme Hakkı ile ilgi Anayasa değişikliğini iptal kararındaki gibi görebilirsiniz.

Bir vatandaşın idare veya bir başka kişi ve devlet karşısında “güvence”si olan Adalet mekanizmasının en yüksek yargısının mevcut yasaları, yetki ve görevlerini, hukukun evrensel ilkelerini yok sayarak kendisini devletin sahibi gibi algılamasının sebebi Yüksek Yargıya adalet ve hukukun değil “satatüko”nun hakim olması ve Yargıçların buna göre karar vermesinden ibarettir.

Statüko mevzubahis olanca hukuk da, adalet de, temel insan hak ve özgürlükleri de teferruat haline geldiğine inanmış “sadık bekçiler”in hukukun ve adaletin uzağında kararlar imza atmaları ülkemizin ve halkımızın büyük bir talihsizliğidir.

Yargının yarım yamalak bir demokrasiye razı olması ve bu nedenle toplumu ileri götürecek, yaşadığımız çağa uyum sağlayacak hamlelerin önünde engel görevi yerine getirmesi yani statükonun sadık bekçisi olmayı tercih etmesi sürdüğü sürece ülkemizin ileriye doğru adım atabilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle ısrarla tekrarladığımız şeyi bir kez daha söylemeyi görev biliyoruz.

12.Eylül.1982 Askeri Darbesinin hazırladığı Anayasal sistem 28 Şubat 1997 Darbesi ile bireysel hak ve özgürlükler aleyhine genişleyerek oluşan statükonun artık değiştirilmesi zorunludur.Bu statükonun Atatürk ile de hiçbir ilgisi yoktur.

Türkiye’nin acil olarak sivil, demokratik, özgürlükçü ve medeni bir Anayasa’ya ihtiyacı vardır.

Böyle bir Anayasa yapılmadığı sürece her türlü doğru ve iyi adım statükonun bekçileri tarafından engellenecek ve çoğunluğa karşı azınlığın tahakkümü devam edecektir.

 
Toplam blog
: 178
: 1496
Kayıt tarihi
: 01.10.07
 
 

Balıkesir doğumlu.1990 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mezunu. Balıkesirspor Kulüp Yöneticili..