Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Temmuz '06

 
Kategori
Yurtiçi Tatil
 

Yollar ve uzaklar

Yollar ve uzaklar
 

Urfa, Balıklı Göl. Yaşadığım şehirden kuş uçuşu tam 1243 kilometre uzakta, kısa bir süre öncesine varlığı bende hiçbir merak uyandırmayan bir toprak parçası üzerine tarif edilemez duygular içerisindeyim.

Beni buraya getiren sebep, yaklaşık son bir ay içerisinde Anadolu’nun tüm denizleri, dağları, mabetleri, sarayları ve yıkıntılarına uğratan aynı sebep ancak şu an tüm bu sebep - sonuç ilişkisinden yoksun, ilk kez ayak bastığım bu toprak parçasında müthiş şiddetli bir aidiyet duygusu hissediyorum. Soluduğumuz havada gerçeklik duygusunu seyrelten bir şeyler var; insanı neredeyse sarhoş eden bir şey bu.

Mimi, elinde notları, Balıklı göl ile ilgili sunumunu yapmaya hazırlanıyor. Yolculuğun başında hepimize gezeceğimiz yerlerle ilgili birer ödev verildi. Herkes, yol boyunca kendi ödev bölgesine hazırlanıp oraya vardığımızda sunumunu yapıyor. Amaç, bizi rehberliğe alıştırmak. Zira her şey yolunda giderse yaklaşık iki ay sonra hepimiz Turizm Bakanlığının kokartlı birer turist rehberi olacağız.

Toplamda dört otobüs, bizim otobüste, otuz üç adet öğrenci, bir adet şef rehber, bir adet il turizm müdürü yardımcısı, bir adet acente sahibi ve iki adet şoför, total olarak otuz sekiz kişiyiz. Her birimiz kokartı almaya hak kazandığımız dil ile anılıyoruz çoğu zaman, yani ben İtalyancacıyım mesela, benimle beraber otobüste, beş tane İtalyancacı var. Anlatımı yapan Mimi, İspanyolcacı, Ermeniceciden İbraniceciye her türlü çeşidimiz mevcut. Kimisi öğrenci, kimisi doktor kimisi avukat, herkesin farklı bir öyküsü var. Üç ay boyunca Turizm bakanlığının açtığı kursta beraber öğrenciydik ve son on beş – yirmi gündür de hep beraber Anadolu yollarındayız.

Ekip tamam. Şef rehberin komutu ile Mimi anlatmaya başladı. İçerisinde bulunduğumuz, daha doğrusu oluşturduğumuz manzara bir hayli komik. Mimi, her zamanki İngiltere Kraliçesi zarafeti içerisinde, spor takımları, röfleli saçları ve yüzünün yarısını kaplayan son moda güneş gözlükleri ile genel konsepte büyük bir tezat oluşturuyor. Ne anlatım yapacağı göl çevresinde ne de son iki saattir gezmekte olduğumuz şehirde ona benzer bir kadın daha yok, yani buraya ait olmadığı her halinden belli.

Ama gölle ilgili edindiği bilgileri o kadar kendinden emin, olaya hâkim bir biçimde anlatıyor ki başından beri hep buradaymış gibi bir hali var.

Not kâğıtlarına bir göz atıp anlatmaya devam etti Mimi: “Şehir merkezindeki göl, içindeki balıklar ve etrafındaki söğüt ağaçları ile tabii bir akvaryum görünümündedir. Göller, Ayn-ı Zeliha ve Halil-ür Rahman olmak üzere iki tanedir. Hz. İbrahim Peygamber’in devrin Hükümdarı Nemrut ve halkın taptığı putlarla mücadele etmeye ve onları kırıp parçalayarak tek tanrı fikrini savunmaya başlaması üzerine Nemrut Tarafından bugünkü Şanlıurfa kalesinden ateşe atılır. Bu esnada Allah tarafından “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” emri üzerine ateş suya, odunlar da balığa dönüşür. Hz. İbrahim’in düştüğü yere “Halil-ür Rahman Gölü” denilir.

Anlatım bitti. Yarım saat boş vaktimiz var. Gölün çevresinde bir tur atıp balıklara daha yakından baktıktan sonra, otobüsün kızları olarak, iki adım ötede rengârenk eşarplar satan seyyar satıcının tezgâhını yağmalamaya karar verdik. Ben bu eşarpları, bikini pareosu olarak 20 ayrı modelde falan bağlamayı biliyorum. 1 sene kadar önce hostes olarak çalıştığım İtalyan Tatil Köyünün bana öğrettiği şeylerden biri bu. Ama şimdiye kadar hiç kafama bağlamamıştım. Konuya çoktan vakıf olmuş olan Güher, kafasında, kendine aldığı ve güzel gözlerini ortaya çıkaran yeşil eşarp olduğu halde “işte böyle yapıyosun” dedi bana kumaşın iki ucunu ters yönlerden kafama dolayarak. “birinin ucunu diğerinin altına sıkıştırırsan kafandan da kolay düşmez hem” Hepimizin kafasında rengârenk eşarplar var şimdi. Annesinin kıyafetlerini deneyen kız çocuğu edası ile kafamızdakileri çekiştiriyor, birbirimizin fotoğraf makinelerine ikişerli üçerli gruplar halinde poz veriyoruz.

Yarım saat doldu, otobüsteyiz, tekerlekler dönüyor.

Harran’a gitmek için şehrin 40 kilometre kadar dışına çıkacağız. Burnumu cama yapıştırmış, geçmekte olduğumuz yolları izliyorum. Bugün yolculuğumuzun 20. günü ve ben zaman – mekân mefhumumu büyük ölçüde kaybettim.

Erzurum’dan Kars’a doğru inmeye başladığımız andan itibaren kendimi 1001 gece masallarında gibi hissetmeye başladım; üzerinde dolaşmakta olduğumuz coğrafya insanın gerçekle olan bağlarını koparıyor.

Gündüzleri, daha önce varlığından beri haberimizin olmadığı yollarda, köprülerde kalelerde geziyor, akşamları, her akşam ayrı bir şehir ve ayrı bir otelde olmak üzere günü konuşuyoruz. Bazen konuşmalarımıza alkol karışıyor.

Gezimize Ege Bölgesi ile başlamıştık, gelmiş geçmiş en görkemli Helen şehirleri, Yunan tanrılarına adanmış devasa tapınaklar, mermerin en iyisinden yontulmuş, o dönemde nasıl taşınabildiği dahi muamma olan birkaç adam boyunda sütunlar, her birinin türü ve tarihi hepimize daha önceden belletilen sütun başlıkları. Bunlardan o kadar çok gördüm ki, bir başkasına taş yığını gibi görünen bu yıkıntılar bana artık birer parmak izi kadar anlamlı geliyor.

Ancak yol uzadıkça gördüklerimiz değişmeye başlıyor, artık karşımıza çıkan yollara, köprülere saraylara o kadar da tanıdık değiliz. Oysa bahsi geçen tapınakların yükseldiği topraklar ne kadar bizimse buralar da o kadar bizim. Sadece uzaklık kavramımız değişti o kadar. Gözümüzü yaşadığımız şehrin ufkuna dikip bakamıyoruz artık; yol, denizlerin, dağların ardına akıyor.

Tekerlekler durdu: Harran. Otobüsten iner inmez Riva’nın o meşhur sorusu çınladı kulaklarımızda: “Çocuklar burası neresiii? ” Dedim ya tam 20 gündür yoldayız ve 20 gündür ziyaret için otobüsten her indiğimizde aynı soruyu soruyor Riva. Burası neresi? Cevabı alır almaz defterine yazıyor. Malum, söz uçar, yazı kalır, sorunun cevabı mühürlenmiştir artık.

Ayaklarımızın altındaki toprakta tam 4000 yıldır insan yerleşiyor. Söylemesi bile dile kolay değil, aslına bakarsan şaka gibi. Ortalama bir nesil 50 sene yaşasa tam 80 nesil insan eder. Yani şu an 80 nesil insanın baktığı aynı ufka bakıyoruz. Toprak dört bir yöne uçsuz bucaksız dümdüz uzanıyor, buradan bakınca dünyanın gerçekten yuvarlak olduğuna inanmak zor.

Kent vakt-i zamanında gök bilim alanında gelişmiş. Dünyanın ilk üniversitesi burada kurulmuş. Suyla doldurdukları bir havuza yansıyan gök kubbeye bakıp ilim ederlermiş. Hiç şaşırmadım. Gökyüzü tüm sırları ele verecek kadar açık.

Etrafımız üzerlik otları ile dolu. Bunun anlamı, bir sürü kazılmamış, geçmiş yaşamlara ait tepecik var. Bu gezinin bana öğrettiği şeylerden biri de bu oldu. Eğer yerin altında daha önceki dönemlere ait insan yerleşimi kalıntıları varsa önce üzerlik otları anlıyor bunu.

Zaman, bu toprak için geçmemiş gibi. Sözü edilen 4000 senenin hiç yaşanmamış bir hali var. Etrafımızdaki her şey, evler, bahçeler, bizim bildiğimiz yaşam formundan bir hayli uzak, bu nedenle kapı komşusunun evine misafirliğe gitmiş üç yaşındaki çocuk gözleri ile inceliyoruz çevreyi.

Meşhur Harran evleri; ters çevrilmiş toprak testi formatında çer-çöp ile karılan topraktan oluşturulmuş. Dışarıda 40 dereceyi bulan sıcaklığa rağmen evin, daha doğrusu odacıkların içi oldukça serin. Evlerin özelliklerinden birisi de bu. Yazın serin ve kışın sıcak olması. Hanede yaşayan kişi sayısı arttıkça bir testi, yani odacık daha inşa ediliyor, odacıklar arası geçiş, kısacık, tünelimsi koridorlarla sağlanıyor.

Nasıl yaşıyor ki bu insanlar burada dedim. Yani tamam, dışarısı sıcak ve burası serin ama nasıl? Yol uzayıp uzaklaştıkça bu soruyu daha sık sorar olduk. Nasıl bir yaşam bu bizim bilmediğimiz yerlerdeki?

Şehir yaşamının algısını körelttiği insanlarız biz. Bir ülke haritasının orta yerine çekilmiş farazi bir çizginin şanslı tarafında yaşamlarımızı sürdürmek köreltmiş bizi. Şimdi, yurt olarak aynı toprağı paylaştığımız insanların hayatlarına akıl erdiremiyoruz.

Ben hayatımın ilk 12 yılını, çizginin şanssız tarafına nispeten yakın bir yerde geçirdim oysa. Benim büyüdüğüm yerde deniz vardı ve topraklar çorak değildi. Ama yakın coğrafyaların hikâyesini hep dinledim çevremdekilerden. Sert iklimlerin, toprakları çorak, dağları yüksek dilleri başka insanları. Bana insanların, bir buğday tarlasında salınan başaklar kadar eşit olduğu öğretildi hep, öyle doğduğu. Tenimizin rengi, dilimizin sözü, annemizin adı bizi bir diğerinden farklı yapmıyordu ve birbirimize denk doğuyorduk hepimiz. Ama nasıl ki bir ağaç kökleri ile toprağından beslenirse biz de toprağımızdan besleniyor onun bir parçası oluyorduk. Bazen topraklar şanssızdı; yolları uzak, iklimleri çetin, dağları sarp, tarlaları kuraktı. İnsanlarına 4000 yıllık yaşanmışlığın sırrını veriyor ama gereğinde yiyecek bir lokma ekmek veya gidilecek bir adım yol vermiyordu. Umut tükendiği zaman da çok zor yaşanıyordu. Ve bazen binlerce metrelik bir dağın eteğinde ne kadar küçük kaldığını görüp, umutsuzluğu nefes diye soluyabiliyordu insan.

Doğu Beyazıt’ta bahsi geçen dağın eteklerinde otururken, içmekte olduğumuz çorbanın ne çorbası olduğunu sorduk garsona. Utanmış bir biçimde boynunu büküp “bilmiyorum dedi, yani Türkçesini bilmiyorum” Ben daha çok utandım, 34 farklı dil konuşan 130 insan aynı nüfus kâğıdını taşıdığımız aynı kanuna, tevhid-i tedrisata tabi olduğumuz insanla konuşmayı başaramamıştık. Farklı dillerde eğitimi tartışıyordu o zamanlar hükümet, bizi biri eğitsin de isterse Çince eğitsin dedim, sadece onlar değil eğitime ihtiyacı olanlar.

Aklı eğitmekle bitmiyordu hiçbir dert. Asıl iş vicdanda bitiyordu.

Vicdan, Hoşap Kalesinin eteklerinde çocuklar para için değil kalem için dilenirken, Erzurum’da 7 yaşındaki ayakkabı boyacısı bahşiş olarak aldığı bir milyon liraya inanamayıp, “abla bu çok para” diye geri vermeye kalktığında, Van kalesinin içinde küçücük çocuklar bir parça bisküvi için çaresiz güvercinler gibi aynı yere üşüştüğünde, muhasebesini yapmaya başlıyordu ve gerçekten öğrenmek o zaman başlıyordu.

Bir toprağı sevmek çok ağır mesaiydi. Çünkü bir toprağı sevebilmek için onu, tüm yolları, tüm dağları, tüm denizleri, tüm güçleri, güçsüzlükleri ve talihsizlikleri ile dört mevsimde sevmek gerekiyordu. Tüm ufuklarına göz gezdirmek, tüm köprülerine ayak sürmek ve yaşanan her haksızlığına yürek yetirmek gerekiyordu. Binlerce yıllık yaşanmışlıklardan gelen bir toprak kolay değişmiyordu. Bu yüzden onu, geçmişten getirdikleri ve yarın için taşıdığı umutla beraber sevmek gerekiyordu. İyiliği, güzelliği yüzünden kötü huyları bir ana şefkati ile sineye çekilen bir sevgili gibi.

Harran tamam, baraja gidiyoruz. Yolumuz uzun. İlk önce Güher değişmez bir biçimde ikramını yaptı, otobüscek karnımızı doyurduk. Rehberimiz “yahu bu pasta çörekler Trabzon’da bitmemiş miydi, hala nereden çıkarıyorsunuz bunları” diye sordu. Rehberimiz Ediz, yolculuğun ilk günlerinde koridorda gezdirilen peynirli çöreklere, incirli keklere ihtiyatla yaklaşmaktaydı. İçten içe, cephanenin bir biçimde tükeneceğini düşünüyordu zannediyorum. Ancak İstanbul’da, Ankara’da tanıdıkları olanlar akraba evlerinden takviye aldıkça, bizim yol arası ikramlarımız hiç hız kesmedi. Asıl bomba, Doğu Beyazıt – Van yolunda koridorda Güher tarafından gezdirilen ve tipik bir Sakız tatlısı olan masuraki ile patladı zaten, o gün bu gün kimse yapılan ikramın nasıl ve ne şekilde bize ulaştığını sorgulamıyor. Sadece yiyoruz.

Otobüste herkes kendini ve birbirini eğlendirmeye çalışıyor. Yolda beraber geçen onca gün sonunda en çok Muaffak olduğumuz şeylerden birisi de bu. Kerem ve Merdali halen Van’da bir pasajda gezerken gördüğümüz “3, 5 taksitle konuşan battaniye” ilanı üzerine konuşuyorlar. Kerem “ne diyodu acaba konuşan battaniye abi? Örtününüz, poponuz açıkta kaldı, daha sıkı örtününüz” falan mı diyordu acaba. Ah be Merdali inat etmeyecektin alacaktık o battaniyelerden birer tane dedi. Vitali ve Cem geçen gün Doğu Beyazıt’tan yatırdıkları altılı kuponu ile ne kazandıklarını öğrenebilmek için wap yolu ile yarışların sonucunu öğrenmeye çalışıyorlar. Gülenay abla arka tarafta Brigitte ile Rumca dedikodu yapıyor, bu yüzden iki kişilik koltukta yalnızım. Bağdaş kurup yüzümü cama çevirdim. Dışarı bakıyorum, yol akıyor.

Neye adım attığımı bilmeden çıktım bu yola, savrulmuştum. Elimde avucumda ne varsa geçer akçe etmeye çalışıyordum, kendi keyfimin kâhyası olduğum için öğrendiğim bir dilin günü gelip bileğime altın bir bilezik olacağını bilemezdim. Bilemediğim ne çok şey vardı. Toprağımı tanıdım, taştan insan suretlerine bakmayı, bin yıllık mabetlere el sürmeyi öğrendim. Akşam yemeğim Van gölü kıyısında bir hazin türkü kahvaltım Bitlis’te serin akan bir su başında piknikti. Üzerinden geçip karşıya ulaşmadığım hiçbir köprü kalmadı, ne de kapısında tuvalet sırası beklemediğim bir benzin istasyonu. Çekindiğim fotoğraf filmleri buradan Akdamar’a yol olurdu, olurdu da yine öle bayıla çıkardım ben o yola.

Dünyanın en güzel insanlarını tanıdım, onlarla paylaştım yolumu, yolculuğumu. Ruhumda izlerini bıraktılar rengârenk. Kimsenin gitmediği, göz değirmediği yerlerde, gökkuşaklarının altında hikâyelerim oldu onlarla, konuştuğum kimi kelimelerin gizini yalnız onlar anladılar. Ve yol beni her çağırdığında pabuçlarımı ayağıma geçirip o otobüsün koltuklarından birine oturabilmeyi diledim hep. Çünkü yolculuk yaşamın kendisiydi ve şairin de dediği gibi, yolculuklar başlamıyordu yürek çağırmadan ve akıl yorulabiliyordu ancak yüreğin sırtı gelmiyordu yere. İşte bu nedenleydi ki, yolu yürekle almak gerekiyordu.

Zaman geçti, zaman değişti, ne zaman ruhum sıkılsa, ayağımda pabuçlarım o otobüsün koltuklarından birinde bağdaş kurmuş camdan dışarıyı seyrederken buldum kendimi. Hikâyeler, yerler, insanlar tekrar tekrar geçti gözümün önünden. Belki de hayatın kendisiydi yol ve yüreğin durduğu yerde bitiyordu ancak.

 
Toplam blog
: 6
: 1473
Kayıt tarihi
: 01.07.06
 
 

Şimdi zaman, tüm korkunç cadıların, acımasız kralların, vahşi kurtların, kötü kalpli üvey annelerin,..