Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '09

 
Kategori
Aile
 

Veda...

Dedemden altı yıl sonra babaannemin de bu sabah yaşama bağlı olan son enerjisinin tükenmesiyle, ailemizin yaşayan en eski kuşağının o güzelim insanları, yeryüzündeki maddi hayatlarını terkedip, hatıralarımızdaki ve belleklerimizdeki manevi yaşamlarının tahtına yerleştiler. Bizim ailemiz de artık eskisi gibi bir aile değildir; artık her biraraya gelişte, odalarda boş kalan koltukların üzeri derin bir özlemle ve arayışla kaplı olacaktır.

Büyük şair Cemal Süreya, "Her ölüm erken ölümdür" demiş. Ölümün eylemsizliğiyle kendisi de erken tanışmıştı. Fakat gidenin kafa kağıdında taşıdığı doğum tarihi günümüze ne kadar yakın oldukça geride kalanların yüreklerindeki acının elektriği o kadar şiddetli oluyor diye kafamızda kurguladığımız denklem, matem günlerinde aslında hiç de kurgulamadığımız bir hayret verici şaşkınlığın yokediciliğine kaybediyor. Gidenin yaşı ne olursa olsun, insanın benliğinde kursağına saplanan bir burukluğa dönüşüp ruhuna tıkanıp kalıyor.

Hiç sordunuz mu kendinize, acaba ölenlerimizin arkasından niye acı duyarız? Eğer hayatlarında layıkıyla yaşamışlarsa ve yaşadıkları sürede çevresinde yaşayanların da içinde bir tat bırakmışlarsa, o halde neden değişmez ve değişmeyecek mukadderatı bir türlü içimize sindiremeyiz; derinlere saklı kalmış ve idrakında zorlandığımız birkaç sebebi olsa gerek.

Bunlardan biri, ölülerimizi artık göremeyecek olmamızın verdiği nahoş ve bunaltıcı bir özlem hissidir. Belleklerimize taşınan ölüleri hafızamızda canlandırdığımız zaman, bir daha bu anıyı, buna benzer anıları onunla hiç yaşamayacak olmanın yarattığı tatsız histir; açıkçası biraz da geçmişe duyulmuş bir arayış varsa içimizde daha beter buketlenip filizlenir bu his.

Fakat bir de kimsenin pek farkedemediği bir nedene değinmek istiyorum: Acaba ölülerimizi toprağa vermemek İslam inancında mekruh sayılmasaydı ve her ailenin kendi ölüsünü sağlamca mumyalayacak kadar parası ve güvende saklayacak kadar köşesi olsaydı, acaba insanlar aralarından ayrılan ölüleri toprağın tutkulu sinesiyle kucaklaşsın isterler miydi? Bu soruya evet yanıtı vermek zor. Ölüler, sadece cansız bir bedenden ibaret değildir bizim nezdimizde; ölülerin kişiliğimizde miras bırakmış oldukları simgesel bir mana vardır ve ölüyü toprağa terkediş bazı durumlarda o simgesel manayı toprağa gömmek rahatsızlığı yaratabilir insan vicdanı içinde... Bir örnek vereyim: Son birkaç yıldır Rusya'da, Ekim Devrimi'nin tarihsel önderi Lenin'in naaşını gömüp gömmemek tartışması yapılır durur; Lenin'in bedeni mumyalanmış halde özel bir yerde saklı tutulmaktadır ve "Komünizm öldü, Lenin'in fikirleri de öldü" kanısında olanlar bir zamanlar dünyayı yerinden oynatan bu büyük adamın naaşının da "tıpkı fikirleri gibi" mezara girmesine taraftardırlar; karşıt cephe ise, Lenin'in cansız bedeninin şu an bile sağlama yakın, gözükebilir halde durmasında arsız bir kıvanç ve bastırılmış bir zafer hissi duyarlar, Lenin'in toprağa verilip toprak olup gitmesini içleri almaz.

Bundan altı yıl kadar önce dedem öldüğünde, içinden çıkılmaz bir hastalıkla boğuşuyordu ve hepimizin gözleri önünde günden güne eriyip gidiyordu. Ölüm haberini, bir akşam vakti bana babam verdi. Buz gibi donup, kendimi baş döndürücü bir şaşkınlığın içinde bulduğumu hatırlıyorum. Oysa günden güne son anına yaklaşmakta olan dedemin yaşamının akıbeti hiç de beklenmeyecek gibi değildi; belki o günkü aklımla anlayamamıştım, bana kurtulur gibi gelmişti...

Geçen hafta ise, akşam saatlerinde bir telefon geldi. Telefonun öbür ucundaki babaannem, telefonda babama nefes alamadığını söylemekte ve belki de bilmeden kendi kalp krizini haber verirken gökkubbe altındaki son sözlerini bizlere duyurmakta idi. O günden bu güne geçen aradaki bir hafta, yoğun bakımda koma dönemi: Doktorlar 48 saat uyutulması ve sonradan işler yolunda giderse kademeli olarak uyandırılması kararını vermişler; bendeki akıl çocuk aklı değildi bu kez, 48 saat uyutmaların ve komaların yaşama kaldığı yerden devam etmeye uçvermeyeceğini artık anlamıştım, kendimi kaçınılmaz olarak yaklaşmakta olan finale epeyce hazırladım. Pazartesi sabahı, az önce, hastaneden ölüm haberi geldiğinde, içimin derinliğinde üzüntü ve burukluk vardı fakat en ufak bir şaşkınlık hiç yoktu.

Dikkat ettiniz mi, ölenlere duyulan özlem hissiyle, kavuşmayla sona ermesi mümkün olmayan aşkların kalpte bıraktıkları his ne kadar birbiriyle benzeşiyor... Minnacık bile olsa günün birinde kavuşmak ümidiyle yaşamamanın getirdiği yaşama bağlanmakla, artık ne yaparsan yap arana ayrılığın soğuk duvarlarının girmesi arasındaki zıtlık, bir tek ayrılık ve ölmüşlükte var... Ayrılık ve ölmüşlükte var, hayat damarını canlı tutan görünmez fişlerin çekilmesi.

Yaşlılığın erişilmez semalarına elim değmedi henüz; benim geleceğimde belki yaşanması muhtemel aşklar var, ama yaşamımdan kaybettiğim büyüklerim maalesef hiç olmayacak, ölümün sessiz gemisi bugün demir aldıktan sonra...

 
Toplam blog
: 4
: 365
Kayıt tarihi
: 04.09.06
 
 

Çankaya'dan herkese merhabalar.ODTÜ'de üniversite lisans öğrencisiyim. İlgi alanlarımın kapsamı dahi..