Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mart '11

 
Kategori
Kitap
 

“Simurg”la uyanmak

80 sonrası Türk şiirine yeni bir boyut getirmeye çalışan İsmail Karakurt’un ilk şiir kitabı. biyografiyle başlıyan kitap 62 sayfa, “Lekesiz Resimler”, “Ağu”, “Ezeli Sarnıç”, “Hışırtılı Veda”, Yaz Sayfaları”, “Süren Çocukluk” adlı bölüm, 30 şiir ve bir önsözden oluşmakta. 

Şair kendi kaleminden Simurg’u tanıtıyor önsözünde. Simurgun tanımı, hakkındaki söylentiler, tasavvuftaki yeri ve insanda uyandırdığı çağrışımlardan söz ediliyor. Simurgun otuz çeşit kuşun özelliğini taşıması, bende insanın Allah’ın özelliklerini taşımasını anımsattı. En ilgi çekici yanı tasavvufta, Kaf dağının bedene, simurgun ruha benzetilmesi… 

Lekesiz Resimler 

Bu bölümde 6 şiiri bulunuyor. Bölümün ilk şiiri “Gülü İçime Atıp Söyleşirim” bu şiirin ithafı zaten başlı başına bir şiir; “-küçük bir tarih düşüyorum seninle görülen rüyâya-”  

İnsan sevmekle başlıyor hayata. Sevgi var ediyor her şeyi. Bakın ilk yaratılış Allah’ın Hz. Muhammed’e duyduğu sevgi… Bu sevgiyle yeryüzü yaratılmadı mı? Ya Âdem’in Havva’ya duyduğu sevgi… Bu yüzden cennetten uzaklaştırıldılar. Ve sonrası… İbrahim’in teslimiyetindeki sevgi… Süleyman’ın Belkıs sevgisi… Zeliha’nın Yusuf sevgisi… Meryem’in Tanrı sevgisi… Hatice’nin Muhammed sevgisi… Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Arzu ile Kamber… Ve İsmail Karakurt… Geceyi yankılanan sesler gibi sevdayı kâğıtta bezemeye çalışan biri… Diri ve yaşayan şiirin resmini yapmakta Karakurt. Bakın bu sevdayı nasıl dillendiriyor. 

“…
senden kalbime düşen şavkla
bölünerek yürüdüğüm görülsün
görülsün artık
arkama alıp dünya çöplerini
aşkın ağulu ucunu
yüreğimde taşıdığım.
…”
 

“Lekesiz Dağ Nergisi” yüreklerde çiçek açan bir aşkın berraklığını yansıtmakta… Ucuz bir dünyada pahalı yaşamanın şaşkınlığı ve hüznü çeşitlenmekte… Bütün bir yaşamın içinde doğmak ve ölmek değerini yitirmeyen iki oluş… Sabırsız bir hüzün içine gizlenen masum gülüş solgun bir çehreyi andıran dizeler… 

“…
Ah küçük sevgili. Ah dili yok
Lekesiz bir resim gibi yapıştırdım
Yüreğimin defterine seni
Yüzünü kopardım kırlardan
Yeni açan çiçeklerden
Yüzüne bak!
Ağır çatısı altında güneşin
Al götür, eşsiz ve ebedi rüzgârınla
Al bu ruhu yorumla
Bu kımıltısız ruhu
…”
Köy evlerinde duvar halıları vardı eskiden. Bu halılarda ya Hz. Ali’nin bir portresi, ya Hacı Bektaş’ın kucağında bir ceylan yavrusu, ya saraydan kız kaçırma resmi, ya da zalim bir avcının vurduğu ceylanın kan akan sahnesi olurdu. Bu yitirmekte olduğumuz bir kültürel değerdi. “Gülümseyen Ece”de aynı manzaradan söz edilmekte bir masalı bir çocuğun yüreğinden toplarken… 

“…
mercan, sözcüklerle
çizdiğim resimleri kırmızıya boyar
odamı sarı tüylere
karanlıkta
avcı vurmuş
acı vurmuş
duvardaki halıya kanı damlar
tenha
hep tenha kuyu

her şeyin bittiği yerde
masal da bitti
müzik de.
şehzadenin elinde lam ve ba
harflerin külleri
savrulur
bir daha, bir daha şiire…
…”
 

“Yolcu” adlı şiirde bir inanç bir ideoloji ve bir sevda yürekleri okşamakta… Bulutların dağları okşaması kadar merhametli ve insancıl… Bakın nasıl… 

“Yolcuyum. sana gülümser. seninle
Bölüşürüm ekmeğimi. rüyâlarımı. adresimi
Tenha güzelliğin bir veda uçurumu kadar
Tehlikeli.. Peygamber çiçeğiyle süsle beni.
…”
 

Hayat çok uzun bir drama… Yarama merhem olmayan duygular arasında çılgınca yaşanan bir ağıt… Gel bu başımızdaki çirkef düşleri dağıt… Dizeler yılgın birer çocuk. Ve her çocuk hayatın birer "Minyatür"ü… Türü tespit edilemeyen sayrı sanki… 

“…
yaşamak
kıskıvrak bir ceylan yalnızlığıdır artık
içine dönüp
güneşini paylaşarak

ay gibi damlıyor sonra
bu soluyan
bu sarı kemikli minyatür
hangi ruhun görüntüleri
bu.
…”
 

İşte bir köy manzarası… Çeşme başı görüntüleri… Doğa ve insanın birbirine olan sevdası… Yağmurlu bir geceyi kelimelerle resmeden ressam İsmail Karakurt. “Müzik Sûrete Çok Güneş” ıssız bir ırmağın söylediği türkü adeta. 

“…
Yüreği
Burçlar müziğine baygın
Yüzleri fecre çoğalan
Küçük kızlar gibi
Güneşi kikirdeyip
Gözleri kamaştırıyorsun yüzyıl ötelerden

Gözlerin kulelerinde ben
Gömülüyorum erguvan küllerine
Dünya yine kendi halinde.
…”

Ağu
 

İsmail Karakurt “Şair” adlı şiirinde hem kendini hem şiirleri tanıtmakta… 

“…
Kuytularda ışıldayan bir endişeyim ben
Yüreğimi serdim zamanın titreşen aralıklarına
Orada… uçuşuyor dünya.

Ağulum! Kefensiz biriyim işte şiirin kıyılarında
Kara bir özlemle kaderimi öpüyor annem
…”
Ve “Simurg” bir masalı bütün çeşitliliğiyle yaşamak… Masallar hayatın kara kutuları değil mi? Ne dersiniz? Müthiş imgeler, sarsıntı veren dizeler insanı alıp götürmekte gelmeği düşünmediği yerlere. Belki de… 

“…
yüzümüzde ikindiler birikir, dilimizde sözcükler
zamanın korkuluğunda bir kuş
gibi durur evren
an’ı dolduran imgelerin dumanıydı
yahut çağıltı işaretler kervanı
orda… yaprakların altına yazıyordu kalbimizi.
…”
 

Ezeli Sarnıç 

Kış, zamanın başlangıcı… Ölümün doğaya yansıyışı yahut temizlik tabiri caiz değilse… Hatıralar solar, kar altında körpe canlar onların yerini alırken. Kuş, her şeyi bütün görür. Bütün yaşar kendisine verilen dünyayı. Dağlarda, köylerde, şehirlerde hayatı bir ötüşe bırakan kuşlar hatıralarda kışlar. Simurgun varlığını insanlara unutturmadığı gibi. Bakalım İsmail Karakurt nasıl yorumluyor “Kuş Oluyor Hatıralar” diyerek. 

“deftere en çok karanlıklar yakışır
karanlık köşeleri yüreğimin

deftere en çok karanlıklar yakışır
güzelliği bizden ayrılan çocukların…”
 

“Bir Şarkı Gibi” yüreğimizden gelen… Gelen sen olsan, yaşadığım şehir değişir. Değişir dünyayı topladığım düşler. Gözlerimi yoran beklentiler birer dize olur bir şairin şiirinde. Bir bahar ülkesinde, narin bir ırmak… 

“…
Suları fısılda
Yangınıyla bir temmuz şarkısından çıkıp
Turna sürüsü gibi sana doğru…”
 

Gençlik sevdaları, çabuk geçen türden, saf ve temiz… İnce duygular, kalın acılar ve İsmail Karakurt "Nisan Akıyor Ellerinden"

“Ve göğsünden
Yağmurları giyinmiş bir adam çıkarıyorsun
Ellerinden nisan akan bir derviş
…”
 

Çiçek dendi mi aklıma hep doğaya Tanrı’nın yazdığı masallar gelir. Neden, bilmiyorum? Güneşi çıldırtan bir hezeyan sanki yüreğimi kabartır ve dağlara salar. Bir bakarım dağ mağ yok. Var olan tek şey Tanrı. O sözü ve özü yarattı; bundan şair, ondan da şiir doğdu. Ölçüsüz insanların kendilerini ve doğayı yok etmelerini hazmedemeyen şair ve şiir. Ve bunu bir efsane gibi anlatan “Çıtırtılar Koparan Oğul” adlı şiir… 

“…
Şu harfler- matbuat çiçekleri-
Ve karakterler
İlk hatıradan
İçi insan dolu dergi
Güneşi yutan koca bir fil
Gözlüğünün üzerinden bakan muhteşem derviş
Tanrı’nın adını anarak
Sıralıyor bir bir güzel ırmakların dilini./
…”
 

“Kıyamet Provası” şiirin adı bende Enis Batur’un Koma provalarını çağrıştırdı. Bir benzerlik var mı? Hayır. Sadece adlar birbirini çağrıştırıyor o kadar. Türkü, gurbet, ironi, doğa asi bir ruh şiire rengini vermekte. 

“…
soylu bir türküyü çağrışır gibi yeniden
yeniden isanın baharı taşıyan nefesiyle
ışıtır ve çizer ülkemin hudutlarını

kuşlar süleymanı bekliyor
…”
 

Geleneği birkaç kelimede şiirinde yaşatan İsmail Karakurt modern bir kaside yazıyor. Vahşi duyguları evcilleştirecek kadar duyarlı merhametli sözcüklerle… İşte “Sürmeli Şehzadenin Oda Kasidesi”… 

“sende odalara sığmayan bir eda
trompet. sevgilim
kaderin içimizi güzelleştiren süsü

şimdi yorgun bir atasözü gibiyim
ben kendimin şerhiyim…”
 

Berrak bir geceyi en iyi çölde görürsünüz. Çölün güzelliğini de bir bedevi çadırında. Hizmet, ikram ve açık sözlülük… Bir Bedevi ile bir Yörük birbirlerine oldukça benzerler… Belki de bu yüzden İsmail Karakurt Bedeviyi şiirinde kullandı bütün samimiyetiyle. “Bedevinin Üflediği Son Kıyamet” yalnızlığı sinemize taşıyor. 

“…
sarışın bir soru olarak içimde yanıyor deniz
-ete bürünen kim, yalnız kemik kalan ben’sem
kaburgaları arasından hayata bakan.

şiir ki azgın bir kıyamet denemesi
son kuşatmanın telaşıyla
tutuşan kemiğimden çıkıp
yine görüneceğim camdan elbiselerle!..”
 

Hışırtılı Vedâ 

Bölüm kimlik kabulünü zorlayan şiirlere bocalanıyor. Ses, uğultu, kuytu, çıplak bir kız çocuğu… Hayatı aynalardan tanıyan gecekondu bahçelerinde insanı uyanmak kolay olmuyor. Derin bir yarayı sargılarla gizlemek adeta insanın yüreğini kemiren köstebeklere karşın dünyaya çocukça gülümsemesi… “Gözleri Zarif Karanlık” olanlar sohbetleri çabuk bitirenler oluyor. 

“Zamanla kıpırdıyor karanlık eşya
Ateşler katıyorum gövdeme
Ateşlere akıyor yolculuk:
…”
 

Ve “Gülçin” 

“Gezgini kendi köşesinde bekler böcek
Sebepsiz döndürür başını
Ağır nöbetler şehrinde.
…”
 

Masallarla söyleşi hiç vazgeçemeyeceğimiz bir tutum. Çün tarihi yılları akrabaları ataları silmek olur vazgeçmek. Bakın işte “Evvel Duman İçinde Bir Gece Yaprağı”yla modernize oluyor masal. 

“…
‘yolunu kaybeden güneşlere
bakıp
gülümserim’ bi güzel
ben güneşin gemilerini
yüzünde batıran
ben yıldızlarla bilye oynayan çocuk
…”
 

Nuh’a dayanmak doğaya ve suya dayanmak… İnsanı olmadık şekillerde görerek. Zamanı kanmak boşa giden ömrün tesellisi olarak… İsmail Karakurt “Ben Kendime Bu Tûfanı Yakıştırdım” diyerek okuyor birçok kimsenin gönlünde yazılanları. 

“…
aşkın bakışlar
aşka bir önsöz gibi oradaydı
yağmurlar yağmurlar yağmurlar
…”
 

Davut menkıbesinde Tanrı çobana benzetiliyor. Ben de şairi çobana benzetiyorum. Kelimeleri bazen okşuyor, bazen vurup kırıyor, bağırıp çağırıyor, bazen bir ezgiyle başına topluyor kelimeleri. Şair “Göç Mezmuru” adlı şiirinde kelimeleri bir geçitten geçiriyor. 

“…
işte dervişin ilk kurbanlık gerdanı
boynundaki ilk işaret
çölün ve göçün mührünü taşıyan!”
 

Körkütük bir adamım; ne nacak kırar ne balta. Bu yüzden esip savuruyorum gece gündüz demeden. Yitirilmek istenen düşleri atın bana, duygularınızı, dilinize dolanan şarkı ve türkülerinizi… Bizi okuryazar kılan kudrete tanıklık bu an, ayan beyan insanı seviyorum. Bu yüzden okunması gerekeni okuyorum. “Vedâ Aralığı”na takılıp kalmadan. 

“…
künyeme bakıyorum yağmurlu künyeme
nasıl da eriyor baş harfleri durmadan
fecrin ipine boynunu veren yıldızlar gibi
…”
 

Bir öğretmenden bir öğretmenin algılanması… Bir öğretmen duyarlığı… Birlikte olduklarının sıkıntılarını yaşayan bir meslek mensubu “Yanan Sabah”ta kendini ve sayısız çocuklarını anlatıyor. 

“…
Kırlangıçları gözlerinden öpüyor cömertçe
harflerin sırrı boğuluyor kuralların saatiyle
ateşli bir ülkeden geçiyor öğretmenim
ateşler içinden şahlanarak…”
 

Yaz Sayfaları 

Kendini deneme bazen kendi kendine konuşma gerektirir. Issız bir geceyi kalabalık geçirmek, yani kâbus… Mahpus yatacak birinin hayallerinde birileriyle tartışması gibi… Şiir öyle bir şey… Kendi kendine konuşmak… En çarpıcı örneği de “Güneş Kokan Tüyler” belki de… 

“Parıldayan kırmızı taşlar üzerinde
bir şeyler mırıldanıyorum
yağmur gibi bir şeyler
alıp götürüyor atlas bahçelerine rüzgârlar
o hiç açılmamış leylak kokan yanlarımı
ve tüy taşıyan kartallarımı
…”
 

Bizler, yani Türkmenler yürürken ya ıslık çalar ya da türkü söyleriz. Diğer toplumlardan en önemli farklarımızdan biri… Bu yüzden ezgi yaşamımızın bir parçası gibi… “Gün İçin Ezgi” de böyle yürekten bir şiir. 

“…
benim de içimde bir ezgi
bir saat kulesi…”
 

Bir doğuş… Canlanma… Doğanın sevdası çiçekler… Ölümü yaşama ve yaşamı ölüme bağlayan kar… Düşük bir ritim ve bahar… “Kar Yangınında İlkyaz Dervişi” yani İsmail Karakurt. 

“…
ey diyorum
bahar! Bahar ey dirilişin öyküsü
altın havuzlarına girmeden yazın
nazın zümrüt sanatında eğlen biraz
…”
 

“Bu Yaz” bir şiir okudum. Aynı şiiri bir de kışın okudum. Anlam ve güzellik değişmedi. Bir de siz deneyin. 

“…
yıldızlar ve ay ışığı
bütün avare çocuklar sanıp bizi
şiire indiler, yapraklara dizildiler
dolan deftere döndü bu yaz”
 

Süren Çocukluk 

Çocuklar en çok doğayı severler bir de analarını. Kediler ve kuşlar çocukların oyuncakları. Kuşlar ötüşüyle ilgisini toplar çocukların Kuş Resimleri”nde. 

“gök bitti
hırkama yapıştırılmış kuş resimleri
…”
 

Çocuklar büyüyor. İçlerinde ve yüreklerinde büyümeyen çocuklar büyükleri çilelerinden tanırlar kısa süreli hüzünler süzerken bakışlarından. “Çocuk Sesimde Gül Kokuları” Şairlere ince ruh ve enfes koku yayarak… 

“…
gökyüzünde serazat kuşlar
çocuk sesimde gül kokuları
bu şarkıyı anneme
alın götürün kuşlar
…”
 

Zamane çocukları… Ve şarkıları… “Bir Zamanların Şarkısı” 

“…
çocuktum
küçük bir ildim
kendimi yusuf bildim
açtım gül bahçelerine
…”
 

Her şeyin bir tarihi var ya… “Küçük Bir Kuş Tarihi” de var. Sığ çocukların derin yüreklerine kazınmış bir tarih… Okusak insan olacağız. Kızıl bir fecri yaralarından tanıyacağız. 

“Yüzünde koca bir güneş
kalbin, küçük bir kuş saati
tik takları duyulur penceremden
…”
 

12 Mart 11
Ankara 

 
Toplam blog
: 74
: 571
Kayıt tarihi
: 24.12.07
 
 

1965 Tortum doğumluyum. Ankara Gazi Üniv. Fen Edebiyat Fak. mezunuyum. T.D.E öğretmeniyim. İki ço..