Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Aralık '08

 
Kategori
Deneme
 

Varşova merkez istasyonu

31 Mayıs 2000 Çarşamba

Cep telefonunun alarmıyla uyanıyorum. Henüz karanlık ortalık. Saat beş olduğu için üstünde durmuyorum. Hazırlanıp kahvaltımı ediyorum. Eşyalarımı geceden topladığımdan herşey hazır. Pencereden dışarı bakıyorum. Gün doğmamış hala... Bavullarımı alıp odadan çıkarken yeniden saatime bakıyorum. Aman Allahım! Saat daha beşe beş var... Nasıl olur. Yine bir saat önceye kurmuşum alarmı.

Şu cep telefonunun saatini ayarlamayı öğrenemedim bir türlü... Zaten telaşlı biriyim. Bir de yabancı kentlerde sabahın erken saatlerinde yola çıkmam gerektiğinde geç kalma korkusuna kapılıyorum. Hep böyle oluyor... Ondan sonra kör karanlıkta yollara dökülüyorum.

Dom Literatura’daki hesabımı önceden kapattığım iyi olmuş. Bu saatte kimse yok resepsiyonda. Sokağa çıkıyorum. Ortalık geceden farksız. Sokak lambaları yanıyor hala. Bu saatte taksi bulmak da zor. Caddenin kenarında, elimde bavul, bekliyorum. Bereket az sonra bir taksi geliyor. Merkez istasyona gideceğimi söylüyorum. Beş dakika sonra istasyondayım. Saat henüz beşi beş geçiyor. Oysa trenim yedide. Daha iki saat var. Benimki de hastalıklı bir telaş... Hep böyle yapıyorum hep...

İstasyonda vardiyalı işlerine gitmek için sokağa dökülen işçiler yanı sıra bol bol işsiz, evsiz ve alkolikler var bu saatte. Loş ve tenha salonları sarhoş naraları inletiyor. Burası Almanya’daki istasyonlar gibi günün her saati temiz ve düzenli değil. Her taraf nem, ter ve sidik kokuyor.

Elimde bavul, ne yapacağımı bilemeden tenha koridorlarda yürüyor, sonunda açık bulduğum bir kafeye oturuyorum. Kafe, açıkta yerleştirilmiş masalardan oluşuyor. Sokağa açılan kapı az ilerde. İstasyonu dolduran pis kokulara dayanabilmek için kapıya yakın bir masa seçiyorum. Dışarıdan serin bir rüzgar beraberinde temiz hava geliyor. Tren saatine kadar vakit geçirmek zorundayım. Masaların bir kısmını evsizler işgal etmişler. Bazısı sandalyesinde büzülmüş uyuyor, bazısı da kafasını masaya dayamış. Az ilerdeki sıralarda da kıvrılmış yatan ya da oturduğu yerde uyuyanlar var. İstasyon, henüz uyanmamış.

Kafenin tezgahına gidip bir sandviçle kahve alıyor, yeniden yerime oturuyorum. Onu o sırada görüyorum. Orta yaşı çoktan aşmış, şişman bir kadın. Kirden yapağıya dönmüş kıvırcık saçlarında tutam tutam beyazlar... Kafasını masaya dayamış uyuyor. Masanın üzerinde boş bir bira şişesi... Kadının üzerinde yıpranmış, kirli bir ceket... Üstünden dökülen eski, tüvit bir etek... Altından yırtık çoraplarıyla şişman bacakları görülüyor. Ayakkabıları eski ve delik... Yanıbaşındaki sandalyede ufak bir çıkın. Belli ki bütün eşyası o kadar. Evinde, yatağında uyur gibi horuldayarak uyuyor.

“İstasyonu dolduran evsizlerden biri daha” diye düşünüp kafamı çevirecekken masanın kenarına dayalı koltuk değneklerini görüyorum. İçim acıyor. Bir kadın için evsiz olmak yeterince zor. Ya sakat bir kadın için? Ayağımı kırıp da uzun süre koltuk değneği kullandığım günler, çektiğim sıkıntılar geliyor aklıma...

Çiğnemekte olduğum sandviçi güçlükle yiyorum. Lokmalar boğazıma takılıyor. Kahveyle bile gitmiyorlar. Kadına bakıyorum. Gerinerek uyanıyor. Sağına soluna bakınıyor; sonra önündeki bira şişesini alıyor, ters çeviriyor.Şişe boş. Yeniden kafasını masaya dayayıp kaldığı yerden uykusuna devam ediyor.

Yerimden kalkıp bir sandviç ve bir fincan kahve daha alıyor, usulca kadının masasına bırakıp oradan uzaklaşıyorum.

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..