Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

05 Ağustos '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Yumurta

Yumurta
 

resimde çok şeyler var.


Eylülcülerin kuluçka restorasyon-Osmanlı- makinelerine özenle yerleştirilen yumurtaları kırılıp doksanlarda civcivleri palazlandılar. (Bakir devlet hızla olgunlaştırılarak bolca evlendirilmeye başlanmıştı 24 ocak kararlarından sonra).

Aklınıza dahi gelmesi muhtemel dışı insanlar o zamanlar, iktidardaki parti tarafından zengin edilmişlerdi. Sadece o partiye yakın olmanız yeterliydi; biraz da gözü açık tabirinden olmanız. O yıllarda, o partinin başkanı ve çocuklarının yakınlarındaydı Yağmurdereli. Hikayenin devamını sanırım tahmin edersiniz.

Ölünce de dokunulmazlığını yanında götürenlerin ülkelerindensek, neden yazıp çiziyoruz? Devamını yazamıyorum o yüzden.

Geçiyorum, ularım sonra.

***

Burada yazdığım günden bu yana, hani şu cafcaflı defterlere günlük tutanlar gibi, asla günlük yazdığımı düşünmedim. Aslına bakarsanız benim hiç günlüğüm olmadı, gerek de yoktu zaten. Tüm günü hayat mücadelesiyle geçir, sonra da otur yaz: işim olmaz. Bana saçma gelmiştir ayrıca. İki üç yıl öncesine kadar bir-iki öykü dışında bir şey de yazmadım. Gerek duymadım, belki ortamım olmadı.

Yazmaya karar vermiş olmamın nedenlerinden biri de, yazanların içerik boşluğundan sıkılmış olmamdı. Kepçe kulak dört göz içe kapanmış sorunlu çocuklar, kendini altı yaşından başlayarak kitaplara vurmuş, vermiş, sonunda yazarlara bakarak kalem oynatmaya başlamış, dünyada ne kadar benzerleri varsa aynılarından kitaplar yazmışlar. Sonuç mu? Anlatacağım…

Uzun uzun tasvirler, mekanları ve insanları anlatmalar, önyargılar, beylik sözler; peki dialoglar? İşte onlar azlar.

Neden mi azlar? Çünkü yaşamın içine hayatları boyunca yeterince giremedikleri için olsa gerek, dialoglarda pek yoklar.

Bir kahraman yaratıyorlar yazarken örneğin, dikkatli okursanız kendi olduğunu anlaşılırken, her dialoğun birbirine benzediğini anlamakta gecikmiyorsunuz. Veya kahramanlar pek konuşma sevmiyorlar, ya çok kötüler, ya da çok iyi: özde.

Öz ya, fazla konuşmasın, öz anlatsın misali.

Çok ünlü bir şair yazarın son romanın ilk satırlarında anlayıveriyorsunuz; kahraman kendisi. Az sonra yine başka bir kahraman; yine kendisi; az sonra…

Eğer sayın Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı” romanı gibi bir kitap yazacaksınız adı “anı-roman” oldukça sorun yok. Ama yazdığınız anılarınız değil de romansa, ki, Dostyevsky gibi yazarların kendi anılarıdır yazdıkları, tarafsız olacaksınız.

Tarafsız olurken kahramanlara dokunmayacaksınız. Bölüm başlarında fikirlerinizi söylersiniz: işte benim anladığım romandan bu.

Şimdi dönersem şu “günlük” meselesine, sayın Elif Şafak bugünkü yazısından örnekleyeceğim. Şöyle demiş: “Günlüklerle başladım, hikayaler; ardından romancı oldum.”

Hayır sayın Şafak, hayır, yanlış düşünüyorsunuz. Yazdığınız köşede sizin yaptığınız “günlük” yazmak değil de nedir derim ben de. İşte bu “sıra” yüzünden edebi yazılar bitti deniyor; ben demiyorum, bu işin "ehlileri" söylüyor.

...

Bakınız dostlar, çok ilişki çok çocuk demek değildir. Çok kelime bilip bunları cümle içinde kullanmak yazar olmak değildir. Az kelime bil ama derinden bil; seni herkes anlayacaktır.

Hep yazarım: “İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları dik olur, içleri dolduğunda başları eğilir,” der Çinliler. Türkler Çin Seddi’ni geçince lafın uzunluğuna bakıp, “boş başak dik durur de geç” derler, uzatma.

Mesele bu. Bunca zaman fakiri insanlar varken…

Eğer bir kitapta ne kadar çok yabancı kelime varsa, o kitabın yazarının dar dünyasını, dar Türkçesini yansıtır. Mutlaka Türkçe karşılıkları vardır o kelimelerin. Bir örnek vereyim, derinliğe;

Bildiklerden gidiyorum özellikle: sığ kelimesini bilirsiniz, derin olmayan anlamında kullanılır. Eğer bir yer sığ ise sürekli derin olmayan yerdir. Bir de “yuka” kelimesi vardır; saf Türkçe: yukarıya yakın, derinleşebilecek, kendi derinliği olan sığlık anlamındadır. Biri derin kelimedir, diğeri sığ. Şimdi yazarımız kalkıp “yuka” kelimesi yerine yabancı kökenli ağız eğdirici melanet bir kelime kullanıyorsa, ben ürkmeye başlıyorum. Sığlaştığını düşünüyorum yazarın ve kitap elimden kayıp düşüyor.

Gelelim romanlarıma.

Emin olun yazar olduğunu söyleyen birçok kalem kölesi okumamıştır kitaplarımı: yaşasın önyargı!

Sevgili Ali Gülcü bana geçenlerde şöyle dedi, “Eğer kitabının üzerinde tanınmış bir yazarın ismi olaydı seyret sen gümbürtüyü.”

Düşeyazmak ile ilgili çok sevdiğim bir dostumun sözünü burada yazacağım,“Şu sıralar konsantrasyon sorunu yaşarken elime aldığımda bitirdim. Şaşkınlık içindeyim ve çok sevdim.” Zaten ben de öyle olsun istedim.

Zalimdi Zaman için özellikle sevgili Levent, “içinde çok şiir var” demesi üzerine şunu ona söyledim; onlar şiir değil Levocuğum, onlar sıkıştırılmış düşünceler. Yoksa roman 600 sayfa olacaktı.

Zalimdi Zaman yavaş okunması gereken bir kitaptır. İlk 50 sayfasında özellikle okuyucuyu silkelemek istedim. Sıkılıp gitsin. Geriye kalanlar gerçek okuyuculardır.

Saldım çayıra Mevlam kayıra işi benimkisi: temiz iş. Kendileri tırmansınlar eğer varsa becerileri, tepeleri…

Gerçi yazma isteğimin büyük bölümünü kaybettim, hükümsüzdür de, işte, yine de kalemle antrenman benimkisi. İçine girdikçe midenizin çok sağlam olması gereken bir sektör olduğunu bilmem söylememe gerek var mı… Köşe dönmeci yazarlar köşe başlarını tutmuşlar, arkalarında derin reklamlar, güçlerle sizlerin önünüze çok okunanların içinde konarlar. Düşünce hırsızlığının en büyüğü, kendini öne koyup diğerlerinin önünü tıkamaktır. Hak yiyorlar bile bile. Helal edilmeyecek haklar!

Son okuduğum bir roman var, biraz da ondan bahsedip gideceğim.

***

İster kabul edin ister etmeyin ama, insan son on yıllarda tüm tarihi geride bırakacak ilerlemeler sağladı bilinmeyenlere karşı. Tarih severlere lafım, biraz da tarihe gömülüp gidenlere. Daha elli yıl önceki yazılanlara baktığınızda zamanın ne kadar yavaş işlediğini, hatta ağdalı yaşandığını görebilirsiniz. Hatta tüm kalemler, yaşlı parmaklardan dökülen kelimeleri kovalarcasına yazarın bencilce çenebazlığına; veya kendini anlatma bencilliğine kurban verilmiş.

Dostyevsky’nin “Beyaz Geceler”inde, daha ilk sayfalarda, yoldaki tanımadığı kadının kollarına kendini atanı, ona aşık olduğunu söyleyeni mazbut kadının anlayışla karşılayışını, yüz elli yıllık yalanı okumaya başlarsınız. Genelde kapalı yaşamların sevdiği kitap okuma alışkanlıklarına hizmet eden bu sıra dışı veya gerçekdışılığı severek anlatır seçkiciler. Hayallerini süsleyen kadının aniden kalabalık caddede yürürken koluna girecek cesarettir dört duvar arasında.

Romancı kendini anlatmak adına yola çıkmışsa, ilk yaptığı şey tarihten yardım almak oluyor. Bunu yapmaktaki amaç herkes için bir tarih imajının kafalarda var olması. Böylelikle, okuyucu tarihi bir olayı kafasında canlandırırken hınzırca kendinden bahsetmek: unutulmayı önlerken cebe de destek vermek. “İbo” işi yani: sahneyi coştur, kendin de eğlen, giderken üstüne dünyanın parasını al.

Romancının işi daha zor; ya tabu bir konu bulacak, ya da tarihin kanlı sayfalarını açacak siyah eldivenli parmaklarla. -parmaklarıyla değil, parmaklarla. yeniden vurgulamak isterim ve bıkmayacağım: dilimiz çok derindir, düşünmesini bilene. çok kelime bileceğine, az kelime bilmek ama derinliğini iyi bilmektir mesele, bence-

Sayın Nedim Gürsel’in, daha ilk satırlarda ciddi bir golün peşinde olduğu imajıyla okumaya başladım kitabını. İlk başlarda sevdim de.

Hoşuma gitmeyenleri anlatacağım; basitçe(yuka değil, sığca).

Kendisi TDK ödülü alarak işe başladığını anlatmıştı bir keresinde ama, ne Türkçeye yeni bir soluk vermiş, ne de kelimeler: bolca yabancı kelimeler kullanmış kitabında. Bal gibi Türkçeleri varken üstelik o kelimelerin. Neden öyle yaptığı açık aslında, edebi olacak ya… vah vah! Bak sen şimdi şu işe.

Anlatım iyi değil, duygusuz ve saplantılı üstelik bir de.

Tanrıyı insanlar arasındaki kavgalarda, taraflıca kavgalara katılan bir ölümlüye dönüştürürken sanırım oldukça gevşemiş olmalı. Olmalı da, bir kitabın ruhu olmalı,

İçinde ruh yok! Ruh olsaydı bir de.

Yazar korkak tutuyor kalemi. İşte o yüzden de abartı övgülere girişiyor hissizce,

Sanki bir tarih anlatıyor bize de,

Cinsel organ saplantısı da var kendilerinde,

Markuez'de var, imge'cilerde de var, nedense de,

Nasıl oluyor bu insanlar hem yazdıklarından para kazanıyorlar hem de bu denli kötü yazabiliyorlar, satabiliyorlar; inanılır gibi değil de,

Anladıkları şu: "Roman gevezeliktir" derler de,

Çorbacı simitçiye, simitçi boyacıya, boyacı sütçüye, sütçü de çorbacıya yağ yaka dursun, gerçek donunu indirdiğinde pencerelerden bakanlarınız olacaktır da,

yine de

roman okuyucularını meraklı insanlar sanırdım,

aldanırmışım.

Önüne konanlar bari yeni şeyler olsa,

ona yanarım.

***

not: halk arasındaki şu günlerde out ve in'ler-pazar yerlerinde atışmalarda geçenlerden-:

in: "tanıdığım hukuktan adamlar var, ayağını denk al!"
out: "tanıdığım vekiller var, ayağını denk al." -tabi romancımız pariste yaşıyor olmasından ötürü ne bilecek bunları, değil mi?

anlamadığım bir konu var: şu ismail yk gibi tipler, almanyada yaşayıp nasıl oluyor da iğrenç arabeskleriyle gelip yüklerini yüklenip alamanyalara dönüyorlar bir; ikincisi de, bu tipler hala neden evrimleşememişler. söyledikleri arabesk benim bildiğim yetmişli yılların, hadi seksen ortası arabesk tarzı. dinazor arabeskçiler. bas gaza koçuum! kim tutar seni, bu kadar ... varken... basss!-

not: örneklediğim konu, yurt dışında yaşarken yolsuz kalıp ülkemizde yüklerini yüklenenlere olmasın?

not: seçkim, http://aydanatlayankedi.blogspot.com/2008/07/gece.html

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..