Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '07

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Varna'dan Nazım da geçti, ben de

Bir vapur geçer Varna önünden,
Uy Karadeniz'in gümüş telleri,
Bir vapur geçer Bogaz'a doğru.
Nazım usulcacik okşar vapuru,
yanar elleri...


Yazıma büyük ustanın şiiriyle başladım...

Onun sevdiğini sevmemek ne mümkün.

Karadeniz kıyısında şirin, modern, cana yakın bir sayfiye kenti Varna. Bulgaristan'ın Antalya'sı, Bodrum'u. Yazın Almanya'dan, İskandinavya'dan ve eski sosyalist ülkelerden turist akını oluyor buraya.

1957 yılında sosyalist ülkelerin turistleri için çok büyük turistik tesisler inşa edilmiş Varna'da ve sistem yıkılana kadar çoğunlukla bu ülkelerin insanlarını ağırlamış. O yıllarda yapılan tesisler sonradan modernize edilmiş, yenileri yapılmış ve bugünkü modern kent ortaya çıkmış.

Bu kadar güzel kentte her şey oldukça ucuz. Özellikle yeme, içme. İstanbul'da sıradan bir pastanede 5 liraya yiyebileceğiniz bir pastayı, burada dörtte bir fiyata almak mümkün.

Diğer eski sosyalist ülkelerde sıklıkla rastlanan yıkık dökük binalar burada oldukça az. Caddeler geniş, temiz; dükkânlarda ünlü markalar satılıyor, trafik bunaltıcı değil, insanlar saygılı, yardımsever ve en önemlisi hemen her yerde Türkçe konuşanlarla karşılaşıyorsunuz.

Bir pastanede vereceğimiz siparişi uzun tartışmalar sonunda kararlaştırmıştık. Göstererek isteyecektik, ancak bir pastada kullanılan malzemeyi öğrendikten sonra seçim yapmak durumundaydık. Kasiyere döndüm,

“İngilizce biliyor musunuz, ” diye sordum.

"Turkçe bilırız, Türkçe konışirız, " dedi kız.

Varna’da yabancı dil bilmeye ne gerek var! İnsanlar sizin dilinizi anlıyorlar...

*****

Otel odamıza girdiğimizde, odamızın temizliği henüz tamamlanmamıştı. Türkçe konuştuğumuzu gören görevli,

"Hoj gelmişsiniz, " dedi.

Yabancı bir ülkede Türkçeyle karşılanmanın keyfine doyulmaz var. Biraz memnuniyetimizi göstermek, biraz da merakımızı gidermek amacıyla sordum:

"Türk müsünüz?"

"Evet, " dedi kadın...

Cümlesinin devamını getirmek için bir an bekledi, sonra mahcup bir ifadeyle başını hafiften öne eğdi.

"...ama sizin gibi konuşamiriz."

"Üzülecek bir şey yok" diye teselli ettim, "Biz de sizin gibi konuşamıyoruz."

*****

Türkiye'den Varna'ya uçakla ulaşım yok. Birkaç şirket otobüsle tur yapıyor.

Bineceğimiz otobüs Beşiktaş'tan kalkacak. Buluşma yerine vaktinden önce gittiğimizden, bir kafede oyalanıyoruz. Çıkışta, yüzü tanıdık gelen 11-12 yaşlarında bir çocuk yanıma yanaşıyor.

"Abi, Allah rızası için..." diye başlıyor söze...

Hatırladım, dört sene önce de aynı çocuk çıkmıştı karşımıza, Allah rızası için bir ekmek parası istemişti. İki sene önce ise talebini modernize etmişti:

"Abi, Allah rızası için bir hamburger parası..."

Bu defaki talebi değişmiş:

"Abi, Allah rızası için bir ayakkabı alsana bana!"

Çüş ulan!

Bir daha aynı yere adımımı atmam. İki sene sonra çocuk on dördünde olacak. Tahmin ettiğim talebi şimdiden ürkütüyor insanı:

"Abi, Allah rızası için bir karıya götürsene beni."

Bu pervasızlığını sonu yok...

******

Otobüsümüz hareket eder etmez muavin başlıyor ikrama. Önce su, sonra kekler ve kurabiyeler, yanında çay. Yetinmiyor, lokumla tatlandırıyor ağzımızı, kolonyayı ihmal etmiyor. Görevini yapmış olmanın huzuruyla yerine oturacakken son defa soruyor: Başka ihtiyacı olan var mı? Kimsede çıt yok. Muavin huzurla oturuyor yerine. Koltuğuna yerleşiyor, kafasını arkaya dayayıp uyuyacak. Ne mümkün! Önden bir ses:

"Birader, bir su versene."

Türkün tarzı hep aynı. Otobüste, uçakta, evde...

******

Arabanın arka tarafındaki sohbete kulak kabartıyorum.

"Telefonum orada çekmiyor."

Net olarak duymasam da, kaygılanıyorum. Bahsettiği yer Varna ise, yandık demektir. Bayramda bir sürü aramam gereken insan var, küçüklerden de kutlama telefonları alacağım.

Muavin yanıma gelince, soruyorum;

"Varna'da cep telefonları çekmiyor mu, dediniz; ben mi yanlış duydum?"

Yanıtı ilginç:

"Valla sizinki çekebilir belki. Çekmeyen benimki."

Nasıl olur, diye düşünürken, aklıma benimkinden farklı bir hat kullanabileceği geliyor. Yine de sebebini sormadan edemiyorum.

"Şey!" diyor, "Ben yurtdışında telefonumu kapatırım da..."

Konuştuğum muavin aslen Varnalı. Galiba Varnalıları, Batı Karadeniz Lazları diye tanımlamakla yanlış yapmamışım...

*****

Otobüs'ün Bulgaristan'a Kapıkule'den gireceğini düşünürken, adını daha önce hiç duymadığım Dereköy kapısını kullanıyoruz. İşlemlerimiz yaklaşık iki buçuk saat sürüyor. İki saati bizim gümrükte, yarım saati Bulgar tarafında.

Bunun adına gâvur eziyeti denirse, yüzde sekseni, yalnızca iki görevliyle hizmet veren bizim gümrüğün eseri.

Dönüşte de aynı muamele. Bulgar gümrüğünden yarım saatte geçiyoruz, bizim gümrükteki işlemler bir buçuk saat alıyor. E, işlemleri girişten yarım saat daha kısa sürede hallettiklerine göre, bunu bir şekilde burnumuzdan getirmeleri gerekiyor.

“Bütün bavulları arayacağım, ” diye tutturuyor memurlar.

Velhasıl Türkün Türke yaptığı eziyeti, başka kimse yapmamıştır Türke.

*****

Bayramın ilk sabahını Varna'da kutlayacağız. Tur şirketi tüm ayrıntıları düşünmüş. Sınırı geçtiğimizde saat sabahın dördü. Bunca yorgunluktan sonra herkes uyuyacak. Otobüsün içi asker koğuşuna dönüşmeden, tur görevlisi ertesi gün bayram namazı kılmak isteyenleri Varna Camii'ne götüreceklerini söyleyerek, isim ve kalınan oteli kaydetmek istiyor.

İki kişi el kaldırıyor. Birinin otel ismi enteresan:

"Beni kumarhaneden alırsınız..."

Türkiye'den Varna'ya gidenlerin önemli bölümü casinolardan çıkmıyor.

Kumar oynayan, ibadet etmez diye bir kural yok ya...

*****

Üç saat sonra Burgaz'a ulaştığımızda hava aydınlanmaya başlıyor. Küçük ama şirin bir kent burası. Sahilde bir otelde mola veriyoruz. Biz, süreyi sokaklarda dolaşarak değerlendiriyoruz.

Bölgede sezon bitmiş, oteller boşalmış, dükkânlar kapanmış. Birkaç dükkân nöbetçi sadece.

Kasiyer Türk.

"Sizin için işliriz. (Çalışıyoruz)" diyor gülerek...

*****

Varna'ya ulaşım dağlar ve tepeler geçilerek sağlanıyor. Yollar düzgün ama virajlı. Sürat mümkün değil. Zaten en ufak bir kural ihlâlinde, nasıl haber alıyorsa, Bulgar polisi anında ensenizde.

"Gör beni!" diyor bizim şoföre.

Artık bir çorba parası kesmiyor ya da terminoloji değişmiş.

Şoförün arabadan inmesiyle binmesi bir oluyor. Ne kadar mesafeden gördüyse...

*****

Bulgar polisinin eskisi gibi olur olmaz "çorba parası" isteklerinin önü kesilmişse de, trafikte hata yapanın yakasını bırakması oldukça tuzlu çorbaya mal oluyormuş.

Şoförümüz otuz yıldan beri bu yollarda direksiyon sallıyor. Tanımadığı trafik polisi yok neredeyse. Yine bir hatası sonucu yolunu çeviren "kadim dostu" polis, bu defa ceza kesmek yerine farklı bir yönteme başvuruyor.

"Bak!" diyor, "Seninle bu işi eğlenceli hale getirelim. İstiyorum ki, bir iddiaya girelim."

Şoför şaşırıyor bu öneriye, ama merakından tepkisizce bekliyor.

"Bir soru soracağım. Bilirsen, sana beş şişe viski alacağım. Bilemezsen, sen bana yedi şişe alacaksın.'

Şoför itiraz ediyor. Ne soracağını bilmeden böyle bir iddiaya girilir mi? Ya anneannesinin baldızının ismini bilmesini isterse!

"Ben de sanmıştım ki, AB'ne girdiniz, rüşvet bitti. Boşuna uğraştırma beni!" diye tepki gösteriyor. "Gidip alayım yedi şişeyi de yoluma devam edeyim."

Polis ısrarlı. İlla iddiaya girecekler. Şoför bakıyor, iddiaya girse de, girmese de, en fazla yedi şişe viski parasından olacak. Ya bilirse!

"Kabul, sor!" diyor.

"O halde, " diye sorusuna başlıyor polis, "Söyle bakalım, polise kim rüşvet vermez."

Şoför düşünüyor, düşünüyor.

"Tabii ki polisler, " diye yanıtlıyor, damağında viskinin acımtırak tadını hissederek.

"Başka?"

"Başkası da mı varmış? Çamura yatma, al viskilerimi."

Polis, söz yerine kaşlarını çatarak oyuna devam etmelerini belirtiyor. En nihayet karşısındaki adam Bulgar Devletinin temsilcisi. Elinden kurtulmak için, istemeyerek de olsa, şirin görünmek zorunda.

"Gümrükçüler."

Bu cevabı da beğenmiyor polis, eh işte diyerek burun kıvırıyor. Ancak şoförün aklına başkası gelmez bir türlü.

Neyse ki polis insaflı.

"Sen viskileri al, ben de cevabı söyleyeyim."

Viskiler, biraz sonra marketten polis otosuna taşınıyor. Polis sözünün eri!

"Bizim memlekette polise bir tek papazlar rüşvet vermez. Bu senin son rüşvetin olsun istiyorsan, papaz olursun, olur biter..."

*****

Varna'ya girişimiz, Bursa'da dönüşü Gemlik'e giriş gibi. Deniz ansızın çıkıyor karşınıza. Ne yazık ki, Bulgaristan'ın Orhan Velisi yok,


Varna'da denizi göreceksin,

Sakın şaşırma


desin.

Varna tüm heybetiyle karşımızda. Gerçekten etkileyici bir şehir. Kent girişindeki Kamçı nehri üzerine inşa edilmiş 50 metre yüksekliğindeki (Neredeyse Boğaz köprüsü kadar) köprüden geçiyoruz.

Boğaz Köprüsünün aksine, burası yaya trafiğine açık. Hatta yazın bungy jumping yapılıyormuş. Guinness'e girecek bir de rekorları varmış. 84'lük bir dedeyle, 79 yaşındaki karısı birlikte atlamışlar.

Ölümden önce ünlü olmalarının başka olanağı yok ne de olsa...

*****

Kentin içinden geçerek ama duraklamadan otelimizin olduğu yirmi kilometre uzaktaki Altın Kumlar'a geçiyoruz. Müthiş güzel bir yer burası. Birbirinden güzel oteller, restoranlar, kafeler, dükkanlarla dolu. Karadeniz, kilometrelerce kumsalı nazlı dalgalarıyla okşuyor adeta. Doğusuna gösterdiği gaddarlıktan burada eser yok...

Otele yerleştikten sonra tur, Varna'ya geri götürüyor bizi. Rehberimiz Varnalı bir Türk. Yol boyunca gördüklerimizin ne olduğunu anlatıyor. Yolun sağında solunda binlerce yazlık ev. Son derece düzgün inşa edilmiş. Sosyalist dönemde, Komünist Parti üyelerini ve sendika yöneticilerini ağırlayan müstakil evlerde artık yeni sahipleri kalıyor: İngilizler, Almanlar, İrlandalılar, Ruslar, İskandinavyalılar...

Şehrin kuzey girişindeki devasa blokları, Varna'nın Ataköy'ü olarak tanımlanıyor. Sosyalist dönemde sendika üyeleri için inşa edilen binalar, dışarıdan bakıldığında harap görünse de, oldukça konforluymuş.

Kent merkezi gelişmiş bir Avrupa kentinden farksız. Mağazalar, tiyatrolar, dükkânlar, pastaneler tıklım tıklım. Her taraftan Türkçe konuşmalar geliyor kulağınıza. Yerel aksanla olanların kimden geldiğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. İstanbul Türkçesi duymuşsanız, Varna'da okuyan 3.500 Türk gencinden birini duymuş olma ihtimaliniz yüksek...

Bir de Bulgarca'ya yerleşmiş 3.500 Türkçe kelime olduğunu söylüyor rehberimiz. Bunu her yerde hissedebiliyorsunuz zaten. Yemekler Türkçe: Çorba, işkembe, köfte, güveç... Yer isimleri Türkçe: Kamçı, Ruscuk, Balçık...

******

İkinci gün tur Şumnu'ya götürüyor bizi. Varna'nın 100 km. güneyinde eski bir Osmanlı kenti. Katılımcı sayısı az olmasına rağmen, iptal kolaylığına gitmiyor şirket.

Şumnu, Osmanlı hakimiyeti (Bulgarlar işgal diyor) döneminde ulaşım ve konaklama üssü olarak kullanılmış. Bölgede çok sayıda Osmanlı eseri var. Zaten Bulgarların sahip olmakla övündükleri eski eserlerin tamamına yakını Osmanlıdan kalma. Camiler, medreseler, çeşmeler, depolar...

Şumnu'daki en önemli eser 1744 yılında yapılmış Şerif Halil Paşa Camii. Kubbesinin yuvarlaklığından dolayı Bulgarlar, Tombul Cami diyorlar. Türkiye'de binlerce benzeri olduğu için fazla ilgimizi çekmiyor ama yine de rehberimizin ısrarıyla içeri giriyoruz. Müftü karşılıyor bizi. Düzgün Türkçesiyle hoş geldiniz, diyor.

Sonra, kente bakan tepede, 1981'de, Bulgar devletinin 1300'üncü kuruluş yıldönümü sebebiyle inşa edilmiş anıta doğru yol alıyoruz. Rehberimiz bir yandan anlatıyor:

"Binlerce ton beton kullanıldı. Hepimiz gönüllü çalıştık..."

"Gönüllü" kelimesini kullanırken gülümsüyor. Anlıyoruz ki, kelime tırnak içinde kullanılacak ve sonuna ünlem konacak. Zaten o da bu düşüncesini daha açık ve berrak bir ifadeyle, yalnızca ön koltuklarda oturan erkeklerin duyabileceği şekilde fısıldıyor:

"Siz nasıl diyorsunuz? Hah! S...ke s...ke! Biz o dönemde s...ke s...ke gönüllü çalıştık."

Anıta ya 1500 basamaktan tırmanılıyor ya da arabayla gidiliyor. Merdivenleri boşuna eskitmemek için arabaya katlanmak zorunda hissediyoruz kendimizi.

Anıtın heybeti ancak yanına varıldığında anlaşılıyor. Yüksekliği 40 m. kadar. Mısır Piramitlerinden esinlenilmiş, ama görkemine rağmen ilkel ve zevksiz bir yapıt. Anıtı tekdüzelikten kurtaran birkaç heykel de olmasa, sıradan bir inşaat işçisinin elinden çıkmış sanabilirsiniz.

*****

Karadeniz kıyısındaki tüm kentler, kasabalar ve köyler yemyeşil. Ormanlara kıyılmamış, arazi kazanmak veya bina inşaatı için yakılmamış. İki-üç katlı evlerin hiçbirinin üstü, sonradan kat çıkmak üzere boş bırakılmamış. Çevreyle son derece uyumlu. Sosyalist dönemde kentlerin minimum yüzde kırk oranında yeşil alanlardan oluşması şartı getirilmiş. Bu oran Varna'da % 50 civarında.

Yeni inşaatlar daha çok turizme yönelik. Ev sahipliliği oranı yüzde 99 olduğundan ve artmak bir yana nüfus azaldığından yeni konuta ihtiyaç yok.

Şumnu dönüşü otoyolda her kilometrede bir karşımıza çıkan bir afiş, herkesin ilgisini çektiğinden, neyle ilgili olduğunu rehbere soruyoruz. Afişte, yeni doğmuş bir bebek resmi var. Ya çocuk bezi ya da pişik kremi reklâmı sanıyor insan. Değilmiş. Ne olduğunu rehberimiz açıklıyor:

"Çocuk yapın!" diyor afişte...

Nüfusu artırmak için reklâm! Nasıl yapılacağı da tarif edilmiş mi, diye sormak gelmiyor aklımıza.

Yirmi yıl önce 9.3 milyonmuş Bulgaristan nüfusu, bugün 7, 5 milyon.

Sosyalist dönemde, 85-89 arası Türklere uygulanan zorla Bulgarlaştırma operasyonu sonrasında 500 bin Müslüman Türkiye'ye sığınıyor. Hazır elimiz değmişken başkalarını da kaçıralım diye düşünen Bulgar yönetimi dileyen herkese ülkeden ayrılmasına izin veriyor. Yönetimin baskılarından zaten bunalmış olan halk akın akın terk ediyor ülkeyi. Sadece 400 bin kişinin ABD'ye sığındığı biliniyor.

AB'ne girdikten sonra ülkeden göç edenlerin sayısının daha da artacağı endişesi hâkim. Nasıl olmasın, asgari ücret 170 Euro iken, iyi diye tanımlanabilecek bir maaş ise 500-600 Euro'dan fazla değil.

Fotoğrafını çekmek için şoförden gördüğü ilk afişin önünde durmasını rica ediyorum.

"Olmaz!" diye itiraz ediyor rehber, "Afiş sadece şehir dışında var, otoban boyunca..."

"Nasıl yani!" diye tepki gösteriyorum, "Çocuk sadece otoban boyunca mı yapılacak?"

*****

Dört günde Bulgaristan'ın varını yoğunu öğreniyoruz. Sanayi gelişmemiş, ticaret zayıf, hizmet sektörü aksak. Gelecekleri daha çok turizme bağlı. Yetişmiş işgücünü gelişmiş AB ülkelerine kaptırıyorlar.

Genelde sıcak olan insanlar, işlerinin başına geçince aksileşiyor. Müşteri orada velinimet değil henüz. Satıcılar asık suratlı, hatta gerek duyduklarında müşteriyi azarlamakta hiçbir sakınca görmüyorlar.

Eski rejim döneminde Varna'ya tatile gitmiş bir dostum anlatmıştı. Otelde garsondan bir dilim pasta istiyor.

Pastanın, dostuma alerji yapacağını düşündüğünden mi, ne, garson tersliyor:

"Pastamız yok!"

Dostum sabırlı. İki adım ötedeki buzdolabını işaret ediyor.

"İyi ama, dolapta var ya."

Garson sinirleniyor.

"Yanlış gürdünüz, orada pasta masta yok."

Başka sosyalist ülkelerdeki işleyişi bilen dostum, cebinden çıkardığı beş Doları garsonun eline tutuşturuyor.

"Pasta mı istemiştiniz?" diyor garson, "Kaç dilim?"

Şüphesiz mantalite aynı değil, ama sosyalist sistemin etkileri bu açıdan hala devam etmekte.

******

Dördüncü gün sonunda ayrılıyoruz Varna’dan, Özkan Yıldırım’ın 1993’te yazdığı bir şiirle. Bir dosttan ayrılmış gibi hüzünlenerek yeniden ziyaret etme arzusu taşıyarak...


Kırk yıl kadar önce
Okşarken usulcacık vapuru
Ellerin yanmıştı Nazım, üşümüştün
Anarak Nazım usta`yı
Ayak bastım Varna`ya, toprak sıcaktı.

Kırk yıl kadar sonra
Yüreğim yandı Varna`da
Nazım usta, ısındın mı molada?

Düşerim yollara sessizce yine
Şimdi, ayrılıklarda yaşanır sevda...


*****

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..