Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '11

 
Kategori
Psikoloji
 

Yola yansıyan çocuk

Yola yansıyan çocuk
 

"Çocuk!" deyip, geçmemeli...


- Cam kenarı benim galiba?
- A evet, buyurun!
Çok kendini beğenmiş bir cümleye, içten gelen gülümseme ile bezenmiş bir cevap… Arkasından, havada dolaşan rahatsız edici sessizlik… Gülümseme öylece boşlukta asılı kalır… 

On üç saat sürecek uzun bir yolculuğun başlamasına yalnızca dakikalar kalmıştı. Şoför koltuğunun hemen arkasındaki koltuklarda oturmuşlardı. Üç aşağı beş yukarı aynı yaşlarda olmalıydılar. Fakat, her iki genç kız da daha uzun bir süre bu durumun farkında olamayacaklardı. 

Cam kenarındaki koltuğuna, adeta yanındakinin üstünden yüksek atlama yaparak, bir hışımla geçen genç kız, “buyurun” diyen koltuk komşusuna “teşekkür etmek” yerine yanındakine edalı çalımlı bir göz süzüşü gönderiverdi. Koltuğuna kurulur kurulmaz aynı anda sigarasını çantasından çıkardı, bacak bacak üstüne attı; duruşu ve endamını yan gözle camdaki aksinden ara ara kontrol etmeyi de ihmal etmeyerek, uzun sürecek yolculuğuna başladı. Sigarasından bir nefes alırken yanındaki kıza bir daha büyük bir lütufla baktı. Bakışıyla “Hıhh, bu liseli kız da neyin nesi? “der gibiydi.

“Yol arkadaşı” olarak yanına akranı bir kızın oturuşuna son derece sevinçli kızsa komşusuna öylesine içtenlikle “buyurun” demişti ki. Hayatında ilk defa “buyurun” sözünün bir kapıyı açamayışına hayretler içinde dondu kaldı. Fakat, çabuk toparladı kendini. Elbette ki, yanındaki bu alımlı kız, birisiyle konuşmak niyeti taşımayabilirdi. İçinde oluşan bir anlık serinliği hemen tatlı bir melteme çevirdi, her zamanki gibi. Buyurun sözcüğünü söyleyen o sakin ve huzur dolu haline dönmesinin peşi sıra, saatlerce yan yana yolculuk edeceği kızı göz ucuyla takibe aldı. Öyle bir bakıştı ki bu; asla yanındakini rahatsız etmeyi düşünmeyen; tam aksine yanındakini anlamaya, görmeye çalışan bir bakış… Bu eğlenceli gözlem kararının yanı başında, bir karar daha aldı koridor tarafında oturan: Ne olursa olsun, yanındaki kız onunla konuşma şansını kaybetmişti. Onun tüm hallerini hoş görebilirdi de; “buyurun” kapısını bilerek açmayışını görmezden gelemezdi. Yol boyunca konuşmayacaktı yol arkadaşı ile. Kararı karardı… 

Aslında bu karar, bu susuş kararı, yeni de sayılmazdı. O da çoğunlukla yolculuklarında konuşmamayı, konuşmak yerine kitap okumayı seçerdi. Yine de, o susuşlarıyla yanındakileri bir kez olsun kırmadığından adı gibi emindi. Yolculuklarında yanından hiç eksik etmediği kitabını eline aldı. Evet, yine uzun bir yolda eline aldığı kitabı bitirebilecekti. Durum bunu gösteriyordu. Bu sonuca varınca, yeniden sessiz ve huzurlu bir gülümseme yayıldı yüzüne. Kitabı okumaya başladı. Bazen, kitabın sol sayfasını okurken satırların başlarında okuması taa sol cama kadar uzuyordu ama… Ama olsun, tatlı bir gözlemin okumanın arasına katılmasının bir zararı olamazdı ki… 

Kararlıydı; sessizliğin içinde, yolculuk sırasındaki bir yolculuğu daha okumaya… Cam kenarındaki, gözünün açık olduğu hemen her an’da sigara dumanlarını çevreye savururken, dumanla kaplanmış aklının kalan kısmıyla akıl erdirebildiğince, kanaat notunu bir çırpıda veriverdiği yanındaki “küçük”e göz süzmeli bakışları göndermeyi de, hiç ihmal etmiyordu.

Kitap okuyan inatçı küçükse; çoktan yanındaki insan kitabını tarayarak okumuş, kitabın özetini çıkarmış ve gerekli notları almıştı kitap hakkında. Hatta, konunun özü hatmedilmişti yolculuğun tam orta yerine ulaşırlarken…
Yolculuk oldukça uzun olduğu için otobüs belli aralıklarla mola veriyordu. Küçük, son notlarını akıl defterine geçirmiş ve ana fikir hakkında son rötuşlarını yapmıştı ki, otobüs durdu. Sigara söndü. Kitap kapandı. Sigarayı söndüren aynı eda aynı nazla küçüğe dönerek, saatler sonra birkaç sözcük lutfetti:
- Lavaboya gelir misin?
- Hayır! Sayfayı bitirmedim. 

Yeni bir yüksek atlamayla koridora geçen edalı kız - ki, böylesi atlayışlarda epey ustalaşmış görünüyordu-, bir küçüğe bir de küçüğün kucağında duran dakikalardır kapalı kitaba baktı; “deli mi ulu mu bu Allah aşkına” düşüncesi alnından okunmasın diye olacak, hızla dönerek otobüsten aşağı indi. 

On beş dakika sonra, aşağı inen tüm yolcular yeniden otobüse bindi ve şoförün arkasındaki ikili koltukta tekrar aynı film oynamaya başladı. Kitap okuyan oldukça keyifliydi. Okuduğu kitaptan, okuduğu yoldan ve okuduğu yol arkadaşından çok şeyler öğreniyordu. 

Sigara içmesiyle, bacak bacak atışı ve saçını iki de bir düzeltişi ile yanındakinden on santim büyük durduğuna inananın, o dayanılmaz edasına ve büyümesine her geçen an sıkıntı da ekleniyordu. Bu durum, resmen kızın yüzünden okunuyordu. Kitap okuyansa, gözleri ara ara yorulsa da -uyuduğu anlar dışında- okuduğu kitaptan ayrılmamakta inatçıyken, tüm büyüklüğünü ve çalımını içtiği sigaradan aldığı belli olanın iç sıkıntısını anlamakta gecikmedi, o küçücük yürekle.

Havada dolaşan sıkıntıyı anladı anlamasına da; ee yanında hava varsa, onda da inat vardı. Ve bu inatla içinden cevap verdi, gördüğü bu sıkıntıya:
“Yook, öyle kızım! Sen aklınca elindeki sigarayı aralıksız tüttürerek, yanındaki insanı çiğneyerek, oturacağın yere paraşütle atlayarak, insana yalnız işin düşünce yaslanarak “okullu”, “tahsilli”, “uyanık”, “özgüvenli” olduğunu kanıtladın ya! Sıkılmaya mahkumsun… Seninle konuşmama hakkımı kullanıyorum. Sense, “yol arkadaşı” olma ve yol arkadaşı bulma hakkını kaybettin! Ya da, dur bakayım; bakarsın bir ân rastlaşır da konuşuruz!”
Kitabına daha bir muhabbetle sarılan kız, elindeki kitapta okuduğu bir şeye keyiflenmiş gibi yaptı ve düşüncelerine içinden şöyle doya doya güldü. 

Neredeyse on üç saat süren yolun on iki buçuk saati bitmek üzereydi. Kitap okuyan kızın yolculuğu sırasınca yüzünde asılı duran gülümseme, tatlı bir gülüşe dönüşeli dakikalar olmuştu. Aslında, biraz daha zaman geçse bu huzurlu gülüş de, kesinlikle kocaman bir kahkahaya dönüşüverecekti... 

Artık, eğlence başlamalıydı. Yanındaki arkadaşını bu kadar da sıkıntılı bir halde bırakmak, onu böyle hatırlamak ve onun hafızasında bu şekilde “küçük” kalıvermek istemiyordu, doğrusu. Kitabı çantasına yerleştirdi. Cama doğru, hep onunla anılan gülümsemesiyle döndü. İki yolcu, uzun saatlerden sonra göz göze gelebildiler nihayet. Sıkıntıdan patlamak üzere olan, son bir ümitle -ya da kim bilir; içinden, biraz oyalansam açılırım umudu ile- koltuk komşusuna birkaç soru sordu. Fakat soruları sorma tarzı bile “Aslında, küçük dağları ben yarattım da, hadi neyse!.. Demek yüzünü bana döndün; o zaman şu sıkıntılı anlarımda beni eğlendir. Şunun şurasında ne kaldı ki canım? Seninle konuşsam ne kaybederim? Sırçalarım da dökülmez a!..” tarzındaydı.
Camdaki başlattı konuşmayı: (“Zaten, oyunun kuralı gereği konuşmayı onun başlatması şarttı! ” diyerek kıs kıs gülüşe devam etti yanındaki…)
- Okuyor musun sen?
- Evet!.. Siz de okuyorsunuz galiba?
-Evet, üniversitede… Sen yatılı mı okuyorsun?
- Evet, yatılı okuyorum… Üniversite kaçıncı sınıftasınız? Hangi bölüm?
- Psikoloji 2. Sınıf oldum bu yıl…
- Ayy ne kadar güzel? Hangi üniversitede?
-Hacettepe Üniversitesi… Sen hangi bölümü istiyorsun?
- Ben mi?
- Evet! Üniversiteye gidince hangi bölümü istiyorsun yani?
- İstedim…
- Ha yani üniversiteye yeni, bu yıl başladın! Hangi bölüm?
-Türk Dili ve Edebiyatı bölümü…
- Anlamalıydım!.. Kitabı öylesine hararetli okudun ki yol boyunca!.. Ama Edebiyat bölümü zor biliyor musun? Çok çalışmalısın!
- Aaa bunu Psikoloji okuyanlar da mı biliyor? Demek ki namımız diğer bölümlere de yayılmış. Fakat, ben zoru atlattım galiba. Bizde ilk iki sene zordur. Son sınıf oldum bu yıl… Zorluk deyince… Sanırım, yıl içinde değil de, tezde zorlanırım biraz.”Tezi zor” diyorlar bizim bölümün ama… Yine de, sevdiğim Farsça üzerine bir tez konusu seçtiğimden fazla zorlanacağımı zannetmiyorum.
- Yaaaa öyle mi? Ne, ne kadar güzel!.. Şeyy, pardon. Ben de se… Ben de si, sizi… Sanmıştım ki…
-Amaan, olur canım böyle şeyler. Aldırma! Bir iki yıl pek fark etmez, insanlar için. Ha ikinci sınıf ha son sınıf… Hepsi de bir sayılır!.. Değil mi?
- A elbette… Ama inanın, beni çok şaşırttınız. Bir soru daha soracağım ama…
-Tabii, buyurun!
-Hangi üniversitedesiniz?
- Söyleyeyim mi? Fakat, lütfen daha fazla şaşırmayın… Olmaz mı?
- Dilerseniz…
- Hacettepe… 

Otobüs Ankara Otobüs Terminalinde yerini almak üzere Ankara şehrinin içine ulaşır sonunda. Bir süre, iki üniversiteli kız arasında sessizlik sürer. Fakat, bu seferki sessizliğe sebep olan ne kitaptır ne de sigara dumanı… 

Otobüs perona yanaşırken Hacettepe’de son sınıfa varan, yine duramaz yerinde:
- Görüyor musun arkadaşım? Biz ne kadar da âlemiz. Sen gel aynı üniversitede iki öğrenci ol. Ve bunu on üç saatlik yolun sonundaki yarım saatte öğren. Üstümüze yok valla!.. Sen psikoloji okuyorum demiştin, değil mi?
- Hıı… 

Neyse ki, tam zamanında otobüs peronda durur. Cam kenarındaki,
- Memnun oldum arkadaşım. Af edersin geçebilir miyim? der ve şaşkın bir ifadenin çevrelediği donup kalan bir gülümseme dudaklarındayken, yanındakine istemeden çarparak hızla otobüsten iner. Yol vermeye çalışanın daha “buyurun” demesine vakit kalmadan otobüs koridoruna bir kitap düşer. Hani şu psikoloji serisinden: “Dale Carnegie’in “İşten ve Yaşamdan Zevk Almanın Yolları”… 

Yolculuğa son noktayı koyan kitabın düştüğü o anda, yerdeki kitap uçan Psikoloji öğrencisini, uçan Psikolog adayı yerdeki Dale Carnaige kitabını görebildi mi? Bu gerçeği, hâlâ o tatlı tebessümüyle düşünür kitabını yere düşüren… Elbette ki, bu düşünceli kızın o günden bugüne taşıdığı, o yolculuktan aldığı keyif ve çıkardığı ders onunla birliktedir. 

Yegâh Elif Mirzâde
 

 

 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..