Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Kasım '11

     
    Kategori
    Deneme
     

    Yılan büyüsü

    Yılan büyüsü
     

    Güneşin daha doğmadan ısıtmaya başladığı nadir güz sabahlarından birisiydi. Zifiri karanlığın dağılmasıyla birlikte hareketli ve neşeli sayılabilecek bir sabaha uyanmıştı. Tedirgin gece boyunca duyulan tek tük canhıraş haykırışların yerini, aceleci ama güvenli cıvıltılar, bağırışlar, seslenişler ve sabahın buğusuna öylesine bırakılıveren güçlü esnemeler alıyordu. Henüz ortalıkta görünmeyen güneşin öncü sıcaklığı her şeyi, herkesi ısıtıyor, gecenin ve gecelerin hafızası toprak anadan taze anıların buharlaşmasına yol açıyordu.

    Hem aç hem de susuzdu. Önce kana kana su içmek, sonra da daha yeni biçilmiş buğday tarlasının her yerinde bolca bulunan tanelerden yemek istiyordu. Tarlanın kenarında bulunan ahlat ağacının hemen yanıbaşında, büyükçe sayılabilecek bir kaya parçası ile toprak arasına oyulmuş sıcak yuvasından ılık sabaha kafasını çıkarmasıyla birlikte, uyanan dünyanın bütün ezgisel seslerinin içine dolması bir oldu. Nemli havayı tüm renkleri ve kokuları ile birlikte içine çekti. Daracık burun kanallarından giren hava, her tarafta bolca bulunan buğday tanesi, karınca ve solucanlardan oluşan sabah kahvaltısı mönüsünü haber vermesine rağmen, suya ilişkin bir şey söylemiyordu. Anlaşılan su ile ilgili hayallerini öteleyecek, önce biraz karnını doyuracaktı. Fazla düşünmeden iki metre ilerisinde bulunan ve dün biçilen tarlanın kaba toprağına kendisini bırakıverdi. Bedeninin ağırlığıyla gömülen, sarımsı yeşilimsi toprak tanelerinin arasından çıkıveren ilk karınca, çoktan midesine inivermişti bile. Hemen solunda bulunan zarı çatlamış buğday tanesi, sonra onun yanındaki, sonra biraz ilerisindeki… Sonra boşluk ve havayı koklamak için bir bahane… Sonra yeniden bir buğday tanesi… Bir sağa, bir sola… Hep ileri, ama asla geri değil. Yedikçe karnı doyuyor ama buna karşılık susuzluğu biraz daha artıyordu. Her zamanki gibi birazdan, topraktaki nemi bünyesinde toplamış bir kök bularak bir nebze olsun susuzluğunu giderebileceğini biliyordu.

    ****

    Bir ipek şalın kıvrımlarında akıp giden su damlası gibi, akıp gidiyordu biçilmiş buğday saplarının üzerinden, arasından… Uzun, dipdiri vücudunun gideceği yönü kestirmek neredeyse imkansızdı. Bir sağa; biçilirken birbirine yapışıp kalmış sapların tam arasından, bir sola; biçerdöverin tekerleği altında ezilmiş, nemli, ılık toprağa yaslanıp kalmış sapların üzerinden… Kesintisiz, hızlı, kararlı bir şekilde, hedefin tam üzerine… Her bireyi birbirini izleyen karınca kolonilerinin çelik disiplini misali, vücudunun her noktası tam bir ahenk içerisinde aynı yerlerden geçerek akıyordu. Ara sıra durup, çatal dilini ince çenesinin arasından çıkararak havayı kokluyor ve rotasında yapması gereken hassas düzeltmeleri yaparak ilerlemesine devam ediyordu. Acelesi yoktu, ama hızlı hareket ediyordu. Bu sefer çok aç değildi, ancak av sürecini seviyordu. Özellikle ilk karşılaşma anları. Avının onu ilk farkettiği ve ilk göz temasının sağlandığı anlar. O her şeyden, tüm varoluştan kusursuzca soyutlanmış büyülü anlar kendisini de çok etkiliyor, heyecanlandırıyordu.

    Artık yaklaştığını biliyordu. Hızını biraz azalttı ve sonra usulca durdu. Kafasını ve vücudunun ön kısmını biraz daha yükselterek, kendi güvenliği için etrafı kolaçan etti. En büyük tehlikeler bugüne kadar hep havadan gelmişti. Dilini özellikle yukarı doğru büyük bir hızla savurarak tekrar ağzının içine aldı, aynı hızla üst damağına yapıştırdı. Yukarısında bir tehlike görünmüyordu. Dikkatini, hemen önünde toprakla karışık saman yığınının arkasında olduğunu bildiği avına yoğunlaştırdı yeniden. Henüz onu görmüyordu ama nerede olduğunu ve şu anda yediği son buğday tanesinin ağzında bir türlü doğru yeri bulamayıp, onda keyifli bir huzursuzluk yarattığını biliyordu. Birazdan otların arasından, nice kayalara, taşlara, toprağa, sapa, samana, ağaca, dala, yaratığa sürtünerek hepsinden bir şeyler almış ve dünyanın en eski kaya parçası hissi uyandıran başını çıkararak selamlayacaktı tarla faresini.

    ***

    Nihayet doğru yere götürebildi ağzındaki taneyi, onu hemen arka dişlerinin arasına alarak ısırmaya koyuldu. Son yedikleri, susuzluğunun etkisinden olsa gerek epeyce zorlamış, minik ağzında sanki kilometrelerce yol alıyormuş gibi onu yormuş, ama sonunda nihai yerine kurulmuştu. Her taneden sonra yaptığı gibi başını kaldırdığında, sarı saman yığınının arasında hissetti mutluluk veren serinliği. Ne olduğunu görmüyordu, ama yine de bakıyordu kaderine. Öbeklenmiş samanların arasından kendisini çağıran sonsuz derinliği, son tanenin alt damağında attığı çiziğin yeni yeni vermeye başladığı sızı ile aynı anda farketti. Soğukluk dışında henüz bir tanımı, şekli şemali, görüntüsü yoktu onu huzursuz eden, vücudunu kurşuni bir sis perdesi gibi saran, tüylerini diken diken eden şeyin. Sadece ürperti… Kimi zaman bir yağış veya talihsizlikle bozulan sıcak yuvasının dünyaya açılan kapısına geldiğinde, soğuk, nemli ilkbahar havasının suratına çarpmasıyla hissettiği ürpertinin aynısını duydu. Bakakaldı. Ne gözünü, ne aklını alabildi baktığı ama göremediği yazgısından. Büyüdüğünü hissetti, kocaman olduğunu… Aniden, doğduğundan beri hiç kapanmamış ve ölene kadar da hiç kapanmayacak olan sarı, donuk bir çift gözü gördü, toprakla karışık saman yığınının hemen arasında. Soğuk ürperti, hızla gözlerinden içine girip tüm vücudunu kat ederek toprağa basan ayaklarına ulaşan sıcak korkuya bıraktı yerini. Titredi... Sonra küçüldü, küçücük bir tarla faresi oldu. Eğer; masallardan çıkıp gelmiş bir sultanın, alnının hemen üzerinde taşıdığı broşa olağanüstü bir estetik yetenekle işlenmiş sarı topaz, aşk taşını andıran ve doğruca kendisine odaklanmış saydam sonsuzluktan gözlerini alabilirse, çekip gidebileceğini, kurtulacağını biliyordu. Ama alamıyordu gözlerini, parlak toz zerreciklerini yerden alıp sonsuzluğa doğru gönderen bir çift anaforu andıran gözlerden. Bir şey vardı bilincinin çok ötesinde, ruhunun derinliklerinden kendisini çağıran. Kesif korku perdesini giderek aralayan bir ışık, soğukluğun yerini alan bir serinlik. Karşısında öylece duran, derin boşluk hissi uyandıran gözlerin tam içinde, irili ufaklı çakıl taşlarının üzerinden aceleyle akıp gittikçe menevişlenen serin pınarı farketti. Özlemini duyduğu suyun; dibinde ve kenarlarında öbeklenmiş irili ufaklı çakılların üzerinden geçerken çıkardığı cennet sesini, kıyılarda, daha durağan, korunaklı bölgelerde yaşam bulmuş yosunlara ulaştığındaki hayret verici sessizliğini duydu. Henüz doğmamış güneşin ulaştığı yerlerde eşsiz mavilikte, kayalara vurup uçuştukça benzersiz kristal hareler oluşturan sulardan kana kana içmek istiyordu.  

    ***

    Zaten konumunu, durumunu kusursuz bir şekilde bildiği avını görme anı gelmişti. Bu en heyecan verici, avın aşka dönüştüğü ilahi bir andı. İnce uzun bedenindeki her türlü titreşimi sonlandırarak, sarı saman yığınının hemen yanı başından uzattı kafasını. Orada öylece bir heykel gibi duracak, henüz av sıfatındaki aşığının kendisini farketmesini huzurla bekleyecekti.  Telaşlı, ürkek hareketlerle son buğday tanesiyle mücadele eden minik bedenin görüntüsünü anında alarak, daha önceden kafasında hazırladığı yerine oturttu. En az bedeni kadar güçlü ve duyarlı diliyle avının röntgenini yukarıdan aşağıya çekerek görüntüye ekledi. Artık bütün sırlarına hakimdi. Susuzluğunu biliyor, onu aşığa çevirecek tılsımını hazırlıyordu: Şimdiye kadar gördüğü en güzel kokuya, en lezzetli sulara, en etkileyici cennet sesine sahip pınarın görüntüsünü, bedeni gibi kusursuz dinginliğe sahip beyninin derinliklerinden çıkararak, doğduğundan beri hiç kapamadığı ve ölümüne kadar da hiçbir zaman kırpmayacağı gözlerinin arkasına yerleştirdi. Göz göze gelip avının aşığına dönüşeceği en sevdiği ve en heyecanlı anı beklemeye koyuldu. Avının kendisini, gecenin soğuğundan sabahın ilk serinliklerine uzanan bir ürperti eşliğinde hissettiğini biliyordu. İlk gördüğünde kavrayamayacağını ve kavradığı anda da ürpertinin yerini koyu, karanlık bir korkunun alacağını… Sonrasında devreye, atalarından kendisine miras kalan, uzun nesiller boyunca hayatın gerekliliğinden ortaya çıkan ve artık kendisi için aynı zamanda heyecanlı bir oyun biçimini alan büyünün gireceğini de biliyordu. Kalanının hiçbir önemi yoktu. Sadece bu hazırlık ve peşi sıra idrak dönemi. Zirve ise göz göze gelinen ilk gerçek karşılaşma anıydı.

    Ve işte o an. Avlanmanın aşka, avın aşığa dönüştüğü…  Hayatın, bakışlarda yoğunlaştığı ilahi an… Tam karşısında çaresizce duran küçük bedende minik titreşimlerle kendisini ortaya vuran tedirginliği, göz göze geldiklerinde onu daha da ufaltan korkuyu ve korkunun susuzluğu giderecek aşka dönüşmesini mutlulukla izledi. Çaresiz aşkın ihtiyacı olan cennet pınarını tüm ruhuyla, büyük bir zarafetle sundu. Kendi derinliklerinden gelip, sonsuzluğa açılan gözlerinden uzanarak, aşığının minik, heyecanla atan yüreğini şevkatle sardı, yeni bir yaşama doğru büyülü bir incelikle kendi yüreğine doğru çekti…   

     
    Toplam blog
    : 1
    : 2290
    Kayıt tarihi
    : 20.11.11
     
     

    Koskoca bir varoluşun küçücük bir zerresi olan ve adına dünya denilen cennet parçasını sarmalamış..