Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Strada facendo vedrai

Strada facendo vedrai
 

“Yola çıkasım geldi” böyle dedim eşyalarımı toplarken, beni, delirip delirmediğimi anlamak için dikkatli gözlerle izleyen anneme. Ne demek kızım yola çıkası gelmek falan diye sordu galiba arkamdan, ufacık bir çantanın içine alel acele bir iki parça bir şey tıkıştırmakla o kadar meşguldüm ki, duymadım bile. Şu an için nereye gideceğimi bile bilmiyorum, yol tek amacım. Bildiğim tek şey, saat gecenin bir yarısı ve ben en azından geceyi geçirecek kadar yol yapmalıyım, bir de her nereye gideceksem artık oraya bir otobüs bileti bulabilmeliyim. “Yola çıkası gelmek” bir meslek hastalığı tabiri caizse, rehber hastalığı. Ömrünün yalnızca birkaç yılını yurt dışında geçirip sona dil – kültür bilmem ne sıkıntısından muzdarip olduğunu iddia eden hiç sevmediğim adamlar gibi ben de yirmi üç yaşından sonra edindiğim bir mesleğe ilişkin hastalık emareleri gösteriyorum.

Kedinin hali bozdu beni desem anlamaz annem. Amaçsız oturuyordum öylesine ben odamda, kedim geldi sonra, hafif aralık olan kapıyı kafası ile itip açarak odaya girdi, yatağımın üzerine atlayıverdi. Yatağın hemen yanında üç yol ağzına bakan geniş penceremden dışarıyı seyretmeye koyuldu. Sevinçli bir haber gibi bir İzmir baharı vardı sokakta ve kedi kocaman yeşil gözlerinde tarifi çok da mümkün olmayan bir hüzünle kalakaldı. Dışarıda yaşam akıyordu ama onun hayatı bizim güvenli dört duvarımız ile kısıtlanmıştı sanki. Yemeğini ona aldığımız kaptan yiyor, küçük tuvalette her gün değiştirdiğimiz kumuna pisliyor, evin neresinde isterse orasında uyuyordu. Güvenliydi ve de rahattı hayatı, kolaydı. Kış ağır geçmişti, sokakta kalan hayvanların çoğu perişandı oysa ev sıcak ev güvenli idi. Dünyalar kadar da seviliyordu üstelik bu nedenle mutlu olması gerekti kedimin ama pencerenin kıyısında dışarı bakarken derin bir düşünce ifadesi vardı yüzünde. Dışarıda, hayatındaki eksik parçayı arıyordu, hayat akarken o kısılıp kalmıştı, mutsuzdu.

Böyle desem anneme anlar mı? Ya da başka birisine desem?

Uzun zamandır dikkatimi toparlayıp başladığım hiçbir işi bitiremedim, okumak için kitaplar almıştım oysa, bir çok şey öğrenmek istiyordum. Hep aklım başka yerde, hep kafam karışık, yol çekiyor olabilir mi beni? Kediye olduğu gibi güvenle beni saran ve hatta sıkıcı hale gelmiş hayatımdan sıkılmış olabilirim. Ve hayatımda eksik olanı aramak, bu hiçbir yere akmayan ulaşmayan hayatı biraz olsun sürükleyebilmek için yola çıkabilirim. Yola çıkmalıyım.

Zira yol yolcunun umududur. Hayat, içerisinde dönüp durduğun ama sonunda hiçbir yere varamadığın bir kısır döngüye benzediğinde insanın yüreğinde hissettiği düğümleri yol çözer. Tüm hayatın akıtamadığın bin tane gözyaşı gibi katılıp kaldığında, gidecek hiçbir yerin olmadığı ve hayatının geri kalanı da bu katılıp kalmışlık hissi olduğu hâsılken, yol akar. Gururdan, utançtan, kızgınlıktan dudaklarını ısırarak gözlerinde dondurduğun yaşları bağır çağır akıtmak, ardına bile bakmadan, ardına bakmanı dahi gerektirecek hiçbir sebep olmadan koşarak kaçıp kurtulmak hissi gibidir yol. Yol akar, yolcu iyileşir.

İşte böyle bir şeyler dedim kediye eşyaları toparlarken çok da emin değilim. Çanta tamam. Annemi öptüm çıkarken, “Allah’a emanet ol” dedi çıkarken ama yüzünde beni böyle hafif delirmiş gördüğünde beliren analara özgü çaresizlik ifadesi var. Kendi hayatı ile bu kadar didişen bir evlat ona da ağır geliyor olmalı. Bir şeylerin yolunda gitmediğini anlıyor, mutsuz olduğumu biliyor ama adını koyamıyor. Ah, adını bir koyabilse bu mutsuzluğu silmek için yapmayacağı şey yok. Ama adını koyamıyor.

Otogara gitmek için servis bekleyeceğim otobüs yazıhanesine gitmek için sahile doğru seğirttim ama apartmanın önündeki yaseminler yakaladı beni. Her sabah işyeri servisine yetişmek için koşarak önlerinden geçerken bir an için kokularını duyup kendi kendime biraz da gün aşırı gelen “carpe diem” konulu maillerin de etkisi ile “aslında hayatta bunca telaşın içerisinde durup şu yaseminlerin şahane kokusunun tadını çıkarabilmek için ayrılacak iki dakika hep olmalı” diyorum oysa hiç yok o iki dakikam. Ya sabah fazladan uyumakla ya da kaşımı kirpiğimi boyamakla geçiyor adı geçen dakikalar.

Yaseminlerin kokusunu duyunca durdum, bu kez iki dakikam var. Yaşımı hatırlamıyorum, anneannem yaşıyor daha o zamanlar. Dedemin mezarına gidilecek, elbisemin eteğine yasemin topladım bu ağaçtan mezarına koyabilmek için. Bir mezarlığa ilk ve de son girişim oldu sanıyorum bu benim. Ölülerini ziyaret eden bir aile değiliz biz. Hatıralarına saygısızlıktan ya da onları hatırlamak istemediğimizden değil. Eksikliklerini hissetmediğimizden hiç değil. Ama galiba hayatımız kendi halinde o kadar ağır ki bir de sevdiklerimizin yokluğunu hatırlayarak onu daha da ağırlaştırmak istemiyoruz.

Anneannem öldüğünde kırklı yaşlarındaydı annem. Ne kadar eksildiğini o zaman anlayamamıştım çocuk aklımla ama şimdi biliyorum. Ben yirmi yedi yaşındayım, çevremde arkadaşlarım anne babalarını kaybetmeye başladılar bile. Benim hatırıma geldikçe “ne olur sıra bende olmasın” diye yalvarmaktan başka yapacak bir şeyim yok. Kendi annesi seksenini aşkın öldüğünde babam ağlarken hıçkırıklarının arasında “her gün bir yıl daha yaşasın diye dua ediyordum Allah’a, bir dilenci gibi, ne olur bir yıl daha yaşasın diye” demişti. Şimdi ne zaman ölüm konusu açılsa babamın seneler önce gözyaşları arasında söylediği bu cümle çöreklenir yüreğime, kendi dilenciliğimi hatırlarım; ne olur tanrım biraz daha, yaseminleri eteğime toplamadan, biraz daha.

“Zamanı gelmemiş acıları bir kenara bırak” dedim kendi kendime. Bu kendi kendime konuşma huyu da yeni çıktı. Yaşım ilerledikçe yeni yeni huylar ediniyorum ben de.

Ezine’ye bir bilet istiyorum. Oradan geyikli, sonra odunluk iskelesi ve ver elini Bozcaada, yine. Ruhum daraldığında kendimi adaya kilitler oldum. Kendi içine kapanmanın bir başka versiyonu mudur bu. Hani uzaklaşalım, adalara gidip yollarımızı keselim, kimseler bulup ilişemesin psikozu mudur? Kendi hayatından, kendinden kim kaçabilmiş ki sen kaçasın hâlbuki?

İzmir – Çanakkale yolu, İzmir’den çıkalı bir saati geçti, irili ufaklı sayfiye yerlerinin arasında, bozuk asfaltta temkinli bir kararlılıkla ilerliyor otobüs. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, yolcuların tamamı, o iki büklüm, rahatsız ve tetikte yol uykusundalar. Dışarıda irili birkaç ufaklı yıldız ile delinmiş, soğuk, koyu lacivert bir karanlık var. Bir filme karesi gözümün önünde, tüm şehir, toprağın altından gelen derin bir felaketle yıkılırken, eski bir otobüs ile son hızla oradan uzaklaşmaya çalışan bir gurup insan, arkalarında şehirden geriye kalan korkunç bir yarık ve çatırdayarak parçalanmaya devam eden yol. İşte böyle bir kaçış hissi benim de yüreciğimin kenarında duyduğum.

Kulağımda buğulu bir adam sesi, kısılıp kalmış aşklardan, anlamak hevesi ile didik didik edilmiş hayatlardan bahseden İtalyanca şarkılar söylüyor: Ben ve koca kahverengi gözlerim beraber büyüdük, hiç olmayan bir yeri arayan huzursuz ruhum ile / Bin tane taze bisiklet sabahı ile tramvay yollarının ardındaki bin şafağın arasında, içimde kucaklaşmalara ve gülümsemelere olan açlığım ile / Ben ve hatıralarım ile kaybettiğim adresleri koyduğum çekmecem, bir zamanlar öyle ya da böyle sevmiş olduğum ama çekip giden yüzleri gördüm, sözleri duydum / ve bir şehrin yazının geniş ve boş saatlerinde kendi melankolimin çıplak gölgesinde hiç tanımadığım bir denizi soludum / Ben ve yüzümde ve göğsümde acılarımı, dertlerimi okuyan bir şemsiye gibi kapanmış gecelerim / İçimde bir eksiklik hissi ile kıvrılan o yollarda yürüdüm, kırılgandım, örselenmiştim, bana denildi ki “ göreceksin, göreceksin, göreceksin” / Yol alarak göreceksin ki artık yalnız değilsin, yol alarak sen de gökyüzünün arasında kendine bir yol bulacaksın ve kalbini çarptıranın yol olduğunu göreceksin, daha aşklar göreceksin, göreceksin / Ben tüm bu dünyadaki insanlar arasında pek küçüğüm / Ben ki hiç yol almamış bir treni düşledim hep / Ve ay beyazı çayırların ortasında koştum durdum, sadece o çocuk saflığımdan bir gün daha koparıp alabilmek için / Ve gençtim ve örselenmiştim ve bana denildi ki, göreceksin, göreceksin / yol alarak göreceksin ki artık yalnız değilsin / Yol alarak göreceksin ki artık yalnız değilsin, yol alarak sen de gökyüzünün arasında kendine bir yol bulacaksın ve kalbini çarptıranın yol olduğunu göreceksin / Ve bir şarkı hatta bu şarkı bile hayatı değiştiremez / Ama bizi daha ileri götüren ve “hala bitmedi” dedirten nedir? / Yüreği şarkılar ve aşk arasında üleştiren ve bizi hep daha fazla şarkı söylemeye ve daha çok sevmeye iten nedir? / Çünkü yarın daha iyi olacaktır çünkü yarın sen yol alarak göreceksin

İskele. Kumsalın kıyısında durup, derin derin nefes aldım; yaşamsal bir refleks olarak değil. O dakika, o denizin kıyısındaki sabah huzurunu derin derin soluk almak yolu ile içime sindirebilir miyim merakı ile. Kafamı kötü düşünceler bastığında onları sistemimden atabilmek için güçlü bir biçimde soluk verdiğim de olur arada. Tüm hissiyatımı ve psikolojimi solunum sistemim ile bir bütün olarak değerlendiriyorum, ne güzel.

Vapurda iki satır kitap okuyup tavşankanı bir de çay içtim. Adaya yaklaşınca iskeleyi görmek için çantalarımı sırtlayıp dışarı çıktım. Adaya varışlarımın bana yaşattığı bir hissiyat var adını koyamadığım. Ama bu hisse en benzer bir başkasını az zaman önce izmir’den kalkıp istanbul’a sevgilimi görmeye gittiğimde yaşamıştım. İzmir’den gecenin bir körü çıkmış, istanbul’a sabahın bir körü inmiştim, sevgilim elleri paltosunun cebinde, gözlerinde yemyeşil bir aydınlık otobüs terminalinde beni bekliyordu. İşte tam bunun gibi bir his benim için adaya varmak.

Bavullar pansiyona, adanın delisi sokaklara. Ada, bağbozumunun ve bu sebepten mütevellit yapılacak şenliğin eşiğinde insan kaynıyor. Ben ise tek başınayım. İnsanlar deli sanmış olmalı beni tek başına çıkıp gelince. Kalabalıkların doldurduğu daracık sokaklarda yalnız dolaştığımı görünce kafayı üşütmüş olduğumu düşünmüş olabilirler. Oysa geride bıraktıklarım çoktan alıştılar bu hallerime. Önceleri arayıp sorarlardı, anlamaya çalışırlardı ne sebepten kaçtığımı ancak artık alıştılar. Ben buraya kendi ruhumdan, hayatımdan kaçabilmek için geldim. Geride bıraktığım hayata katlanamaz hale gelmiştim, devam etmek için gerekli gücü kendimde bulamıyordum artık. Kendi bedeni de yük olur mu bir insana? Saçlarıma ve tırnaklarıma kızıyorum uzayıp bana iş çıkarıyorlar diye. Her an patlayabilir bir öfke ile dolaşıyorum içimde ve bu kendimden ve hayatımdan daha çok nefret etmeme neden oluyor.

İnsan psikolojisi ilmine vakıf bir arkadaşım “stabilite mental” noksanlığı olarak teşhis koymuştu bana. Yani zihnimi durağan hale getirmek, olup bitenden yeter derecede uzaklaşarak hayatı olduğu gibi görmekten acizdim. Hayat ile o kadar diş dişe, göz göze ve gırtlak gırtlağa yaşıyordum ve kafam insanların yaptıkları, söyledikleri, bir insan olarak kendi yaptıklarım, söylediklerim ve daha da önemlisi yapamadıklarım ve söyleyemediklerim ile o kadar meşguldü ki arada bir soluklanabilmek lütfünden yoksundum. Günlük hayatımı bile kafamın içerisinde binlerce kez çevirip didikliyor, her diyalogu yeni baştan yazıyor, yeni stratejiler geliştiriyor, ancak hayatta hiçbir şey kurguladığım gibi gitmediğinde, hazırlıksız sözlüye kalkmış bir ilkokul öğrencisi gibi bocalıyordum. Bu arada yaşamımın beni kanatmak için çabaladığından öylesine emin, dişlerimi öyle bir geçirmiştim ki ona, sık sık sürüklenmekten yorgun düşüyordum. Ve başka hayatlar da olabileceği aklımdan tamamen uçup gidiyordu.

Oysa başka hayatlar vardı, evet. Verdikleri bir parça ekmeğe ömür boyu sorgusuz sualsiz minnet etmeni bekleyen çakalların yüzüne gerçekleri vurup, çekip gidebilirdi insan, başka hayatlar hep vardı. Sokağın tozuna bulanmış pantolonu ile kaldırıma çökmüş, yere birkaç parça tebeşir ile dünyanın en büyük sanatını resmetmeye çalışan hayatlar vardı, üstelik sabaha karşı koca bir makinenin tüm hışmı ile gelip bütün bu resmedilenleri yıkayıp sokağın ruhundan temizleyeceğini bilerek bu hayatı yaşamak vardı, ertesi sabah yine aynı saatte aynı renkli tebeşirler ve aynı pis pantolon ile gelip dizlerinin üzerine çökerek aynı melek resimlerini yapmak üzere.

Bir annenin yüreğinin sızısını işler gibi ördüğü rengarenk atkıyı boynuna sarıp rüzgar değirmenlerinin arasından yürüyerek yolunu üzüm bağlarından geçirip vardığın, bin türlü sokak kedisinin ayaklarına sürtünerek seni buyur ettiği hayatlar vardı. O hayattı ki istediğin vakit kuzeyden esen rüzgâra karşı yüzünü denize dönüp derin bir nefes alıp “yaşama şükürler olsun” diyebilirdin.

İşte rıhtımda, gözlerim kapalı yüzüm denize dönük böyle kendi kendime konuşurken buldu arkadaşlarım beni. Cep telefonum kapalıymış, yola çıktığımı annemden öğrenmişler. Gece saat sekizi beş dakika geçerken bir yaş daha yaşlanacağımı düşününce nereye gideceğimi tahmin etmek de pek zor olmamış. İnsanlar olmasa hayattan umudu kesmek daha kolay olurdu” dedim ama yüzlerini görünce içim sıcacık bir sevinç ile doldu.

Yollarda az avarelik edip sahildeki kâgir Balıkçılardan birine oturduk. Güneş battıktan sonra kuzey rüzgârı adaya serin bir eylül gecesi getirdi. Vakit geçtikçe ve alkol kana karıştıkça zaman mekân mefhumum kadehimdeki rakı gibi buğulandı, puslu beyaz dumanların ardından, hayatımın, ilk gençliğimin, çocukluğumun hiç hatırlamadığımı sandığım anılarına geri döndüm. Dut ağaçları vardı çocukluğumun, hiçbir zaman cesaret edip tırmanamadığım, kollarını, bacaklarını yaralamak pahasına çıkıp dallarına oturan çocuklara gıpta ile baktığım. O dut ağaçlarının gölgesinde, kendi kendimize uydurduğumuz oyunları oynadığım, nazlı, nazenin, bir prenses gibi güzel ilk arkadaşım… Fotoğraf suretlerinin artık renkli alınmaya başladığı yıllarda çekilmiş, kan kırmızısı bir Japon gülünün kenarında boncuk gibi gözleri ve ismi gibi berrak, duru bir su gibi kardeşim. Ve iskelede balık tutan babamı beklerken annemin yün ceketine sarılmış omzunda, yıllar boyu tuzlu su ile yıkanmış ahşap ve balık yemi kokusunu içime çekerek uyuya kalışım canlanıp geldiler nerede olduklarını bilmediğim bir yerden.

Bir vakitler gazoz kapakları ile dut ağaçlarının dilinden anlamayı umut eden küçük bir kızdım, karmakarışık hesapların, kargacık burgacık rakamların dilinden anlayan küçük bir kız olup çıktım.

Her ekâbir sarhoşluğumda olduğu gibi bir sürü Atatürk ve doktoru Neşet Ömer hikâyesi anlattım masadakilere. Aynı hikâyeleri bilmem kaçıncı kere dinleyip bir de benim bu Kemalist sarhoşluğum ile dalga geçtiler.

Bir sürü yeşil göz ilk gençliğimden gelip musallat oldular sonra, bir an için hepsinin acısını beraber ve solo olarak içimde duydum. Sonra o yeşil gözlerin en güzeli bir telefon ahizesinin ucunda dile gelip “iyi ki doğdun” dedi. “iyi mi ettim bilemiyorum” dedim. Sevdiğim bütün adamlara onları ne çok sevdiğimi anlattım bildiğim bütün dillerde ve bundan sonra artık neden sevemeyeceğimi. Ve ne kadar yorduğunu beni hayatın. O kadar beş yaşında kız çocuğu yüreği ile küsmüştüm ki hayata, başımı masada kollarımın üzerine kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlasam kimsenin umuru olmazdı.

En güzel yeşil gözlerin sahibi, “hiç hıçkıra hıçkıra ağlamazsın ki sen” dedi, çocukken ağladığında annen sana kızıp “yut” diye bağırırmış, oradan kalma bir alışkanlık, hep içinden ağlarsın sen yok yere azarlanmış bütün çocuklar gibi. “Oysa herkes bilir ki” dedi “içine akan gözyaşları kurumaz, içine kanayan yaralar iyileşmez” diye tamamladım cümlesini. “Sen iyi ol” dedi beni önce kendime sonra Allaha, ondan sonra da yanımdakilere emanet edip kapattı telefonu.

Ben bir yaşıma daha girerken, öyle güzel bir eylül gecesinde, hayatla olan tüm yollarını kapatmış gibi bildiğimiz dünya ile neredeyse tüm bağlarını kesmiş öylece kendisine benzeyen ufak bir yerde, işin içerisine bir de rakı buğusu karışmışken, hayat tek renkli bir ışık huzmesi ile bir kristale çarpıp bin rengini açığa vurur gibi bir hal aldı. Ve ben ne hissedeceğimi, ne söyleyeceğimi ve hatta hikâyenin sonunu nasıl getireceğimi dahi bilemeden kalakaldım. Buğulu sesi ile şarkı söyleyen İtalyan’ın dediği gibi, gençtim ve örselenmiştim ve bana denildi ki, göreceksin, göreceksin. Yol alarak göreceksin ki artık yalnız değilsin. Yol alarak göreceksin ki artık yalnız değilsin, yol alarak sen de gökyüzünün arasında kendine bir yol bulacaksın ve kalbini çarptıranın yol olduğunu göreceksin. Çünkü yarın daha iyi olacaktır çünkü yarın sen yol alarak göreceksin.

 
Toplam blog
: 6
: 1473
Kayıt tarihi
: 01.07.06
 
 

Şimdi zaman, tüm korkunç cadıların, acımasız kralların, vahşi kurtların, kötü kalpli üvey annelerin,..