Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Temmuz '14

 
Kategori
Deneme
 

Ufak ayrıntılar

Ufak ayrıntılar
 

Hani derler ya, hayatımız pamuk ipliğine bağlı; evet, doğrudur öyle! İki sene evvel motosiklet kazasında ölebilirdim ya da daha kötüsü sakat kalabilirdim.

Ya da Ceneviz Kalesinin tepesinden (13 metreden)yere düştüğümde, benzer sonuçlarla karşılaşabilirdim.

Ama yaşadım ve sakat kalmadan birçok badireyi atlatmayı başardım.

Silahla tehdit edildim, boynuma bıçak dayadılar, 15 kişi ile aynı anda dövüşmeme ramak kalmıştı. Tehdit edildim, lanet edildim, ihanete uğradım, iftiraya uğradım.

Ve her şeye rağmen ölmemeyi başardım.

Ne garip değil mi?

Gece hayatına takıldığım dönemlerde, Hayal Kahvesini kapattıktan sonra eve her daim yalnız dönerken İstiklal Caddesinin girişindeki gruptakiler, sabah saat üç buçuk sularında bana laf atarlardı. Ve bir kez onlara cevap vermiş olsaydım, bugün muhtemelen yaşamıyordum.  

Tüm uyarı işaretlerine rağmen Endonezya’da, daha bir yıl önce sönmüş yanardağa çıkarken nasıl oluyordu da hiç korkmuyordum. Ya da Kaçkarlı Dağı’nda yolu değiştirip şelalenin başlangıcına ulaşıp aşağıya baktığımda suyun bin metre sonra yere ulaştığını görmeye, nasıl cesaret edebilmişim?

Veyahutta ucuz olsun diye Brezilya Sao Paolo’da merkezinde, Republika’daki otelde kalıp, akşam saat sekiz buçuktan sonra uyuşturucu, seks ve cinayet üçlemesinden nasıl korktuğumu ve parayı peşin ödediğim için o otelden kurtulamadığımı, gayet net hatırlıyorum!

Daha da kötüsü, Beşiktaş’ta Balık Halinde oturduğum o altı ay içerisinde her gece ölümün sesini duymak, İstanbul’dan nefret ettirdi beni! Ve artık ne kadar olumluya düşüncelerimi çekmeye çalışsam da, unutamıyorum o geceleri!

Araba yarışı yaptığım dönemlerde, İstanbul’da, gencecik kızların, gecenin karanlık saatlerinde kim olduğumu bilmeden arabama otostop çekmesi ve sırf onları korumak ve kollamak düşüncesiyle arabama aldığım o gencecik kızlarla ilgili, ailelerinden daha fazla endişe duymak, ne biçim adam olduğumun göstergesi! Ve daha da aptalı, o salak kızların bu iyiliğim karşısında beni evlerine davet etmeleri, her zaman midemi bulandırmıştır. Aileleri ve insanlık adına, ne kadar çok endişe etmişimdir!

Amsterdam Schipol havalimanında, KLM Bakım Merkezindeki atölyelerimi gezerken erkek dolaplarında gördüğüm pornografik resimlere daha alışamazken, bayan şefimin dolabında ise daha fecisi ile karşılatığımda yaşadığım bocalamayı, kızın beni ayıplamasını üzerine ekleyerek duyumsamak, herhalde Türkiye’ye dönme kararımla doğru orantılı bir anıydı!

Ve bütün bunlardan farklı olarak, evlenmeyi başarıp, iki çocuğa sahip olduğumda, hem Yetkin, hem de Ecrin, bütün bunları yaşamış olan babalarından, yaşama yükünü kendi üzerlerine aldıklarında, rahatça nefes alıp gün doğumlarını ya da gün batımlarını seyredecek kadar sadeleşip bütün bu yaşadıklarımı unutmak, büyük bir keyif olsa gerek!

Yirmi bir yaşında bir karar almıştım; yaşamı, yaşayarak keşfedecektim. Bu kararı daha çok “Sana gül bahçeleri vaat etmedim” kitabını okuduktan sonra almıştım. Kadının yaşadığı aptalca ve hayata dair olmayan karmaşayı, bir gün kendimin de yaşayacağını bana söyleseler -affedersiniz ama- kıçımla gülerdim. Oysa benim için, ne garip ve istisna bir kader oyunu hazırlanmış da, benim haberim yokmuş! Yaşadıklarımdan sonra bu kitap bile, ninni tadında bir eser kaldı meğerse!

En son, Micheal Cunningham’ın “Gece İnerken” kitabını okudum. Tipik ve şaşalı New York yaşamını, benim hayatımda deneyimlemediğim bir meslek grubu ve ona ait sosyete üzerinden anlatan, tek kelime ile absürd ve benim için tanımsız olmasına karşın, son derece keyif aldığım bir kitap oldu. Bir sanat simsarı ve onun garip insanlardan oluşan ailesi, bilmediğim semtler Manhattan ve So-Ho, tanışmadığım karakterler Peter, Rebecca, Bea, Mizzy’nin, anlamadığım şekliyle gelişen modern, izole ve yalnız hayatları, aslında benim için sadece birer hayat şiiriydi.  Evet, yaşamımda, yaşayıp da bilmediğim, daha birçok hayat varmış gibi geldi. Ve bu durum da açıkçası, içime gerçekten su serpti. Ne kadar dünya vatandaşı olsam da, bir New York’lu değilim!

Bugün basit dünyanın karmaşık yollarına sapmış ve bir türlü kurtulamayan hayat dehası sanatçı Eric Van Buyten’in günü! O aslında yaşamış olduğu cemiyet hayatından çok farklı olarak, sporcu kimliğiyle ön plana çıkmak istiyor ki nafile! Çünkü kendisi, seyrettiği onca sanatsal filmin etkisinde kalıp sevgililerini şairlerden, ressamlardan ya da tam tersi bilim adamlarından seçmiş! Ve tanıdığı bütün bu isimler de, hayatına karmaşa, zevk ve şöhret getirmiş. Misal yani, Bozca Ada’ya gitse bile herkes onun simasını tanıyacak kadar çok tanınıyormuş meğersem. Hikâye bu ya, bir gün gelmiş ve kendisine demiş ki; “Nefes almak istiyorum!”. Bunun için öncelikle İstanbul’u terk edip daha küçük şehirler seçmiş kendine ve hayatındaki tüm tümceleri küçültüp roman tadında konuşmaya başlamış. Bildiklerini anlatırken, kendisini hiç anlatmamayı başarmış. Ve bu hayat için, bir karınca olduğunu anlayınca, kimlik ve ad değiştirmiş ve bugünlere kadar gelmiş!

Rüzgârın estiği yöne baktığımda hissettiğim, yanağıma vuran bir soğuk!

Güneş sırtıma vurduğunda vücudum ter olarak cevap veriyor bu duruma!

Klorlu havuzda yüzerken gözlerimi sürekli açık tutamıyorum çünkü acıyor ve kızarıyorlar!

Ecrin ve Yetkin’i gün içinde en az bir saat yiyorum ve onların mutluluk vızıltılarını dinliyorum hayata dair. Sahip olduklarını abartmamaları için, sahip olmadıklarını da anlatıyorum ki, empati yapabilsinler!

Yetkin için vazgeçmiş olduğumuz, beş sene çocukluğumuzu yapan, Siyam kedimiz Mısır’ın kalbimdeki yarası halen iyileşmemişken, Yetkin ile dünyaya gelmiş, sokak kedisi yeşil gözlü Kara Pişi’nin, Yetkin’i, dedesindeyken hiç yalnız bırakmaması, gönlüme serinlik katıyor. Ve üzerinden 5 sene geçmesine rağmen, halen Kara Pişi’yi sevememek, yaranın ne kadar büyük olduğunun göstergesi!

Tıpkı Mısır gibi, çocuklarımı da doğalarına uygun olarak özgür yetiştiriyorum. Annesi bile, olgunlaşarak ve korkularından kurtularak, ne demek istediğimi, yeni-yeni anlıyor! Örneğin dün akşam Yetkin ve ben, o davulunu çalarken, ben de gitarımı çalarak, Ecrin’e çişini tutmasını öğretmek amaçlı, bir şarkı söylüyorduk. İleride müzisyen olduğu zaman, yine beraber şarkılar yapacağız, tıpkı Atiye ve babası gibi!

Ve muhtemelen, Ecrin’in ilk tenis antrenörü ben olurken, kesinlikle sonuncusu olmayacağım. Belki ondan, THY destekli Türk bir Wozniaki yetiştirebileceğim! Ve umarım bir gün Grand Slam turnuvası kazanabilecek! Ya da kazanmasın ne fark eder ki?

Bugün size hayatımın ufak ayrıntılarını anlattım. Umarım beğendiniz!

Görüşmek üzere,

ANIL

 
Toplam blog
: 631
: 293
Kayıt tarihi
: 10.04.11
 
 

Eric'i külden yarattım. Tamamıyla benim eserim. Söyleyeceği çok sözü, söylemek istediği az sözü. ..