Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Şubat '07

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

20 günde devr-i alem

TED Ankara Koleji ortaokulunda Jules Verne’in “Around the World in 80 Days-80 Günde Devrialem” kitabını okurken aklımdan geçmiş miydi, Mr Fogg ve uşağı Passpartou’ya imrenmiş miydim, artık o günlerin üzerinden 40 yıl geçtiği için, hatırlayamıyorum bilemiyorum. Ama, hayal dahi etmediğim bir devrialemi yaşamak imkanım oldu. Anlatayım da dinleyin.

Benim çalışma konumda Yeni Zelanda'da kurulu bir dernek beni 2003 yılı kongresine konuşmacı olarak seçmiş; bana bildirdiler ben de “Ehh...madem öyle uygun buldunuz. Bize de olur demek düşer” kabilinden bir cevap verdim. Ama, tabii ki o sırada topuklarım yerden bir karış havada idi.

Yeni Zelandalı meslekdaşlarıma vereceğim 5 konferans sunuşunu hazırlamak bir ay zamanımı aldı neredeyse. Ama, bu hazırlanma işi meğerse işimin en kolay kısmı olacakmış, kadere bakın ki. O günlerde, SARS (Akut Solunum Yetmezliği Sendromu) Uzak Doğu’yu, hele de ikinci uğrağım Singapur’u kasıp kavur muyor mu? Hay Allahım, aldığım o kitap, hele de Singapur’un meşhur Botanik Bahçesini görme planları hep boşa gidecek. Nitekim de öyle oldu. Bir 4 Mayıs sabahı, önce Türk Hava Yolları ile Istanbul ondan sonra da Singapur Hava Yolları ile önce Dubai, sonra Singapur ve oradan Chrsitchurch, Yeni Zelanda uçuşu. Uçak kocaman bir Boeing 777. Uçağa aldılar; meğer ben Business Class’ta uçmuyormuy muşum? Aman efendim, o çıtıpıtı Singapurlu hostesler hemen ceketinizi alıyorlar, arkasından gelsin şampanya, gitsin havyar! Ben kesin birkaç yıllık şampanya kotamı Istanbul ile Dubai arasında tükettim.

Uçağın koltuğu, şu tekerli sandalyelerin bazılarında olan kumanda kolları ile vücudunuzun tam şeklini alacak bir yatak haline dönüşüyor. Neyse...Istanbul’dan pencereden iki büklüm eğilerek seyrettiğim jet motorlarının müthiş bir güç gösterisiyle havalandık. Ankara’dan 13, 000 metreden evimi aşağıda kibrit kutusundan da ufak görerek doğuya doğru seyrettik. Savaş nedeniyle kapalı olan Irak hava sahasından kaçarak Van üzerinden İran’a girdik. Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı dağlarının bulutları yırtarak batan güneşin son ışıklarıyla kızaran sonsuz maviliğe uzanışlarını huşu içinde dakikalarca seyrettikten sonra, uçağın güneye yönelişiyle onları ufkun lacivertliği içinde kaybettim. Sonra İran’ın çölleri ve Basra Körfezi’ni aştıktan sonra uçak irtifa kaybederek Dubai’ye süzülmeye başladı.

Dubai’nin o meşhur gemi şeklini andıran Burc el-Arab otelini görerek Dubai havaalanına indik. İnişte en dikkatimi çeken şey, koca şehirdeki cami sayısının azlığı idi. Belli ki bu Araplar öyle pek de müslüman ve zengin falan değiller; sadece ihtiyaçları kadar cami yapmışlar. Ve camilerinin minareleri de betonun sağlamlığına güvenilerek göğü yırtıp Allah’a uzanmak istercesine kubbeyle oransız bir şekilde uzatılmamış; gayet oranlı ve estetik şekilde yapılmışlar. Günahları boyunlarına...Gelsinler de, nüfusunun çoğunun açlıktan nefesleri koktuğu halde her 100 metrede bir cami dikili Ankara Esenboğa yolundaki mahalleleri görsünler ve cennete direkt bilet nasıl alınırmış anlasınlar!

Dubai havalanına inerken endişeli olduğumu inkar edemem; SARS korkusu herkes gibi beni de etkilemişti. O çoğu kez burun kıvırdığımız araplar pırıl pırıl üniformalar içinde ve ancak Avrupa ve Amerika havaalanlarında görebildiğim bir ciddiyetle transit geçiş için ülkeye girişimi yaptılar. Oradan geçtikten sonra yine tıbbi üniformalar giymiş ve teknik insanlar olduklarını anladığım iki kişinin kullandığı termal kameranın önünden geçip aletin yanına gittim. Cihazla herkesin alnının sıcaklığına bakıp, şüpheli kişileri ayırıyorlardı. –Dönüşte Esenboğa’da sağlık kontrolü iki günlük sakallı bir yüz ve üzerinden akan kirli beyaz bir önlükle uçak merdiveninde bekleyen bir sağlık memurunun hosteslere “Abla herhangi bir durum var mı?” demesine verilen “Hayır, şekerim!” cevabı ile gerçekleştirildi.- Bende birşey çıkmadı, bereket versin. Ama şu senaryo da aklımdan geçmedi değil: Olamaz mı, o gece bir sebepten grip veya bir gıda zehirlenmesi sonucunda bakıyorsun ateşim çıkıyor. Haydi bakalım, hemen karantinaya, gerçekten SARSlı olanların yanına; yani, hiç yoktan SARS olmaya. Reaktif değil, proaktif yaşamanın gereğini öğrenmiş bir kişi olarak bunu da düşünmüş ve bir doktor dostumdan, “Bu adam aslında griplidir ve ateşi buradan kaynaklanmaktadır. İlaçları da ekteki reçetede gösterildiği gibidir.” diye bir yazı almayı ve o ilaçları da çantama koymayı ihmal etmemiştim.

Bir gün önce terkettiğim kuzey yarım küredeki yaz başlangıcı sonrasında sararan yapraklar içinde bulduğum Yeni Zelanda’da ilk bir haftam tüm gün süren konferanslarda geçti. O kadar ki, konferansın yapıldığı otelde kaldığım için, o ilk hafta hiç binadan dahi dışarı çıkma imkanım olmadı. Konferansın son günü hal-i pürmelalime üzülmüş olacaklar; bir akşam yemeği verdiler onuruma, tüm konferans katılımcılarıyla. Yüz elli kadar katılımcı Christchurch’ün Antarctic Center (Antartika Merkezi) denilen ve Antartika’ya tüm desteğin verildiği merkezin müzesinde akşam yemeği yedik. Bu yemekte, Returned Soldiers Association (RSA – Bizim Muharip Gaziler Cemiyeti’nin muadili) yerel örgütünün başkanı da benim Ankara’da Muharip Gaziler Cemiyeti’inden onlara verilmek üzere götürdüğüm şildi almak üzere oradaydı. O kısa bir konuşma yaptı fakat adam bayağı yaşlı idi ve tüm hoş ve iyi sözlerine rağmen, konuşmasından en hatırda kalan şeyin gevşek takma dişleri nedeniyle her kelime sonunda oluşan ıslığın mikrofonda tren düdüğü gibi patlamasıydı.

Ben de cevabi bir konuşma yaptım. Konuşmamda, Türk ulusunun tarihinde savaşsız geçen en uzun sürenin 50 yıl olduğunu, dolayısıyla çok düşmanla karşı karşıya kaldığımızı ama bunların hiçbirine Anzaklara duyduğumuz saygıyı duymadığımızı, kaderin maalesef iki ulusun gençlerini karşı karşıya getirdiğini ifade ettim ve Mustafa Kemal’in Anzak analarına dünya tarihinde bir benzeri olmayan seslenişini okudum ve konuşmamı bitirdim. O soğuk kanlı olarak düşüneceğimiz Yeni Zelandalıların tamamı ayakta ve ummadığım bir şiddetle elbette ki Mustafa Kemal'i alkışlıyordu.

Bu seyahatin devamında Yeni Zelanda’nın Kuzey adasındaki Auckland kentinden direkt olarak kuzeye doğru üç saat uçarak Fiji takımadalarının Nadi (“Nandi” okunuyor) kentine indim. Bu arada Yeni Zelanda’da beni tanıyan bir de kişi çıktı. Auckland havaalanında biri yanaştı, “Konferansınız ilginçti. Bana basılı bir kopyesini gönderir misiniz?” dedi. Eh, meşhur olmanın tadını çıkarabilirdim artık.

Fiji küçük bir ada ülkesi. İnsanları çok cana yakın. Yolda, plajda, mağazada kadın erkek herkes birbirine “Bula!” diye hitap ediyor. Bu “Merhaba!” demek ve bunu hiç kimse birbirinden esirgemiyor. Ne hoş bir adet! Küçücük Nadi kentinde oğlumla kendime bir tropik gömlek almak için girdiğim dükkanda Hint asıllı dükkan sahibinin benim Türk olduğumu anladığında ilk söylediği şey: "Galatasaray çok büyük takım. Türk milli takımı çok büyük. Hasan Şaş!" ve neredeyse milli takımın benim kesinlikle sayamayacağım kadrosunun bana hatırlatılması ilginç oldu.

Güzel olan herşey gibi yirmi gün süren bu devrialem, 11 saat süren Nadi-Los Angeles uçuşu ve onu takip eden yine 11 saatlik Los Angeles-Frankfurt uçuşları sonrasında bitmiş, yolum kürkçü dükkanına yönelmişti. Esenboğa, o eksiğiyle veya bu eksiğiyle, ama bizim olan herşeyiyle yine de güzeldi.

 
Toplam blog
: 14
: 3754
Kayıt tarihi
: 29.06.06
 
 

1953 Trabzon doğumluyum. TED Ankara Koleji (1971), ODTÜ Makina Müh (1976) lisans, University of New ..