Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '16

 
Kategori
Öykü
 

Yaşamın içinden gözlemim (Alamancılar)

Yaşamın içinden gözlemim (Alamancılar)
 

"Alamanya" yolcuları


Anası onu anlatırken “kepeneğini sırtından attı da gitti yavrım” demişti.
 
Eminim bu satırları okuyanların birçoğu “kim o? Nereye gitmiş o?” diye merak etmiştir.
 
Çünkü hepimiz ‘kendimizi hapsettiğimiz ön yargılarımızın hapishanesinde’ sürekli etrafımızda görüp bildiğimiz; tanıdığımız yaşamları gözleyerek kendimizin farkına varmaya çalışıyoruz.
 
Birçoğumuz çocuğuna öğüt verirken “falancının ‘oğlu ya da kızı’ gibi ol” ya da “olma” deyip başlarız öğüde. Onları da ‘kendimiz gibi’ yaşamın dar alanına sıkıştırıp ‘orada “hayat” denen oyunun içinde kısa paslarla oynatırken hayat oyununu’ onların dünyalarını daraltığımızı hiç fark etmeden yaparız bunu.
 
Çünkü kendimize de büyüklerimizin davranışı hep böyle olmuştur.
 
Yani bizi fark etmeden veya fark etmeye çalışmadan. “Neye kabiliyetimiz olduğunu?” veya “kendi etrafımızda gördüğümüz yaşamı nasıl fark ettiğimizi?” hiç umursamadan ‘kendi kaygılarının içinde kendi içinde yaşattıkları özleme denk düşen’ bize biçtikleri hayatı yaşamaya zorlarlar.
 
Nedense? Hayatın içinde kendi biçtikleri kalıplar içinde bizi yaşamak için zorlamadan ‘genetik mirasımız olan’ özelliklerimizle bizi tanıyıp; kendimizi ifade etmemize izin verseler yaşama daha bir sağlam tutunacağımız hiç akıllarına gelmez.
 
Tabi onların bu davranışı bize düşman olduklarından değil elbet. Bizim daha başarılı olmamızı veya daha mutlu olmamızı istediklerinden ve bunun ancak onların önerdiği gibi olacağını düşünerek öyle davranılar.
 
Öyle olunca da biz de onlar gibi gelenekselleşmiş yaşam biçimlerini ‘bir yerde mecburen’ kabullenip onlar gibi yaşama tutunmaya çalışırken ‘ömür dediğimiz’ zaman tünelinin içinden sanki elele tutuşmuş gibi kayıp gideriz hepimiz.
 
Bu süreç içinde de karşılaştığımız yaşamın zorluklarından ‘tıpkı gürültüden rahatsız olan padişahın emriyle kıçına portakal sokulanın arkadan gelen kabakçının halini aklına getirip katıla katıla gülmesi gibi’ ötekinin yaşadığı zorluklara bakarak teselli buluruz hep.
 
Onun için çok meraklıyızdır kendi etrafımızdaki hayatlara. O hayatların dedikodusunu yapmak yaşadığımız hayat içindeki en gözde ve özel ritüelimizdir.
 
Tam da bu nedenle yukarıda yazdığım Almanya’ya çalışmak için giden oğlu için “sırtından kepeneğini attı da gitdi yavrım” diyen kadının yavrusunu veya ‘nereye gittiğini? merak ederiz hep.
 
Çünkü o söz ve o süreç çok tanıdık gelir çoğumuza.
 
“Çoğumuza” dedim. Çünkü o hayatları ‘o hayatları yaşayanlardan’ sonraki kuşaklar pek bilmez. Bilenler de bir yerlerde duyup veya ‘merak edip’ onlarla ilgili yazılanları okursa; okuduğu kadar ucundan kıyısından bilir.
 
Oysa o hayatlar kadim Anadolu’nun tarihinde binlerce yıldan bu yana insanın sürekli oradan oraya savruluşunun destansı hikayesinin bir dönemini kapsar.
 
Tıpkı kendinden önceki geçmiş zamanlarda insanların çıktıkları yaşam yolculuğunda olduğu gibi benzer umutlarla çıktıkları yaşam yolculuğunda benzer kaygıları duymuş; acı ve mutululuğun iç içe geçtiği benzer hayatı yaşamışlardır.
 
Onların bir önceki kuşağı ‘taşı toprağı altın sanıp’ “ver elini” deyip İstanbul yollarına düşüp; oradaki hayatlar içinde kaybolup gidenlerdir.
 
“Kaybolup giden” demem; giderek geldikleri yerlerin özelliklerinden sıyrılıp adına “varoş” denen yerlerde yeni özellikler üzerinde kendi kültürlerini oluşturmalarındandır.
 
Onlar için ‘kekliğin yürüşüne özenip kendi yürüyüşünü kaybeden saksağan’ benzetmesini yapmak çok da aykırı olmaz. Çünkü kendilerine kurdukları veya onlara uygun görülen yaşamlar içinde savrulurken geldikleri toprakların binlerce yılın imbiğinden geçmiş çok özlü ve köklü destansı özellikteki kültürlerini yitirip bambaşka özelikte insanlara dönüşürler.
 
Gören gözlerle fark ederek bakabilirsek “varoş” gerçeğine; onların geldikleri toprakların insanlarından çok farklı olduklarını görürüz.
 
Bundan belki o sersemlemiş hayatların içinde ‘köksüz bitkiler gibi’ zoraki bir yerlere tutunmaya çalışırken siyasetin oyuncağı haline gelip çok kolay harcanırlar.
 
Öykülerle Yolculuk adını verdiğim uzun öyküde Anadolu insanın büyük umutlarla çıktığı yeni yaşam yolculuğunda tutunmaya çalıştıkları yaşamlar içinden nasıl geçtiklerinin hikayesini gerçek yaşam öyküleriyle harmanlanmış hikayelerinde anlatmaya çalışıyorum.
 
Ona burada kısaca değinme nedenimin onları; yani 1961 yılından itibaren ‘kendilerine sunulan bir fırsat olarak görüp; onurlarıyla oynanmasını hiç umursamadan’ önce Almanya’ya ve sonraları diğer ülkelere göçü saranları daha iyi tanıtabilmek için.
 
Çünkü yukarıda da yazdığım gibi hepsi aynı kültürel dokunun içinden çıkıp gelen insanlar.
 
‘Hangi ülkeye savrulmuş olurlarsa olsun; bunu hiç umursamadan’ onların hepsini “Alamancılar” olarak biliriz.
 
İkinci Dünya Savaşında büyük yıkıma uğrayan Almanya savaş sonrası hızla giriştiği savaşın yaralarını tamir sürecinin belli bir evresine gelince ‘yani yıkılan sanayisini yeniden kurup hızla savaşın yıktığı şehirlerini imara yöneldiği sırada’ kendine gerekli olan kaba iş gücünü ülke dışından karşılamayı düşünmüştü.
 
Bu süreçte ilk aklına gelen “vur sırtına somsağı, al ağzından lokmayı” diye Osmanlıdan bu yana tanıdığı insanların ülkesi olan Türkiye oldu sanırım.
 
O yıllarda 1950 de çıktığı çok partili hayatla başlayan demokrasi yolculuğu
 
Ortadoğuya kötü örnek olacak kaygısıyla’ bir askeri darbeyle kesilen Türkiye de ‘içinde yaşadığı ekonomik zorluklar nedeniyle’ zaten bu iş için biçilmiş kaftandı. “Tencere yuvarlandı; kapağını buldu” deyişinde olduğu gibi yani.
 
Oysa Türkiye İkinci Dünya Savaşı'nın sınırında kalmış; yani o savaşın yıkımını yaşamamıştı; ama yıllarca Osmanlının ihmal ettiği Anadolu insanı ‘her ne kadar cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan aydınlanma heyecanı yaşasa da’ “beyin gücü” denen eğitimli iş gücüne sahip olamamıştı.
 
Öyle olunca adına köylülük denen ‘ancak modern üretimden uzak olduğu için’ dev kitlesiyle birlikte üretim dışı kalan hatırı sayılır sayıda işsiz kitle için Almanya’nın çağrısı ‘hem onlar için hem de onlara iş bulma zorunda olan; ancak yeterli istihdamı yukarıda yazdığım nedenle sağlayamayan devlet için’ sanki bir kurtuluş umudu olmuştu.
 
İşte tam o sıra sırtından kepeneğini atan Anadolu’nın geleneksel yaşam biçiminin insanı çobanlar köylerde; kasabalarda ve tabi şehirlerde yokluğun, yoksulluğun ve çaresizliğin girdabında kaybolan insanlar sıra sıra olmuştu Almanya’ya iş kuyruklarında.
 
Tabi sağlığı, gücü kuvveti yerinde genç insanlar tercih nedeni olunca ‘tıpkı eskinin köle pazarlarında olduğu gibi’ ‘dişinden kuşuna’ aşağlayıcı muayeneye tabi tutuldu hepsi.
 
Ama o çaresiz insanlar çoktan razıydı o muameleye. Bu nedenle Almanya’dan gelen firma temsilcileri; yanlarında doktor vb. sağlık görevlileri önlerine sıralanmış çaresiz insanları ‘adeta tiskeleyerek’ o muayenelerden geçirirken hiç zorlanmamışlardı.
 
Almanya’nın bu uygulamadaki kazancını gören İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımından çıkıp ülkelerini yeniden inşaya başlayan diğer Avrupa ülkeleri de Türkiye’den işçi almaya soyunmuş; oralara da benzer seçmelerle çok insan gitmişti atmışların başından başlayıp sonraki yıllara sarkan zamanlar içinde.
 
Geçtiğimiz günlerde sayfama düşen bir öyküde ‘kendi deyimiyle bir gurbetçi ana babanın kızı olan’ Arzu Şen isimli bir yazar annesine ithaf ettiği ve “ALAMANCILAR” başlığını verdiği kısa hikayesinde tam bunu; yani “Alamancı” dediğimiz gurbetçileri anlatmıştı.
 
Onu okuyunca o yazar arkadaşa “benim ‘Öykülerle Yolculuk’ adını verdiğim uzun bir hikayem olduğunu; o hikayenin atmışlara gelindiği yerinde ‘Alamancı’ denen gurbetçi öykülerine de yer vereceğimi; onun bu kısa hikayesini o öykü yolculuğu içinde değerlendirmek istediğimi yazmıştım. O da izin verince o öyküyü kopyalayıp öykü notlarım içine aldım. Yeri gelince ona da yer vereceğim. Yeri gelince de burada kısaca değindim ondan.
 
Ben “Alamancıları” doğru anlayıp, doğru anlatmak için onları kısımlara; daha doğrusu kuşaklara ayırmayı doğru buluyorum.
 
İlk kuşakta da köylerde, kasaba ve şehirlerde yaşamın dibine vurmuş en yoksul ne çaresiz olanlar olduğunu düşünüyorum.
 
Çünkü Anadolu insanı dağın arkasını gurbet kabul etmiş; o gurbet üzerine türküler yakmış bir halk. Yani öteden beri uzun göç yollarına ancak büyük çaresizlik sonucu düşmüş. Yoksa “varsa tenceremde yağsız da olsa bulgur aşım; o zaman ağrımaz başım” veya “bir lokma bir hırka” deyip tevekküle razı olan bir gelenekten geliyor onlar.
 
Öyle ki; Osmanlı zamanında bile dağın öte yüzünden evlenen erkeğe askerlik düşmezmiş. Belki o düşünceyle padişahlık ahalisinin birbiriyle tanışıp kaynaşmasını istemiş. “Kimbilir?”
 
Dedemin en büyük ağabeyi Veli ağanın askerlik yapıp yapmadığını sorduğumda “onun ikinci garısı Galcıkdandı. O zamanlar gurbetten evlenen erkeklere askerlik düşmezmiş” demişlerdi.
 
Gağılcık köyü bizim ilçenin doğuya bakan tafarındaki dağın ardındaki bir köy. O zaman da aklıma benzer şeyler gelmişti; yani bunun insanların tanış biliş olmasından, köylerin kendi kabuğunu kırmasını istemekten olduğunu.
 
İşte bu veya buna benzer pek çok örnek “arşın arşın memlekete kız vermesinler” diye hemen köyün ardındaki tepelerin işaret edildiği gibi vb. türkülerdeki gurbet ürküntüsü benim “Alamancı” gerçeğine bakışımı ve ilk Almanya yollarına düşenlerin çok mecbur olanlar olduğunu düşündürüyor.
 
Öyle ki o ilk “Alamancılar” bir yıl sonra memleketlerine ‘ki o sıra gidenlerin ezici çoğunluğu erkekti’ başlarında tüylü fotörleri, boyunlarına astıkları transistörlü radyo ve teyplerle izne geldiği sırada kıskançlıkların oluşturduğu önyargıların örtüldüğü küçümsemeyle karşılanmıştı.
 
O yıllardan aklımda kalana o tüylü şapkalı “Alamancılar” için “yav şu bokçu demi be? Kendini bi bok oldum sanıyo” veya “şu yalınayağın oğlu de mi be? Görgüsüz nolcek? Daha geçen ‘kim bi bardak çay ısmarlecek deyi bakınıyodu. Çalıma bak, çalıma” derken ‘tüylü şapkayı’ geçtim kendilerinin o yıllar o transistörlü radyoyu ancak kahvelerde görebildiklerinin kıskançlığını kusuyorlardı.
 
O ilk “Alamancılar” da sanki sözleşmiş gibi oralarda ‘nasıl horlandıklarını? Hangi sıkıntıları yaşayıp, aç kalarak üç beş kuruş parayı zor biriktirdiklerini; Almanlar gibi yaşasa meteliksiz kalıp memleketine bile izne gelemeyeceğini gizleyip’ sanki sırt üstü yatarak para kazandıklarını veya Almanların onları el üstünde tuttuğunu söyleyerek ötekilerin ağızlarının suyunu akıtıyordu.
 
Hele “Alman karıları” muhabbeti; sanki Alman kadınların Türkler gelince kendilerini düzdürmek için sıraya geçtiği ve “diğer Türkler nerede?” diye sordukları intibasını veren hikayelerdi.
 
“Seyredin şimdi görüyorsun. Biri erkek biri dişi” diye pazaryerlerinde veya köy kahvelerinde kimilerinin dürbünle erkeklere seyrettirdiği pornoğrafik resimler ötekilerin abaza iştahlarını şahlandırmış; memleketlerinde iyi kötü kazancı olanlar da düşmüştü Alamanya yollarına. İlk gidenler ve onlar sanki parayı sokakta bulmuş hovardalığıyla ‘parasız kaldıkları günlerin acısını çıkarır gibi’ para harcaması artık onları küçümsemenin yerini çakalların almasını getirmiş ve ilk “Alamancılar” elde avuçta ne varsa tüketip dönmüşler izinden “Alamanya'ya” köleliğe devam etmek için.
 
İşte bence onlar ilk “Alamacı kuşağı.”
 
Onlar o sıra gittikleri Almanya’da ve sonraları gidilen ülkelerde kültür şoku yaşayıp kendilerini iç dünyalarına kapatıp; o ülkelerin sosyal ortamından tümüyle soyutlandılar. Almanya’da ve diğer ülkelerdeki yaşamı sürekli geldikleri ülke ile kıyaslayıp “onla cavır; emme Allah için bizden dürüst” diyerek; oralardaki toplumsal düzene ve sosyal yaşamın kalitesine hayranlık duysalar da o soyutlanmaktan kurtulamadılar. Aynı uyumsuzluğun sıkıntısını bir iki yıl sonra yanlarına aldıkları eşleri, çoluk çocukları da yaşadı.
 
Onlardan heveslenip giden ve ilk gedenlerin sakladığı Almanya’nın acı yaşam gerçeğini yaşayarak fark edip ilk gidenleri kalaylayanlar ve kazandıkları paraları memleketlerinde ev-yurt edinmek için harcama akıllığını gösterenler de bence sonraki “Alamancı kuşağı.”
 
Birinci kuşaktan itibaren bütün “Alamancılar” getirileriyle memleketleri için “altın yumurtalayan tavuk” muamelesi görürken kimi kurnazlarca da hep aldatıp yolunacak kaz gibi göründüler.
 
Onların paralarıyla “lebi derya; kuş uçumu denize yüz metre” denip dağ başlarını onlara arsa diye parselleyen veya onlara ‘size ev sahibi yapacağı; fabrika kurup patron yapacağız’ diye ilk kooperatifler o sıralarda kuruldu.
 
Daha sonraları ‘çoğu Almanya’dan kiralanan ve’ yollara düşen sarı mersedesler orada ehliyet almayı becerenler tarafından getirilmiş; özellikle köylerde bütün köylünün ‘sanki uzaylı gelmiş gibi’ etrafında nutukları tutulmuş seyrederken ağızlarını sulandırıp; “keşke ben de gitseydim” pişmanlığını veya “ben de gidicen işte” diye iştahını yaşatmıştı onlara.
 
Daha sonra gidenler veya ilk gidenlerin çocukları ‘kendi içinde bin türlü sorun yaşayan’ sonraki kuşakları oluşturdu.
 
Onlar; yani sonraki kuşaklar ilk gidenler gibi gittikleri yerlerde ‘kültür şoku’ yaşamasa da o kültürlere uyum sağladığı da söylenemez onların yıllardır.
 
Bu nedenle kuşaklar boyu ‘ne saksağan ne keklik’ çok farklı yapıdaki insan kuşaklarının dramlarını içerir “Alamancı” öyküleri.
 
Oradaki yaşamlar ‘her ne kadar?’ kitaplara veya sinema filmlerine konu olsa da; bana göre yeterince anlatılıp anlaşılabilmiş değildir “Alamancı” gerçeği.
 
Yani onları anlatmak “taşı toprağı altın” deyip İstanbul yoluna düşen ve orada yepyeni bir “varoş kültürü” yaratan insanları anlatmak kadar kolay değil bence.  
 
Bunların farkında olarak öykülerle yolculuğun altmışlı yıllarına gelince onlar için ayrı bir sayfa açıp oradaki çok farklı kültürlerde yaşanmış yaşam öykülerini harmanlayıp öyle resmedeceğiz “Alamancı” gerçeğini.
 
“Yaşamın İçinden Gözlemim” başlığıyla açtığım bu sayfada yol alırken durup burada bu nedenle yazma gereği duydum “Alamancıları.”
 
 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..