Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '22

 
Kategori
Sinema
 

Wain’in Kedisi ve Kendisi

Kedilere ve en sevdiğim Agengers; “Dr. Strange”e zaafı olan biri olarak, içinde Benedict Cumberbatch, aşk, sanat, biraz delilik ve kediler olan bir filmi nasıl sevmem? “The Electrical Life of Louis Wain” filmini tabii ki kaçıramazdım. Sondan başlayayım; Benedict Cumberbatch, “En İyi Erkek Oyuncu” ve 1986 doğumlu genç yönetmen Will Sharpe “ En İyi Yönetmen” olmak üzere, bence bu film pek çok Oscar ödülü alır. Akademi benimle aynı fikirde olmazsa da onların problemi, Louis Wain gönlümün oscarlarını çoktan aldı.

Bizimkiler filmden yeterince “elektrik” almamış olacaklar ki, filmin adını Türkçeye, “Louis Wain’in Renkli Dünyası” diye çevirmişler. Olmamış... Louis Wain’in dünyası elektriksiz olmaz hanımlar beyler! Louis Wain, yalnızca 19 yüzyılda yaşamış ve kedi resimleri yapan bir adam değil. Louis Wain gündelik hayata dâhil olmaya başlayalı çok zaman geçmeyen “elektriğe” hayran bir adam, bir mucit, opera yazan kendi armonilerini icat eden bir müzisyen, fütürist kedi heykelleri yapan bir sanatçı. Yönetmenin bile filmin adına koyduğu bu elektrik sevdasını yeterince aktardığını düşünmüyorum.  Wain’in elektrikli elbise yapmayı denediğini göstererek, elektrikle ilgili birkaç cümle söyleterek ve Benedict Cumberbatch her ne kadar aydınlanma anlarını, elektrik çarpmış gibi gözleri ile bile çok iyi yansıtsa da, bu küçük detaylar, sanatçının peşinde olduğu, hayatın işleyişindeki elektrik sevdasını anlatmaya yetmiyor. Wain, geçmiş ve geleceği, eterin içine hapsolmuş bir an’da, zihnin görünmeyen bağlarla birbirine bağlanan elektrik akımında yaşamayı deneyimliyor. Filmin bir yerinde dediği gibi, “geçmişi hatırlamak, aslında geleceği hayâl etmekten farklı değil. Elektriğin gücüyle geleceği de hatırlayabiliriz”.  21’inci yüzyıl için bile ne kadar zamanın ötesinde bir bakış açısı. Filmde, 1800’lerin sonlarından 1930’lara kadar sanatçı Louis Wain’in hayatına tanık olurken, evrenin gizemlerini çözmek için peşine takıldığı, elektriğe biz de kapılıyoruz. Wain’in elektrik kaynağı Emily, yani “Aşk” aslında. Filmde, Wain’in eşini canlandıran bol ödüllü oyuncu Claire Foy’un rolü çok fazla değil ama Wain ve Emily’nin ortak sahneleri niye birbirlerinden bu kadar çok etkilendiğini anlamamıza yetiyor. İkisi de benzer frekanstan yayın yapıyorlar. Hayattaki amaçları, sadece yaşamak olmayan, dünyaya bir şeyler katmaya çalışan, dünyada zaten var olan güzellikleri birbirine göstermeye çalışan iki tanıdık ruh onlar… Dul annesi ve hiç evlenmemiş beş kız kardeşinin geçimini üstlenmek zorunda kalan evin tek erkek çocuğu Louis Wain, para kazanmak için çalışmak zorunda olmasa muhtemelen bir dahi ve sanatçı olarak çok daha başarılı ve mutlu olabilirdi. Film, yaşadığı dönemde bir “beyefendinin” kendinden statü olarak çok aşağıda sayılan bir “mürebbiye” ile aşkı etrafında güzelleşen bir aşk, kedi ve sanat hikâyesi… 1860-1939 yılları arasında Londra’da yaşayan gelmiş geçmiş en ünlü kedi ressamı olarak tanınan Louis Wain’ın, sıradışı hayatına eşlik edeceğimiz bir biyografik hikâye üzerinde ilerliyor film. Wain, anaerkil düzende ailesinin geçimini sağlamak için zamana karşı savaşır gibi çalışan, iki eliyle de çizen, fotoğrafın henüz yaygınlaşmadığı zamanlarda Illustrated London News gibi yayınlar için gravürler yaparak geçimini sağlayan bir sanatçı. Zengin koca bulamadıkları için evlenemeyen kız kardeşlerin ablasıCaroline (Andrea Riseborough) kardeşlerini yetiştirmesi için mürebbiye Emily Richardson’ı (Claire Foy) işe alıyor. Wain’in de kedilerin de dünyası Emily ve Louis’in karşılaşmasından itibaren renkleniyor. Kariyerinin son otuz yılında yüze yakın çocuk kitabı resimleyen, çalışmaları çok sayıda dergi ve gazetede yayınlanan, kartpostallara basılan ve hayatı boyunca 600 binden fazla birbirine benzemeyen antropomorfize (insan biçimlikedi resmi çizen Louis Wayne, hayvan figürlü oyuncakların da ilk ilham kaynaklarından. İnsanlar gibi gündelik hayatları olan bu eğlenceli kediillüstrasyonlarında ressamın döneme alaycı bakışının izleri de vardır.

“Louis Wain’in Renkli Dünyası”, her ne kadar Vicroria Dönemi İngiltere’sinin sonlarını yakalayıp, telaşlı ve yenilikçi Edwardian zamanlara tanıklık etse de, yalnızca  “dönem filmi” kategorisinde değerlendirilmemeli.. Filmi izlerken eski İngiliz evlerinde bugün bile duyacağız, bayatlamış hafif şekerli kokuyu, kadınların hatta kedilerin bile toplum içinde yerlerinin tam olarak belirlenemediği geçiş döneminin telaşlı, gri kasvetli havasını soluyorsunuz. Bundan sonra da çok başarılı işlere imza atacağından emin olduğum oyuncu-yazar-yönetmen Will Sharpe, Louis Wayne’in zihnindeki kaosu, renklerini, korkularını hatta sükûnetini kendine has dikkatleri ile ustalıkla anlatabiliyor. Yönetmen Sharpe, İngiliz kimliğini, Japon atalarından aldığı geleneğin ruhunu görebilme yetisi ile harmanlayabildiği için, ortaya derin, parlak ve çok boyutlu bir atmosfer çıkıyor. Filmin müziği bile anlatıldığı dönemin tuhaf tonuna uyuyor. Klâsik görünen ama oldukça yenilikçi üslubu ile soyut sekanslar, tasarlanmış ses grafikleri ile sanki teremin kullanan usta bir müzisyen gibi filmi yönetmiş Sharpe… Yönetmene hak ettiği övgünün bir kısmını ilettikten sonra gelelim filmin başrol oyuncusu Benedict Cumberbatch’e Ancak onun performansı hakkında çok fazla şey anlatmayacağım.  Sebeplerimi şöyle sıralayayım:

1. Adamın oyunculuğuna zaten bayılıyorum. Zor ve farklı rollerin her birinin başarı ile üstesinden geliyor. Neye el atsa parlatıyor. Anne babadan oyuncu genleri taşımasının yanında sinema tarihinin en “mavi” kanlarından birine sahip. Kuşaklar boyunca dünyanın pek çok ülkesinde diplomatlık yapmış önemli nişanlara ve ünvanlara sahip bir soyağacı var Cumberbatch’lerin.( Ailenin bir kolu İzmir’in eski Levantenlerinden. Büyük büyük dedeleri Robert William Cumberrbatch’in mezarı Buca Kilisesi’nin bahçesinde. Büyük dede Cumberbatch Rusya ve Osmanlı’da görev yapan bir İngiliz diplomat ve misyoner. Dönemin Smyrna/İzmir İngiliz sefiri. İstanbul’a ilk defa 3 Mayıs 1845’de yine başkonsolos Abraham Carleton Cumberbatch’in sekreteri olarak gelmiş. (Tarihe de meraklı biri olarak, büyük büyükannelerin, dedelerin ailenin İzmir’deki “Foto Sabah” damgalı sebya fotoğraflarını üşenmeyip bulup, teker teker baktım tabii ki. Muhtemelen Benedict Cumberbatch’in bile görmediği atalarının fotoğraflarını görmüş olabilirim J.) Oğul Henry Arnold Cumberbatch’de babasının izinden gitmiş.  1896 ile 1908 yılları arasında o da İngiltere’nin İzmir Konsolosu olmuş. Büyük büyük anne Helene Gertrude Rees, İzmir’in ünlü ailelerinden Thomas Bowen Rees ile Amerikalı Ida Josephine Langdon'ın kızı. Bugün Buca Eğitim Binası Dekanlık Binası olarak kullanılan Rees Köşkü zamanında onlarınmış. HenryArnold Cumberbatch, Helene Gertrude Rees ile1891’de İzmir’de evlenmiş. Benedict’in babası oyuncu Timothy Carlton, bu Henry dedenin torunu.

2. Daha12 yaşında iken Shakespeare oyunlarında oynayan, genleri, eğitimi ve yeteneğini birleştiren çok başarılı olan bir oyuncu Benedict Cumberbatch. 2015'te "Enigma" filmindeki performansı ile 87. Akademi Ödülleri'nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'ne ve iki kez Altın Küre Ödülleri'ne aday oldu. 2014’de Time dergisi tarafından "Dünyanın En Etkili 100 Kişisi"nden biri seçildi. 2015'te II. Elizabeth tarafından sahne sanatları ve hayır kurumlarına yaptığı büyük katkılar sebebiyle Britanya İmparatorluk Nişanı'na layık görüldü. Yeteneğini tartışamayacağımız Cumberbatch’in oyunculuğunu zaten Lous Wayne rolü ile siz değerlendirin. Ona benim ekleyebileceğim bir şey yok.

Gelelim filmimize konu olan  ressam Louis Wain’e... Sanatçının yaşadığı dönemi, kişisel trajedilerini, geçim sıkıntısını ve para kazanma zorunluluğunu düşünecek olursak adamcağızın kaygılarının, psikolojik sorunlarının olması normal değil mi? Peki şizofren mi? Bakın bundan hiç emin değilim.   Bazı psikologlar Louis Wain’in kedilerini çizdiği kronolojiye göre ona resimlerinden “şizofreni” tanısı koymuş olsalar da Wain, bence günümüzde yaşasa, dahi otistiklerden sayılabilir, ya da asperger olarak değerlendirilebilirdi. Eserlerindeki dadaist ve fütürist unsurlar da “delilik” değil, farklı bir perspektif hatta dehanın ürünü kabul edilirdi. Bu gün bile “bilim” olduğu konusunda tereddütlerim olan “Psikoloji Bilimi” emeklediği günlerde, normların dışında davranan pek çok sanatçıyı ya “deli” damgası ile yaftaladı ya da, akıl hastanelerinde tutsak etti. Hayatının son yıllarını geçirdiği Bethlem Akıl Hastanesi’nin bir bölümü olan Zihin Müzesi'nde, Wain eserlerinin bir bölümü sergileniyor.

Wain’in ailesindeki akıl hastalığı geçmişi onun “kafayı kedilerle bozduğu” izlenimi günümüzde bile pek çok psikoloğun onun resimlerindeki renk ve motif değişikliğini “işte şizofreninin evreleri” diye tanımlamasına neden oluyor. Halbuki, Wain’in eserlerinin kronolojisi tam olarak bilinmediği gibi, hastanede yaptığı çok mutlu ve formu bozulmamış kedi motifleri de var. Bir sanatçının gerçeküstü eserleri onun “şizofren” olduğununun ispatı olabilir mi? 1939 yılında Dr. Walter Maclay adlı bir psikiyatr, Notting Hill hurda dükkânında tesadüfen Wain’in sekiz tablosunu bulup, bunları bir bütün olarak yorumlamış ve şizofrenik çöküşün aşamalarını göstermek için kullanmış. Wain’e hiçbir zaman resmi olarak “şizofreni” teşhisi konmamış olmasına, resimlerin doktorun uygun gördüğü sırayla boyandıklarını kanıtlayacak delil bulunmamasına rağmen, Maclay’ın tespitini mutlak doğru kabul eden sonrakiler, “kedili şizofren ressam” teşhisini ondan alıntılamaya devam etmişler. Neyse niyetim, Wayne’in ne kadar “akıllı” olduğunu ispat değil elbet. Her sanatçıda bir parça “delilik” olması gerekir zaten. Dikkat çelmek istediğim nokta klişelere olan bu aşırı merakımız ve kaynağın doğruluğunu araştırmadan kopyaları sonsuz sayıda çoğaltmaya çalışmamız. Hele konu edilen bir sanatçı ve eserleri ise onun için başkalarının söylediği belki de temelsiz ilk tanıya saplanıp kalıyor, asırlar geçse de üstüne yeni bir şey söyleyemiyor, asıl kaynağa inemiyoruz. Wayne içinde durumun bu olduğunu düşünüyorum.

Bilim kurgu yazarı H. G. Wells’in de onun hakkında söylediği gibi, “Louis Wayne kediyi kendine mal etmişti. Bir kedi stili, bir kedi topluluğu, koca bir kedi dünyası icat etti. Louis Wain'in kedileri gibi görünmeyen ve onlar gibi yaşamayan İngiliz kedileri kendilerinden utanırdı.”

Kadınları ve kedileri tekinsiz bulan Ortaçağ Avrupası, “cadı” oldukları için kadınları, cadının ve karanlığın müttefiki saydıkları için kedileri yaktı. Louis Wayne, aşkı ile kadına, renkleri ile kedilere hak ettikleri değeri verdi ve dünyayı daha eğlenceli ve güzel bir hâle getirdi.  Bu belki de hayatın negatif elektriğini üstümüzden alan kedilere, Wayne’in renkleri ile okşayışı, gizli bir iade-i itibarı, hepimiz adına gülümseyen kocaman bir teşekkürüydü.

 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..