Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '08

 
Kategori
Deneme
 

68 yaşındaki çocuk

Saat akşam yedi sularında, havanın daha henüz öğlen gibi aydınlık olduğu bir yaz akşamıydı. Yaşlı adam ile gözleri yaşlı bir genç, parkın kaldırımında oturmuşlar, ikisi birden önlerinde nehir gibi akan boğazın hırçın sularını seyrediyorlardı. Yapamadım, orada öylece dönüp kaldım, benim, tamamen benim suçum diyerek genç adam yaşlı gözler ve titrek bir ses tonuyla gözlerini ayırmadan, geçen gemiye bakıyordu. Yaşlı adam ise sadece susuyor, hiçbir tepki vermeden sessizce öylece uçan, ara sıra suya dalıp çıkan martılara bakıyordu. Yüzündeki ifade yılların vermiş olduğu tecrübe ve belki de bir zamanlar yanında ki gencin yaşadığı duruma benzer bir durum yaşadığını hissettiriyordu. Yanındaki gencin yüreğinde, yanan yangının farkında ve bir zamanlar aşağı yukarı aynı sebeplerden dolayı çıkmış ve içindeki tüm güzellikleri yakıp kavurmuş yangının hala tüten dumanlarını hissedebiliyordu. Genç, yaşlı adam sustukça coşuyor, gözlerindeki yaşlar fazlalaşıyor, içindeki acı git gide kabaran bir volkanın ve peşinden gelen büyük bir rahatlamanın ferahlığını hissediyordu. Anlattıkça, kendine suç isnat ettikçe rahatlıyor, akan yaşlar içinden siyah, adını tam olarak belirleyemediği bir lekenin adeta sökülüp gittiğini hissediyordu. Tıpkı, simsiyah bulutlarla gelmiş ve tüm üzerindeki yükü boşaltmış, yükselen bir havanın rahatlığı, fırtına dindikten sonra bulutların koyudan, açık tonlara yaklaştığı ve güneşin o bulutların arasından yüzünü gösterdiği gibi tam tarif edemediği bir aydınlık kalbini aydınlatmaya başlamıştı genç adamın.

Yaşlı adam, gencin içinin aydınlanmaya başladığını anladığı anda genç adama dönerek:

- Bak evlat , geçmişe dönüp baktığında ne kadar çok hata görürsen , o kadar doğru yoldasın demektir. Geçmişinde hiç hata göremeyen insanı ben dolap beygirine benzetirim. Bir yerde dönüp gider.Hayat ise bir tekamül sürecidir. Otuzlu yaşlar, yirmilerle aynı olmaz, kırklı yıllarda, otuzlulara benzemez. Benzerse zaten dediğim gibi geldiğin başlangıç noktasında öylece kalmışın demektir. Bizler çocukken, büyüklerimiz bize hep doğruyu, iyiyi sevgiyi öğretmişlerdir. Maalesef okulda öğrendiğinle, dışarısı çok farklı. O zamanları hayal meyal hatırlıyorum da, ne güzeldi o günler, ne kadar renkliydi, ama gitgide siyaha ve beyaza yöneldi renkler.

Yaşlı adam sustu ve martılara bakmaya başladı yine. Genç ise öylece dinliyordu. Yüreğinde kopan fırtınanın peşinden gelen sakinliği yaşıyordu. Yaşlı adam gözlerini ayırmadan, mırıldanmayla konuşma arasında bir tonla;

-Önce bayramlar gitti dünyamızdan, sonrada yavaş yavaş renkler solmaya başladı. Hep daima o giden bayramları geri getirmeye ve solan renkleri yeniden canlandırmaya çalıştık hayatımızda. Kendimize göre yollar keşfettik, metotlar icat ettik, sevdik, aşık olduk, belki birazımız o renkleri yeniden canlandırmayı başarabildi ama lakin kış güneşi gibi yeniden soluverdiler. Derin bir çekerek, işte geldik, işte gidiyoruz. Tıpkı şu boğazın suları gibi. Bir yerlerden , biryerlere..

Güneş, arkalarındaki yamaçta çoktan kaybolmuştu. Gökyüzünün mavisi koyulaşıyor, ortam daha az ışık ama daha serin bir hava ile farklı bir güzelliğe bürünüyordu. Genç adamın içinde oradan uzaklaşmak hiç gelmiyordu, sanki elinden gelse dünyanın sonuna kadar hep orada otursun öylece denizi seyretsin yeterdi ona. Yaşlı adam ise yılların verdiği olgunlukla o anında bir yerlerden gelip bir yerlere gittiğini ve geri gelmeyeceğini biliyordu. Sonsuza kadar orada otursa bile geçip giden zamana dur diyemeyeceğini çok önceleri öğrenmişti. O andaki tek kaygısı ise yanında öylece oturan ve aslında hayatının baharında olmasına rağmen, kendi kendini kışlarında beterini yaşattıran o gencin de bunu anlamasıydı. Bir nebze olsun, o gence yardım edebildiyse, o gencin bunu anlamasında birazcık olsun yardımı dokunabildiyse ne mutluydu ona. Genç onun geçtiği imtihanların bazılarını görmeden direkt bir üst sınıfa geçebilecekti.

Ama lakin, bu biraz da kader meselesiydi. Herkes yaşaması gerekeni yaşar ve bazı frekansları dinleyerek değil, yaşayarak ulaşabilirdi. Dünyanın kanunu buydu. Evde bekleyeni yoktu. Sıcak bir yemekte yoktu. Yıllar önce, şimdi kendisini evde beklemesini hayal ettiğini elinden almışlardı.

Hayat nasıl yaşanmalıydı? Birilerine iyi bir örnek olmak için mi, yoksa başkalarını mutlu etmek için mi? Başkalarını mutlu etmek içinse, kendimiz neden mutsuz oluyorduk? Hiçbir zaman bir şeyi yaparken, işte ben, gerçekten sadece ben bunu kendim yapmak istiyorum ve o yüzden de yapıyorum diyemediğini hatırladı yaşlı adam. Birden ölümü düşündü ve öldüğünde kendisine hayatını nasıl ve nerede geçirdin diye sorulduğunda koskoca 68 yılın, bir iki cümleyle anlatılabilecek kadar basit ve tekdüze geçtiğini ürpererek yeniden anladı. İşlediği hataları bile kendisi sırf kendisi istediği için işlememiş hep birilerini yanında kurunun yanındaki yaş ağaç gibi suçlanmıştı. Kendi kendine onu bile beceremedim diye mırıldandı.

Yaşlı adam boğazın karanlık sularına bakarken yanındaki oturan gence yardım etmeye çalışırken aslında kendisinin de yardıma muhtaç biri olduğunu düşünüverdi. Öyle ya, koskoca 68 yılı hep birilerini mutlu etmek, hep birilerine iyi örnek olmak için yaşamıştı. Koskoca 68 yıldan geriye kendisi için birkaç cümlelik bir anlar, bölümü kalmıştı.

Ne bu saaten sonra, ona giden yıllar verilirdi, ne de yardım eden. 68 yaşında olmasına rağmen , içindeki çocuk hala onu bekliyordu. Çünkü çok küçük bir an yaşamış ve büyümüştü. Kendi kendine güldü ve bu yaşlı bedenin içinde daha küçücük bir çocuğun olduğuna kim inanır diye düşündü.

Hadi bu dünya şöyle böyle geçti dedi kendi kendine, ya öbür taraf? Acaba orası nasıldı? Daha iki gün önce beraber okulda aynı sırayı paylaştığı arkadaşı kalp krizinden vefat etmişti. Bir ay öncede , çocuk yaşlarda , mahallelerine omzunda kantar gibi taşıdığı yoğurt kaplarında yoğurt satan Kemal efendinin, demir çıngırağı ile oynadıkları arkadaşı Namık gitmişti öbür tarafa. O günler geldi aklına, daha dün gibiydi. Yaşamış olduğu o 68 yıl daha dün gibiydi.

Sanki birileri onun yaşadığı hayatın peşinden geride bıraktığı her şeyi silip süpürüyordu. Yeniden kentleşme ve ekonomik çıkarlar nedeniyle ne o eski yokuş kalmıştı ne de içinde gülüp oynadıkları hastane bahçesi. İnsanlar ellerinden gelse anne ve babasını kabristanını bile ortadan kaldıracaklardı nerdeyse. İçinden yahu şöyle gidip de eski günlerimi anacağım bir yerde kalmadı ki şu memlekette dedi.

Geride kalan biri ki tane akranından başka kimsesi yoktu. Yeğenleri , memleketin çok ünlü sosyal gruplarına , yardım derneklerine üyeydi ama amcalarına iş geldi mi, onu unutuvermişlerdi. İş güç , koşuşturmaca hayat şartları, artan yoğunluk hep senede bir kez arayan en küçük yeğeninin kaçış noktasıydı. Halbuki aynı yeğeni, daha iki ay önce üyesi olduğu yardım kuruluşunun 45 inci yıldönümünde, yaşlılara ve büyüklerimize sahip çıkmalıyız, onlar bizim velinimetimizdir diye mikrofonla kürsüden mesaj atmıştı bir sürü ünlü davetlinin önünde. Hafifçe gülümsedi ve şu hayat ne kadarda acımasız, daha dün kucağımda oyalamaya çalıştığım, gecenin bir vaktinde yalancı memesini kaybettiği için ağabeyimle sokak sokak yalancı meme aradığım, yeğenlerim bile bu devrana kapılıp gitmişler diye düşünüverdi.

Yaşlı adam bütün bunları düşünürken, yanında oturan gencin gittiğini hissetmemişti bile. Anlayınca kendi kendine al işte bak o da gitti kendi yoluna dedi. Biz de gidelim bakalım kendi yolumuza diyerek bir gayretle kalktı ve Beşiktaş istikametine doğru yürümeye başladı. Yürürken de solunda akıp giden boğazın karanlık sularına, karşı kıyıdan sahil ışıklarının suya vurmuş kandil gibi yanan akislerine bakıyordu. Oyy oyy bakalım nereye kadar gider bu böyle dedi. Yaşlı adam İstanbulun sokakları arasında kaybolup gitti.

 
Toplam blog
: 116
: 735
Kayıt tarihi
: 27.07.06
 
 

1994 Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat bölümü mezunuyum. Aynı üniversitede Genel İktisat Polit..