Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '08

 
Kategori
Mizah
 

Bekariya Çelebi'den 10 Mayıs Notları-3

Bekariya Çelebi'den 10 Mayıs Notları-3
 

Bekariya Çelebi bu filmi hiç gerçekçi bulmadı. "saçmalamışlar, bana sorsalardı anlatırdım" dedi


Zaman tünelinin seyyahı ünlü gezgin Bekariya Çelebi yine uğradı bana. Bu sefer biraz şişmanlamış görünce kendisini dayanamayıp sordum "ne o Seyyah Çelebi hafifçe tombullamışın, zaman makinası mı bozuldu durdun kaldın mı zamanın birinde " deyiverdim.

Dediğine göre 2098 yılını o kadar sevmiş ki kendine bi ev bile yaptırmış ülkenin birinde. Fakat bu ev yerin yedi kat altında süper lüks bi malikaneymiş. Herşey düğmeye basınca asansörlerle evin içine geliyomuş, dehlizlerle dolu sımsıcak bi evmiş, haliyle yayılmış tabi.

allahtan eski sevgilisini özlemiş de bi kalkıp gideyim osmanlının zamanına diye harekete geçmiş, fakat gidene kadar aradan 46 yıl geçince haliyle sevgili evde kalmış beklemekten zavallıcık. sonunda onu karşısında görünce "yetti artık senin gezinmenden bıktım" deyip bunu ortada bırakmış, gitmiş hariciye nezaretinden biriyle nikah kıydırmış. bu olay üzerine Çelebi Efendi de hepten kendini zamanda yollara vurmuş.

Dün bana uğrayınca rica etti ve "tüm zamanlar boyunca yaşadıklarını sadece benim aktarmamı istediğini söyledi hatta bu konudaki iznini de el yazısıyla verebileceğii de ekledi . "Yok canım ne gerek var" dedim. "Sen ister anlat yaşadıklarını, ister el yazmasına dönüştür ver bana farketmez, ben her durumda olanı biteni senin ağzından yazarım, hatta istemezsen adını bile vermem merak etme" dedim.

Böyle deyince hoşuna gitti, bana daha bi güvendi, malum bazı önemli tarihi olaylara şahit olmuş biri olarak kimliğini gizlemesi gereken durumlar olabileceğine kanaat getirmiş olmalı. Düşününce hak verdim ben de kendisine.

Anlıycağınız karşılıklı bi güven oluştu aramızda kendiliğinden. bundan sonra da zamanda yolculuk sırasında kimi zaman yazıya döktüğü, kimi zaman da zaman bulamayıp hafızasına kazıdıklarını gelip bana anlattığı gezi notlarını yazmaya devam ediceğim.

İşte onun 10 mayıs tarihli el yazmasından notları....

10/05/1799 Cezzar Ahmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Akka'da Napoleon Bonaparte'ın komutasındaki Fransız ordusunu yenilgiye uğrattı.

Şimdi bu Cezzar Ahmet Paşa'nın asıl adı "Cezzer Paşa"ydi "Havuç Paşa" diye de bilinirdi çünkü cezerye delisiydi. O kadar severdi ki cezeryeyi, bi sefere çıkmadan önce kilolarca yaptırır yolda bi de atın üstünde falan yerdi. -zate yeniçerilerin bi sonraki ayaklanması da bu yüzden çıkmıştı hep kendi yiyodu ve onlara vermiyodu diye-. Yüzü tupturuncu olmuştu bu seferlerden birinde. Cezzer Paşa o kadar cezeryeden sonra haliyle hem enerji hem güç kuvvet topladı savaştan bi gece önceden. Cezeryedeki havuçun göze faydasını da keşfettiğinden baskını gece yapmaya karar verdi.

O zamanlar gece görüş dürbünleri falan da yoktu, fakat Cezzar Paşanın keskin gözleri sayesinde zifiri karanlıkta Fransız ordusuna baskın yaptılar. Napolyon önce rüşvet teklif etti olmadı -bilseydi cezerye teklif ederdi- fakat tam tersi oldu Cezzer Paşa öfkeyle , Fransız askerlere "Cezerin havucunu yeyin lan" diye bağırınca Fransızlar onun o halini ve lafını Sezara benzettiler ve aralarında ona Cezzar adını taktılar (telaffuzda sorun çıktı S harfi C harfine dönüştü). sanırım öyle oldu yani bu olay da.

10/05/1907 Anneler Günü, ilk kez Amerika Birleşik Devletleri'nin Philadelphia kentinde kutlandı.

Bakın şimdi sevgili okuyucu bu benim en eğlendiğim günlerden biriydi tarihte. Efenim ben kısa bi sürelğine amerikada bulunuyordum iş icabi. Altın mı varmış neymiş ona hücum ettiydik biz seyyahlar da. neyse. ne billiim osmanlıda ortam karıştını. dalmış gitmişim işte altına. ha diyodum ki bu arada bu altın aradığımız ortaklarımdan biri bi gün acaip büyük bi parça bulduydu derede. Biz böyle gözlerimiz faltaşı gibi açık hayran kalmıştık. Bu arkadaş gitti bunu bozdurmaya kasabaya. Philedelphia o zamanlar küççücüüük bi kasabaydı köy irisinden şöyle. neyse efendim, bu şimdi altını bozduracak ya aklı sıra, yolda giderken altını düşürmüş salak. geri geldi bizi suçladı bi de utanmadan.

Sonradan kasabadaki dedikodulardan öğrendim ki altını bi kız çocuğu bulmuş. annesine göstericekmiş hatta hediye mi ne vericekmiş ona doğum günü için. Ama annesi ölüvermiş zavallının. o da tutmuş, tanrıdan annesini geri getirmesini dileyip altını dereye atmış. o günden beridir işte mayısın ikinci haftasına denk gelen gün hem anneler günü olarak kutlanır hem de bi dilek tutulup altın falan varsa en yakındaki dereye havuza filan atılırdı. eskiden beri böyledir bu adet. şimdi bozuldu onun yerine millet gidip gidip hediye falan alıyo. aslında bi dilek tutulup o hediyelerin de dereye atılması lazım ya neyse.

10/05/1908 Kadın iplik işçileri Bursa'da greve çıktı.

Ha bakın bu olay çok enteresandır şahit oldum yine tarihte gezinirken. Bursa'daki seyahat günlerimden birinde hamama gidip keseleneyim dedim. Tellak falan gelsin, oooh mis gibi yatayım şöyle bi dedim taşlara. Neyse efendim. Derken yatıyorum kurnada sıcak sıcak terlemişim. tellak çağırdım geldi "bi kese atıversene usta" dedim. "Olur abi ama kese 100 altın oldu" demez mi!!! Neee diye bi fırlamışım yerimden peştemal da düşünce kalmışız anadan üryan. allahtan tellak düzgün çıktı.

-Nedir bre bu enflasyon dedim, Tellak da dedi ki;

-Abi hatunlar dokuyodu önceleri bu keseyi evlerinde. El dokuması mis gibi kese. Sonra tuttular ingilizler bi fabrika kurdular kese üretmek için. e noldu bu hatunlardan ucuza dokumaya başladılar. Kadınlar da işsiz kaldı haliyle. bunun üzerine hepsi bi güzel plan yaptılar o fabrikaya işçi olaraktan girdiler. Fakat daha ay dolmadan " maaşımız yetmeeyo bu maaşla ev mev geçinmez" deyin grev yaptılar. içlerinde bi elebaşları vardı zehir gibi hatun, bi de taş gibiydi zaten. neyse bunların meğersem amacı fabrikayı batırmakmış böylelikle evlerinde kese dokumaya devam edeceklerdi.

Grev bi yıl sürdü zahir, sonra da ingilizler baktılar kadınlar vazgeçmiyo, fabrika kapandı . Kadıncıklar da yine evlerindeki tezgahlarının başına geçtiler fakat bu sefer de fiyat çekmesinler mi. aha da sana kesenin bize gelişi 50 altın oldu çelebi efendi! "deyince ben durumu anladım, bu kadınların işçisinden de korkulur patronundan da " dedim içimden. sabunlanıp çıktım yani hamamdan.

10/05/1933 Naziler Almanya'da Heinrich Mann, Upton Sinclair, Erich Maria Remarque gibi yazarların kitaplarını yakmaya başladılar.

Ah ah ne gündü yarabbiii, ne acıydı gözümün önünde cereyan eden olay. Ben o zamanlar Paris'teydim bi sevgili bulduydum kendime moulen rouge da dansçıydı. ben de ressamlarla sanatçılarla bi bohem hayatı yaşıyodum ki sormayın gitsin yani. neyse. Duydum ki Hitler ve subayları bi mangal partisi yapcaklarmış. hatta beni de çağırdılar gittim. koca führeri kırmak olmaz dedim yani. neyse, yahu adamlar feleğini şaşırmışlar, altı üstü bi mangal yapılcak bi türlü yakamadılar ateşi. benden yardım isteseler yakıverirdim ateşi, tabi yediremediler kendilerine.

Hitler, tuttu goebels denilen naziye "ne kadar kitap varsa getirin" dedi. "Yahu bırakın kitabı mitabı yakmayı, işte odun kömürünün üstüne çıra ve çalı çırpı diycek oldum, hitler şöyle bi kaşını kaldırınca biraz tırstım bi şey de diyemedim. baktım ss subayları gitmiş Berlindeki kütüphanenin önüne başlamışlar kitapları yığmaya. Allah allah noluyoruz yahu demeye kalmadı bi tutuşturdular al sana koca bi ateş. sonra da 50 tane domuz getirdiler yeni kesilmiş. "ulan madem bizi çağırdın, müslümana gavur eziyeti yapılır mı, bari koyun falan kesseydin pis nazi" diyemedim tabi. herifler gözümün önünde domuzları bi güzel pişirip yedi adiler. ben de baktım işte öylecene. iğrençti yani. bu nazilerden birden soğudum o kitap yakma olayından sonra yani.

10/05/1933 New York'da mültimilyarder iş adamı Nelson Rockefeller, sahibi olduğu binanın ön cephesine Meksikalı ressam Diego Rivera'nın yaptığı duvar panosunda Lenin resmi olduğu için, ressamı kovdu, panoyu parçaladı.

Aslında Rocky benim taa çocukluktan arkadaşımdı. Hatta ona küçükken nasıl zengin olabilcağinı da ben öğrettiydim. sonra zengin olunca unuttu tabi kankasını. bu çocukken ben de bi ara newyorkta parasız kalmıştım tamamen tembellikten. sokaklarda salatalık, çiğköfte falan satıyodum. bi gün bi çocuk geldi yanıma ve bunlardan iyi para kazanıyomusun beyamca dedi. güldüm tabi.

Aslında gizli bi zengin olduğumu ve sırf eğlence olsun diye sokaklarda hıyar sattığımı söyledim ona. Çocuk çok etkilendi benden. hıyar satıcılığının tüm inceliklerini anlatmamı istedi. sonra baktım bu okuldan sonra başlamış arka sokaklarda kenar mahallelerde hıyarları soyup soyup işçilere öğle yemeği olarak ekmek arası hıyar şeklinde satmaya başlamış. zekiydi hergele. neyse sonra ben döndüm memlekete. bi de öğrendim ki hıyardan zengin olmuş hıyar. tabi hayatı boyunca hıyardan başka bi şeyden anlamayan adam sanattan ne anlıycak.

bi gün, çok param var bi resim yaptırayım deyin şu ressamı çağırtıp resim sipariş edip sonra da onun resmini parçaladığını yardımcısı anlattı bana, o da oradaymış. Aslında bizim ressam Diego, resimde lenini çizmiş, leninin arkasında da ona boynuz işareti yapan Rockefellerı çizmişmiş fakat öndeki lenini Rockefellera, arkadaki Rockefelleri da Lenine benzetebilmiş anca Diego usta. haliyle Lenin Rockefellera boynuz takıyo gibi görününce asıl espriyi anlayamamış hıyar. ressama büyük haksızlık olmuş neticede.

10/05/1934 İstanbul'da görülmemiş balık akını. Lüferin kilosu 4 kuruşa düştü.

"O zamanlar daha hamsi diye bi balık bilinmezdi istanbulda, hatta hamsiye lüfer denilirdi. sonradan Karadenizli bi arkadaşım vardı o anlattıydı; bunlar karadenizde bi hamsi sürüsünün peşine düşmüşler bi türlü yakalayamamışlar, sürü bi akıllı çıkmış, meğersem denize daha önceden çıkan balıkçı teknesi batmışmış o günlerde, tabii balıklar da malum bu balıkçıları yemişler bi akıllanmışlar. ha uşağum punlari bi avlayamamişlaridu derken hamsular karadenizi geçip boğaza akın etmişlar can havliyla aha işta oracukta istanbullular da " lüfere bak akin yaptu "deyi karadenizlu balıkçıları mideye induran bu hamsilari lüfer diye yakalamişlaridu.

benim da yemişliğum vardur yani. o dönemlerde bu hamsilari lüfer zannedip yiyen istanbulli nesile de biraz lazlık bulaşmıştır bu yüzden. karadenizli balıkçılar bilseydilar ki kendilerini yiyen pu hamsilar bu kadar ucuzlayacak taa tikkat ederlerdu hamsi yakalayacağuz diye tekneyi da batirmazlaridu demeyi düşindum taa önceki bi zamana gidip. ama zamanda aradım daha bulamadim kendilarini.".....................


Bekeriya Çelebi bu seferki notlarını bana not düşmeden bitirmiş ha böyle. Neyse yakında gelir yine bana rica minnet "al bunları da aman sana güveniyom başkasına değil "der ben biliyorum. Nabsın adamceğiz koca zaman tünelinde sürekli gezmekten o geçmiş senin bu gelecek benim habire şaşırıp duruyo, bi eski bi yeni karıştırıyo. allahtan benim de biraz tarih bilgim var da yanlışlıklarını düzeltiyorum arada. yoksa hepten saçmalıycaz kimse inanmıycak.




not: Zaman Makineli Bir seyyahın tarihin derinliklerine yaptığı yolculuklarda tanık olduklarını bir yazara anlatmasına dayanan bu kurgu ilk kez tarafımdan yazılmış ve Milliyet Blog'ta yayınlanmıştır. Bu yayınlar 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri yasasına tabii olup her hakkı saklıdır. Bu tarihten sonra zaman makineli gezgin ya da bir vakanüvisi anlatan bu hikayemden esinlenerek yazılan taklitleri yazarlarını bağlar. Bu nedenle orjinal hikayemin taklitlerine gülüp geçiniz. B.Altın


Bekariya Çelebi'yle ilk karşılaşmamız olan 6 Aralık 2006 için bakınız:

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=16234


Bekariya Çelebi'nin 11 Ocak 2007 Notları için bakınız: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=20843




Seyyah Bekariya Çelebi'nin Maceraları için bknz.: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=133639

 
Toplam blog
: 121
: 2834
Kayıt tarihi
: 09.07.06
 
 

Başkentte doğmuşum ve orada gidilecek tüm okullara gitmişim: ODTÜ-Psikoloji ve Ankara Üni. İletiş..