Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mart '09

 
Kategori
Dans
 

[Röportaj] bana ıslak mayonuzu gösterin, Bir gösteri, onun yaratıcısı Handan Ergiydiren…

[Röportaj] bana ıslak mayonuzu gösterin, Bir gösteri, onun yaratıcısı Handan Ergiydiren…
 

Çok şükür, asıl bunlar, bu ifadeler hem benim hem ekibim için büyük ödül.


“Kendine odaklanma çalışması daha çok. Herkesin öğrenme ve anlama süresi başkadır, alış kanalları başka yoldan gider buna da izin vermek lazım. Bu anlamda anahtar sözcük izin vermek. Çok fazla kendine odaklanmanın sakıncaları oluşabilir mi? Kendimize odaklanıp dışa kapı açmamak yani.”

Kabataş motor iskelesinde motordan indiğimde o gün benim için çok özel olacağını hissettiğim şeylerin toplamının önümde yanımda ve her yerde olduğunu hissettim. Handan'la öğleden sonra saat üç olarak kararlaştırdığımız buluşmayı biraz öne çektik, onun ve benim trafiklerimizi rahatlatmasını sağladığımızı düşündük.
Bana ıslak mayonuzu gösterin, bir gösteri olarak başkalarını bilmem ama benim için gösteri miladım olarak defterime yazılacak. Benimle aynı fikirde olan DİA dan Dinçer Kocalar, Ayşe Yüksel ve Çiğdem Bilgen’i de saymalıyım, onlar da bu gösterinin kendi ilk üçlerinde yer aldığını belirtmek keyfinde bulundular.

Hadi canım sende dediğinizi duyar gibi oluyor, aldırmıyorum, elli metre ilerde Kahve Dünyasında beni bekleyen kadının, bu gösterinin yaratıcısı, tasarımcısı olmasının sizin için bir önemi olmayacak o zaman ama benim için var. Geleceğin çağdaş sanatında bir merkez olacak İstanbul’un şehir genlerine de bu gösteriden öncesi ve sonrası diye yazılacağına emin olun.

Onu değerli kılan şeylerin bir çok şeyin toplamı olduğunu düşünüyorum, bir görüşmeye bu denli taraf olarak başlamanın da sakıncalarından korkmuyorum. Hayalimde bile bir araya getirmekte zorlanacağım parçaları, sembolleri ve duruşları bir araya, sonsuz uyumda ve dinamizmini bozmadan getiren bunu başaran başta tasarımcısı, dramaturgu, kostümcüsü, müzik ve emeği geçen herkesin önünde saygıyla eğiliyorum.

<ımg alt="" src="http://photos-c.ak.fbcdn.net/photos-ak-snc1/v2615/182/61/660410942/a660410942_2772706_7794600.jpg">

Bahsettiğim kişiyi tanımanızı sağlamak ve onun yaşadığı süreçleri sizlerle paylaşabilmek için bir şeyler yapmalıyım dedikten sonra oyun için içimden geçenleri yazdım, bunu sanat dergide, bloğumda yayınladım. İşin ilginç yanı Handan’la üç saate yakın görüşmemizin sonunda bir yerde o yazının benim tarafımdan yazıldığını anladı. Önceden onun ve gösteri hakkında düşündüklerimin farkında olmadığını belirtmiş oldum böylece.

Ghetto’da gösteri öncesi ve sonrasında, telefon görüşmelerimizde Handan Ergiydiren’i kafamda canlandırdığım makuliyet ve girginliğin ötesinde buldum. Çevresi içinde olan, sözünün içinden dışından her daim geçebilen, sizinle ve çevreyle de düzgün bir ilişki kurabilen özel bir insan buldum karşımda.

Kahve dünyasından girdiğimde onu benden çok az önce gelmiş buldum. Yuvarlak bir masada merhabalaştık, gösteri sonrası onun yorgunluğunda benim heyecanımda geçen merhabadan sonra bu karşılaşma ilkti.


”Birarada olmak nasıl bir yaklaşımdı, o nasıl bakıyor?” diye merak ediyordum, sordum.
Kendine odaklanmak isteyen insanın bunu yapmak istediğini varsaymak durumundayız. Burada öncelikli soru kendime katkım ne? Kendime katkıda bulunursam doğal olarak başka şeylere de katkıda bulunuyorumdur. Özellikle çalışmalar sırasında kişinin kendisini tanıması için yeterli süreç bırakılmasını, dokunma ve bir arada bulunma sürecindeki farklılıklara anlayış gösterilmesinin kişinin kendini tanımasında önemli olduğunu düşünüyorum. Kişinin o anda ve içinde olduğunu hissetmesi önemli, oradan çıkıp bu gerçek değil, bu anlamsız veya yalan demesi de her zaman olasıdır. Kişinin normal koşulda dışarı verdiği mesaj seninleyim ve tek değilim ama burada olmaya, bulunmaya geldim, seninle veya sizlerle burada olmak istiyorumdur.

<ımg alt="" src="http://photos-f.ak.fbcdn.net/photos-ak-snc1/v2615/182/61/660410942/a660410942_2772701_2842738.jpg">

Akışın, kıpırtının içine dahil olmaktır varsayılan ve önemli olan.
Bizim ona vereceğimiz mesaj ise buradasın ve sana dikkatimi veriyorum olabilir. Niyetleri açığa çıkarmak ve yönetebilmek o an için çok önemli. Kişinin niyet beyanı yapması, aradaki mesafeyi belirleyen en önemli şey. Bundan sonraki aşama kişinin kendisini ifade etmek için bir yol belirlediği aşamadır. Bu yol açma eylemi, sağa sola çarparak başkalarını itip kakarak bir yol açma eylemi değildir. Akışın, kıpırtının içine dahil olmaktır varsayılan ve önemli olan.

Birbirine dokunma ihtiyacı ve beyanı içinde olanlar
Bu yollar çok önemli şeyler, ben anne babasına dokunamayan, yanlarında bulunamayan kişiler tanıyorum. Birbirimize dolanalım, yapış yapış olalım demiyorum önemli olan orada olduğu fikrinin ve birbirimizi hissetmenin kabulü ve bunun eyleme dökülmesidir. Son dönemde doğaçlama atölye çalışmalarına çift olarak gelenler vardı, birbirine dokunma ihtiyacı ve beyanı içinde olanlar. İlginç olan ben bu çiftlere öncelikle birbirlerine dokundurtmuyordum, orada bulunan başka kişilerle bu deneyimin başlatılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

Dokunmak bazen sadece sırt sırta oturmak da olabilir, bunun için bir şekil, zorunluluk ve formül gerektiği düşüncesinde değilim, o anda ona ve çevresindekilere kendisini vermek ve onlara zaman ayırmak önemli olan. Özellikle karşılaşmalar ve vedalarda dikkat edin birbirimizin karşısında saniyelerle duruyoruz, sırta birkaç pat pat dokunma hareketi ve yürüyüp gitme karşımızdakinin farkında olmadığı gerçeğini getiriyor bize.

Bir başka odaklanma problemi de eyleme odaklanma, eylemi ve olanı kişinin önüne geçirmekle oluyor. Doyurulmadık ihtiyaçlarımızın olduğunu hepimiz biliyoruz bunları gidermek için bir eylem gerçekleştirdiğimizde yanımızda olanı da unutmamamız gerekiyor.

Evlilik başlı başına kendisi ihanettir.
Birlikte olmanın ve bir şey paylaşmanın bir süreci ve hazırlık safhası var. Bu süre bazılarında daha uzun bazılarında daha kısa, önemli olan bu süreye saygılı olmak ve o süre boyunca karşındakini anlamaya çalışmak, bence en önemli şey bu. Karşımızdakinin tam beklediğimiz yere geldiği veya gelemediği fikrinden asla emin olamıyoruz. Örneğin Derrida’nın şöyle bir düşüncesi var: Bir evlilik ilişkisi için gelecekte tam da karşılıklı istenilen yerlerde olunacağından nasıl emin olabiliriz, evlilik sözleşmesi kadar birbirine yalan söylenen başka bir şey var mıdır? Evliliğin kendisi zaten en büyük ihanettir. Çok sevdiğimiz bir insana şu konuda nasıl söz verebiliriz? Yarın, bıraktığın yerde ve aynı olacağım, seni sevmeye devam edeceğim, örneğin iki yıl sonra seni bugün sevdiğim kadar seveceğim. Böyle bir söz mümkün ve gerçekçi mi? Hakikaten bu taraftan baktığımda durum böyle bir şey.

Kişisel alanlarımızı oluşturmak, korumak karşı taraftan bu alanlara ve deneyime katkıda bulunmak nasıl şeyler? Gösteride bu alanların belirli olduğunu ve dışarıdan görülebildiğini en azından hissedilebildiğini düşünüyorum. Gösteri hazırlıkları ve bunun oluşma süreci nasıl bir yol izledi?

En başta belirtmeliyim ki ben tiyatro üzerine doktora yapıyorum ve bitirmek üzereyim. Bu konuda çalışırken Derrida’yı tanıdım. Çalışmaların felsefi zemininde bunların olduğunu düşünüyorum. Hiçbir şey aynı kalmıyor, bir şeye geri dönüp baktığınız an aslında o biraz önceki şey olmaktan çıkıyor. Şimdi dediğimiz an onu şimdilikten çıkarmış ve geçmiş yapmış oluyoruz. Şu an aslında geçmişten kalan parçaların toplamı ve biz bunlara hayaletler diyoruz, Hayaletlerden kasıt, oluş ve anı yaşarken şimdi sandığımız parçalar, bu parçalar hemen oracıktan değil her andan gelen şeyler. Bu derece etkin bir değişimi bir statikliğe bağlı olarak gösteriye dönüştürmek neredeyse imkansız diye düşündüm.

Bu gelişmeler olurken hocam ilgilendiğim konulara uygunluğu açısından bana Sevim Burak okumamı tavsiye etti. Sevim Burak’ın kitaplarını okumaya başladığımda onlara, her ne kadar roman/öykü desek de onların hep şiir ya da başka adı olmayan bir formatta olduğunu düşündürttü bana. Grafiksel format özelliği de taşıyan yazım tarzı Sevim Burak’ın yazarken de parça parça kâğıtlara yazarak onları perdelere asmasından ve kurgusunu bu parçaların sıralaması ile oynayarak oluşturmasından kaynaklandığını düşündürtüyor.

Sevim Burak’ın yazılarını görür görmez bunların bir performansa zemin olabilecek şeyler olduğunu anlamıştım. Çok çağrışımlı ve anda oluşacak şeylere dönüşecek şeyler yazdığını fark ettiğim için bu yazılardan bir performans çıkarmak için uğraşmaya başladım. Bu arada Zafer Aracagök tarafından, Sevim Burak metinleri üzerine tasarlanmış ses projesi 'Yalvarırım Beyefendi Saatiniz Kaçı Gösteriyor?' da işin içerisine girdi.

Yalvarırım Beyefendi,saatiniz kaçı gösteriyor?
Saatim 1'dir-2'dir-2 buçuktur
Üçü çeyrek geçiyor
4.30
Dörde çeyrek var
5'tir
Altıdır
7
8
9
10
11
12'dir
İki saat daha vaktimiz var
Saatim durmuş
Saatim işlemiyor
Saatimi kurmamışım
Saatimi geçici olarak ayar etmişim

Müzik yaklaşımı

Gösteri boyunca belirlenmiş akış olmasına rağmen dansçılar mekana, o anki duygularına ve o anda olan şeylere bağlı olarak farklılık gösterebiliyorlar bu da onların performansına yansıyor. Bunun gösteri içindeki dinamizmi artıran en önemli neden olduğunu düşünüyorum. Müzikle ilgili olarak söylenebilecek şey ise Zafer’in albümü hazırlanmıştı zaten ben çalışmalarımı bitirdiğim zaman bir araya geldik. Müzik zaten vardı ve çalışmalarımızın sonunda devreye girdi.
<ımg alt="" src="http://photos-c.ak.fbcdn.net/photos-ak-snc1/v2615/182/61/660410942/a660410942_2772698_4628072.jpg">
bana ıslak mayonuzu gösterin
Sonra Sevim Burak okumaya başladım Everest My Lord, Yanık Saraylar, Afrika Dansı (bu tabi çok önemliydi benim için) “Bana Islak Mayonuzu Gösterin” ismi de zaten Afrika Dansı’ndan gelen şeyler. Ben öncelikle neler olabilir üzerine düşündüm. Nasıl olurdu? Su, ıslanmak, ilişkiler içindeki yeri nasıl sembolleştirilebilirdi?

Bir tasarım probleminin çözüm süreçlerine benzer şekilde olmuş sanırım ilerleme? Gösterinin tümü boyunca tasarlanmış olduğu hissini uyandırdın bende.

Bunu böyle görmeniz de harika bir şey. Ben koreografiyi de bir tasarım süreci olarak görüyorum zaten. Çok dağınık bulanlar da var gösteriyi ama öyle değil gerçekten gösterinin tümünde tasarlanma söz konusu, tasarım ilkelerinin etkisi görülebilir. Çalışmaların devamında sonra da şu oldu: Altı kişilik ekip yavaş yavaş bir araya geldi. Kimisi kendisi istedi, bazen ben teklif ettim, teklif ettiğim ama içeri alamadıklarım oldu. Bazı arkadaşlarım da sadece provaları izlemeye geleyim dedikten sonra gösteride çok önemli yer edindiler, aslında biraz sürecin kendiliğinden gelişen etkisine de bıraktığım söylenebilir.

Onları tanıdıkça onları bir varlık olarak daha bir kabul ettim, onlara metinleri ben aktardım. Onların her şeyi, tümünü okumasını istemedim. Buraları oku diyerek önce sadece benim seçtiğim yerleri okudular. Sonra bunlar üzerinde konuşmaya başladık, başladık dediğimde gösteriye sadece kırk beş gün vardı. On beş günün hazırlık safhasında harcandığı düşünülürse kala kala bir ay kalmıştı elimizde. Sonra onlarla tek tek buluşmaya ve çalışmaya başladım.

Neden bir tasarım ürünü hissi duyduğumu şimdi daha iyi anlıyorum.

Evet. Buluşmalarda öncelikle onların ne anladıklarını gözledim. Bazıları haklı olarak çok farklı şeyler anlayarak gelmişti. Sonra onlara benim ne anladığımı anlattım doğal olarak, onlardan farklı hissettiğim birçok şey vardı ve bu sürede bunları onlara da hissettirmem gerektiğini düşündüm ve çalışmalarımı buna yönelttim doğal olarak. Sonrasında da onların aslında anlamasını beklediğim şeyin bir çağrışım, kıpırdanma uyandırmakla eşdeğer olduğunu gördüm.

Stüdyoya girdiğimizde konuştuklarımız üzerinden hareket durumu bulmaya çalıştık.
O zaman toplamaya başladık herkesin getirdiklerini, bu sefer yaşamlar ve tecrübeler dökülmeye başladı orta yere. Kendi yaşamlarındaki engebeler, girinti çıkıntılar ilişkilerindeki karmaşalar çıktı ortaya. Sonrasında stüdyoya girdiğimizde konuştuklarımız üzerinden hareket durumu bulmaya çalıştık. Ben bazen onlara şöyle bir yerdesin, şu durumdasın vb söyleyerek onun olduğu yeri ve hareket durumunu kendiliğinden geliştirmesini bekledim. Birçok hareket ve durum gelişti, çoğunu da atmak durumunda kaldık. Belirlediklerimiz bile sahneye geçtiğinde önemli değişikliklere uğradı. Bu şekilde sahnemiz oluşmaya başladı, gösteriye de on gün falan kalmıştı. Sonra ses tasarımcısı Zafer Aracagök bizi gördü, izledi. Dramaturgumuz Selda Öndül ile birlikte izledikleri şeyler karşısında şaşkınlığa uğradılar. Tepkileri “Ne ya bu böyle parça parça, bundan bir şey çıkabilecek mi?” oldu.

Sonra biz Zafer’le oturduk. Müziği çalışmaya başladık, tabi o çok yardımcı oldu bana. Müzikte bazı yerleri esnetti, araları açtı böylece uyum meydana geldi yani. Bazı da eklemeler yaptı

Benim gösteri içinde müziğin etkisini görmem olağanüstüydü. Müzik tam da eylemin parçası ve bazen kendisi olarak sahnede yer alıyordu. Bunu çok iyi başardığınızı düşünüyorum.

Evet. İlginçtir hani düşünürüz müziğin sakin yerlerinde hareketin de azaldığı yumuşadığı yerler denk gelir veya getirilir, hiç öyle olmadığı hareketin yükseldiği birçok durumda müzik alt seviyeden devam edebildi veya tersi oldu. Bu durum şaşırtıcılığı en üst düzeye çıkardı diye düşünüyorum. Müziğe göre hareket, harekete göre müzik olmadı yani.

Müzik daha doğrusu ses tasarımı; yedinci bir gösterimci/performansçı gibi ayrık ve fiziksel bir ağırlığa sahip. O da diğerlerine müdahale ediyor, bazen yollarına çıkıyor ve duruma kendi bakış açısıyla katılıyor. Geleneksel dans yapımlarında olduğu gibi müziğin koreografiye ya da dansın müziğe hizmet etmesi kesinlikle söz konusu değil. Burada her unsur, ses tasarımı, sahne tasarımı, kostüm tasarımı, hareket tasarımı, reji tasarımı, metinler, nesneler başlı başına farklı kişilikler olarak ‘var’lar.

Müziği gösteriye iki kala ancak duydu dansçılar. Müziği sahne üzerine ancak o zaman oturtabildik. Müziği ön kopya olarak dinlemeler yok sahnede böyle bir hadiseyi gündeme getirmedik hiç. Işık ve müziğe göre sahnedeki zamanlamalar bir temel teşkil ediyor ama bunun dışında dansçılar kendi hareket durumlarını yaratmakta özgür oluyorlar. Bu ezbere bir süreç değil tabi sonuç olarak tümü hangi hareket dizgesini sahnede yapması gerektiğini biliyor. Bunun dışında izlenecek serbest süreç tümüyle doğaçlamaya döner ki kaybederiz. Kendileri için manevi tatmin için rollerini gerçekleştirmemeleri gerekiyor.

Dansçının, örneğin sahnede taşla gerçekleştireceği eylemi aslında önceden biliyoruz, onunla bir ilişki içine girecek ama bunun nasıl olacağını belirleyen dansçının kendisi, nasıl olur taşa ayağı mı çarpar, taş mı fırlar bunu bilemiyoruz bu anlamda bir özgürlük içeriyor gösteri.

Bu da gösterinin duygusal ve fiziksel risklerini oluşturuyor sanırım ben de oturduğum koltuk itibari ile bu riske en yakın durumdaydım.

Aslında sadece kendileriyle olan ilişkide değil bazen karşılaştıkları zaman da farklı hareket durumlarına girebiliyorlar, ne bileyim aslında bir arkadaşını alıp sahnede planlanmamış bir yere götürebiliyor. Bu onların inisiyatiflerinin ne kadar geliştiğini göstergesi. Aslında ben hiçbir zaman şunu söyleyemiyorum bu gece iyiydi, bu gece kötüydü bunu söyleyemiyorum. Böyle yaparsam onların samimiyetlerini değerlendirmiş, ölçmüş olurum bu da başlangıçtaki çıkış noktamıza ters olur diye düşünüyorum.

Bu gösteriyi ilk kez izlemiş olarak sanırım bu değerlendirmeyi daha çok yapabilecek şansım oluyor, daha öncesinde neler olduğunu bilmiyorum çünkü. Bu konuda her gösteri iç özgünlük taşıyor, ezbere ve sayılara bağlı bir durum yok bu işin en can alıcı ve heyecanlı kısmı zaten.

Ben sahnede gerçekleştiğini gördüğüm, bizi yani insanı tanımlayan, onu bir alanda tutan, otomatikleşmiş diyebileceğimiz hareketler gördük bunun yaratılmasında bir sembolleştirme, dikkat çekme var değil mi? Saat düzenine kavuşmuş görünen otomatikleşmiş hareketlerle bile heyecan yaratabilen bir sahne düzeni ve kurgu içinde dinamiğe katkıda bulundular, seni bir kez daha tebrik etmek istiyorum.

Bunun fark edilmiş olmasına teşekkür edebilirim, bunu lütfen dansçılarla konuştuğun zaman da söyle. Çoğunlukla benim belirlediğim sembolik hareketler ama bunlar aynı zamanda onlar tarafından da onaylanmış şeyler. Onlara önerdiğim her şey onlarla bütünleşmeyebiliyor, bu durumda o hareketi veya hareket grubunu terk ediyoruz. Onların kimliği ve hayata bakışları da çok önemli. Daha da önemlisi gösteriyi gerçekleştirdiğimiz 2007 mayısından bugüne kadar onların hayatları da ilerliyor, değişiyor. Birbirileriyle ilişkileri de değişiyor, birbirlerini altı ay görmedikleri durumlar da oluyor tabi ki. Bazı dansçılarım Ankara’dan geliyor, bazıları burada ve görüşme şansları olabiliyor.

Dans ile ilgili yaklaşımlarda da yenilik

Benim için en önemli şeylerden birisi de gerçeklik arama çabasını buradan başka yerde belki tiyatroda bile göremeyişim. Dans ile ilgili yaklaşımlarda da yenilik olduğunu söyleyebileceğim şeyler var. Dans için ne deniyor? İşte şöyle bir alan ve kıyafet gerekir ve şu tip disiplinle gerçekleşir vb. Oysa bunu gerçekleştiren dansçının bir gelişimi, dinamiği ve hayat görüşü olduğunu kabul etmemiz gerekiyor, o sahnede verilen hareket kurgusunu, ona tanımladığımız alan içerisinde gerçekleştirmesi gerekiyor.

Dansçıların neredeyse tümü uzun yıllardır modern dansın içerisinden geliyor, onun geleneklerini özümsemiş ama buraya geldiğinde belki orada yaşadığının çok dışında diyebileceğimiz bir ifade dili içinde buluyor kendisini..

Dansçı değil de oyuncu olsalardı sahnede bu performansı ve sonucu almamız mümkün olmayabilirdi. Benzer şekilde Çağlar Yiğitoğulları tiyatro oyuncusu, İlyas Odman ve Ufuk Şenel kendileri de koreograf, Müge Yetişmen, Zerçin Sönmez Misket Alkım profesyonel dansçı olan arkadaşlarım.

O zaman bu projede alçakgönüllü bir yaklaşımla, kaynaşma gerçekleşti diyebilir miyim o zaman?

Alçakgönüllülük çok çok önemli bir şey, bu kendini küçültmek değil aslında. Katkını esirgemeyecek kadar açık, verici olmak demek.

Bu durum, modern yönetim sistemlerinde bir alanda gerektiği kadar iyi olabilmek ama başka alanlarla da bağını koparmamak, haberli olmak gerekliliği olarak tanımlanıyor. Kişilerin her alanda iyi olma şansları zaten yok.

İzlediğim gösteri, bugün seninle yaptığım konuşmayı da dikkate aldığımda, geleceğin gösteri sanatlarının tutunma noktalarını ve oluşumunun biçimlerini bu gösteri içinde verdiniz. Sürecin her aşaması tasarım ürünü olarak düşünülmüş ve gerçekleştirilmiş. Geleneksel sanat yaklaşımlarının bugün yaptığınız şeyi anlamamalarını, kabul etmemelerini anlayışla karşılıyorum.

Aaa, bu çok güzel bir şey, buna ihtiyacım vardı ve çok memnun oldum, bunu yazın ve dansçılarımıza, ekibimize de söyleyin lütfen. Çok memnun olacaklardır.

Şunu kabul etmeliyiz ki her yönüyle çok cesur bir proje gerçekleştirmişsin. Bunu sadece kendi adıma söylemiyorum o gün birlikte izlediğim arkadaşlarım, bir önceki gösteriyi izlemiş olanların da bu fikre yakın görüşler belirttiğini söylemeliyim. Üstelik beğendikleri gösteri sıralamasının ilk üçü hatta ilki olarak değerlendirdiler. Çok ilginç gelen bir şey daha söylemeliyim, gözlemlediğim gösterinin bitişi sırasında dansçıların yaşadıkları çok ilginçti, kendi iç süreçleri ile baş başa kaldıklarını ve rollerinden sıyrılamadıklarını gördüm, bu çok inanılmazdı.

Bu konuda belirtmem gereken şey şu, örneğin daha önceki gösterilerde selam vermeye çalışıyorlardı ama sonradan ne olur bunu isteme bizden dediler yani kendilerini toparlayıp seyircinin karşısına çıkamıyorlardı. Düşündük, aramızda konuştuk -bu konularda hep yaptığımız gibi- en sonunda seyirciyi topluca selamlama seremonisini yapmamaya bu gösteride karar verdik.

Aslında bu durum gösterinin başlangıcına da bir gönderme olmuş. Çünkü gösterinin başladığını tam olarak anlayamıyorsunuz. Yanımdaki arkadaşım biraz dakikçidir saat dokuz, gösteri başlamadı hala dedi. Ben küvetin yanında uzanmış dansçıyı gösterdim, gösteri başladı dedim. Bittiği zaman da bıçakla kesilmiş gibi bitmemesi seyirciyi olayın neresinden kendisini kopartacağı kararını kendisine bıraktı.

Evet, selamlamayı yapmayalım ama sahnede kalın, bir süre seyircinin sizi alkışlamasına izin verin, onları hissedin dedim bu şekilde olmasına karar verdik. Bitti, kaçıyorum gibi olmadı sonuçta ve bundan çok memnunum. Seyirciye karşı samimi biçimde iletilmiş bir duygu oldu.

Ne hissettin?
<ımg alt="" src="http://photos-d.ak.fbcdn.net/photos-ak-snc1/v2615/182/61/660410942/a660410942_2772707_6950185.jpg"> Yaşam da öyle zaten üst üste binme oluyor, birini izleyeyim derken başka bir şeyi de kaçırma oluyor bu kaçınılmaz. Mekanın da gösteri üzerinde etkisini unutmamak lazım. Ben özellikle, gelen seyircinin mekanla bütünleşmesi için ışıkların yeterince açık olmasını istedim. Işıkları kısarak sürpriz bir şekilde gösteriyi başlatabilecekken bunu böyle istemedim. Oraya geldiniz saat dokuz veya biraz geçiyor, oturma yerlerinde yer yok, kendinizi nasıl hissettiniz? Yukarıya baktınız orada da yerler var, merdivenlere yöneldiniz, bu arada sahnenin içinden belki taşlara, çimlere basarak geçtiniz. Ne hissettiniz? Ben bunların da gösteri, mekan, izleyen ilişkileri içinde karşılıklı alışveriş olarak görüyorum. Bu anlamda çağdaş bir sanat yaklaşımı, yeniliği diyebilirim.

Bunu yaşanılan deneyimin kabulü olarak görebiliriz o zaman. Yaşamda da öyle değil midir? Gelecek arkadaşlardan birisi gelmedi, geç geldi nasıl hissediyoruz? Bizi nasıl etkiledi bu durum? Tam bir sorgu düzeni yani anladığım. Belirsizlikten çıkan dinamizmi yönetilir hale getirmek. Hatırlıyor musun? Gösteri başlarken geldin, omzuma dokundun ve bana zarar görmeyeceksiniz merak etmeyin dedin. Gelenin siz olduğunu bildiğim halde kendimi tanıtmadım, o anı o şekliyle yaşamak, sahnenin neredeyse içinde bir sandalyede oturmaya devam etmek istedim.

O sandalyeyi orada unutmuştuk, biliyor musun? Aslında orada öyle bir sandalye olmaması gerekiyordu, düzenlerken öylece orada kalmış, oturduğunu gördüm, gelip uyarı yaptığımda da iş işten geçmişti bu nedenle de seni kaldırmadım.

Aslında bütün söylediklerimizde bir gerçek gizli. Cumhuriyetin kuruluşu ile batıdan alınan/deneyimlenen sanatı biraz da biçim kaygıları ile almanın/getirmenin sancılarını yaşıyoruz günümüzde. Yapılışında, izlenişinde her şeyde biçimsellik almış başını gitmiş, şekil aslın önüne geçmiş çoğunlukla.

Bunun batı geleneğinden geldiği fikrinde haklısın, şimdi buradan bakınca düşünüyorum da Osmanlının oyun, gösteri tiyatro deneyimleri içinde bugün yaptığımız türden serbestlikler, doğallıklar görüyoruz. Kahvede anlatıcılık yapıyor adam mesela, sandalyeye oturuyor, seyirci hemen oracıkta karşısında, istediği zaman da gidebiliyor memnun olmadığı zaman, işi çıktığı zaman. Biz gerçekten de öylesine kapılmışız ki biçim kaygısına geçmişten gelen deneyim ve avantajlarımızı bırakmışız, başka bir şey olmuşuz. Samimi dileğim kurtulacağız inşaallah bundan.

Ben de şunu eklemek isterim. Gözlemlerimle edindiğim bir şey var eğer anlattıklarımızı bir batı duruşu içinde değerlendirirsek ben bunun karşısında kendi duruşumuzun olduğuna inanıyorum, kabul ediyorum bu gelişmemiş, dönüşmemiş ama var elde var bir yani. Akışkanlık diyebiliriz buna, birbirine geçiş, yerini alabilme bu batıda mümkün değil birçok açıdan. Bu gösteride performans değerleri ile batılı ama uygulamada kendimden, toplumumdan izler bulduğumu, duruşlar gördüğümü de belirtmeliyim. O gecenin beni felsefi, estetik ve bugün de konuşmamızla bütünlük anlamında doyurduğunu söyleyebilirim. Müthiş bir ödül oldu benim için, hala şaşkınım diyebilirim.

Çok şükür, asıl bunlar, bu ifadeler hem benim hem ekibim için büyük ödül. Bunları duyuyor olmak ta çok özel bir şey. Bunların, keyif almanın tümü herkes için olsun hem bizim hem izleyici için. Sonuçta da o bunu yapmış, o hazırlamış, o yazmış gibi görüşler yerine bu tip bir katılım daha hoş tabi ki. Şimdi o kadar hızlandı ki her şey bu ülkede, çözülmeler de hızlandı tabi her alanda. Tabi bu çözülme sırasında beklenen iç değerini kaybetmeden dönüşüyor olmasını ummak veya beklemek. Bunun dışında değişmek değil kaybetmeye dönüşür. Aykırı olmanın özelliğini de reddetmiyorum ama bu bile sağlam bir zeminde gerçekleşmeli diyorum. Ben dans etmek istiyorum dediğimde annem, peki o zaman en temelden baleden başla bakalım o zaman dedi. Şimdi bakıyorum Temeli öğrenip onun üzerinde modernleşmek, değişmek, dönüşmek doğru geliyor bana.

Başkalarının doğrusunda yaşayıp kendi gerçeğini ancak yaşlandığı zamanda bulmak.

Bunun faydasını gözetmekle birlikte benim için öylesine dolambaçlı bir yolculuk oldu ki kendimi bulmam için bu yaşımı beklemem gerekti. Bu ülkede yetişenlerin neredeyse tamamının başından ‘doğru budur’ la başlayan bir süreç geçmiştir. Başkalarının doğrusunda yaşayıp kendi gerçeğini ancak yaşlandığı zamanda bulmak. Kaç kişi kayboldu bu yollarda acaba? Şimdi inan daha büyük problemler var.

Çocukların beynine doğrudan bir müdahale var, eğitim terörü bu gerçekte.
Bu gelişen dershanecilik, sayılara dayanan başarı göstergeleri, yarış atı konumuna sokulma korkunç halde yani. Çocuklara yaşayacak hayat bırakmadan büyütüyoruz. Okul, dershane, kurs uyuyarak bu aralarda koşturuyor çocuklar. Ben ne yapıyorum söylerim aslında, benim de var bir çocuğum. Türkiye’nin aslında başta bu faciaya karşı çıkması gerekiyor. İtiraz edebileceğimiz en büyük devlet terörü eğitimin kendisi, oluş şekli. Hep beraber bayrak açılacaksa, mücadele edilecekse edilecek, riske girilecekse girilecek ben başka çare göremiyorum ama nasıl olacağını da gerçekte bilmiyorum. Çocukların beynine doğrudan bir müdahale var, eğitim terörü bu gerçekte.

Danstan gelmiş çok beğendiğim bir gösterinin tasarımına imza atmış birisi olarak söylediklerinin beni şaşırtmadığını belirtmeliyim, çok ta hoşuma gitti bir anlamda yalnızlıktan kurtulmuş gibi hissettim. Şöyle diyebiliriz aslında geçerliliği olan bir analiz yöntemi elde eden bir insan kendi hayatında, sanatta veya sosyal yaşamda neyi analiz ederse etsin sonuçları güvenilir ve gerçeğe yakın olabiliyor. Sende ilgimi çeken başka bir şey de, gördüğüm şey belki dans deyince başka gerçekliklerden kopmadan bu aşamaya gelmiş olman. Gördüğüm en önemli gerçekte bu alanda. Kişi yaşamına dansı sokmuşsa başka alanlardan gelen tüm verilere kapatıyor kendisini, dansın yaşamdan kopmasının sonuçlarını yaşayamıyor böylece, tek görülülük hakim oluyor doğal olarak.

Konservatuvar tipi bir yaklaşım olarak söyleyebiliriz bunu. Piyano konusunda iyi birisi bunu bırakarak DJ olmaya karar verince soruyorlar. Ne yapıyorsun olur mu? Dediklerinde cevap veriyor. Ne sanıyorsunuz ki? Mozart ne yapıyordu? O da parti müziği yapmıyor muydu? Bu açıdan bakınca da böyle bir şey. Ben çalıyorum onlar eğleniyor diyor. Bu durum ve kararın bilmeyi ortadan kaldırmadığına, gerekliliğini reddetmediğine inanıyorum.

Çocuklarımızı böyle açık bir riskle eğitmiyoruz, onlara yeterince serbesti tanımıyoruz. Çok, çok kötü bir şey yapıyoruz aslında.

Ben şanslı hissediyorum kendimi, ODTÜ Endüstri Tasarımı mezunuyum. Üniversite ortamım sayesinde eğitimi iki kere ikinin dört etme ihtimalinin çok düşük olduğu bir alanı, tasarımı tanımış oldum. Yaratmaktaki heveslerimin desteklendiği şanslı bir dönem yaşadığıma inanıyorum. Şimdi yeni mezunlarla görüşme fırsatım olduğunda hayretle görüyorum ki, bu genç insanlar ben buradan mezun olunca hangi şirkete gireceğim şeklinde kodluyor kendisini.

En büyük idealin kendisini o şirketin parçası olmak olarak belirlendiği bir acayiplik düşünebiliyor musun? Hiç birinde şöyle bir ideal yok yani. Kafama göre takılacağım, daha iyisi olacağım gibi… varsa yoksa belirlilik ve düzenlilikten gelen güven. Ben her şeyim, sonsuz potansiyeli olan harika bir varlığım diyemiyor yani. Korkunç bir şey, şuradan buraya bir şey olmaya hevesi baştan kalmamış örnekler çoğunlukla. Duvarı oluşturan tuğlalardan biri olmaya dünden razı.

Bunun 85 yıllık süren modern cumhuriyet döneminde aidiyetinin dozajının günden güne kaçırılmasının sonucu olarak görüyorum. Benim eğitim yıllarımda serbestlik inanılmazdı. Bunun içindeki dinamizm gelişimi ateşliyordu, kalıplaşma ve benzemek değil. Sokaklar yaratıcılık kaynıyordu, tepe tepe kullanıyorduk sokakları ve alanları. Bir yerlerimiz kanayabiliyordu, kırılabiliyorduk belki ama özgür yetiştik. Doygun insanlar halinde büyüdük sokaklarda.

En büyük beklentimiz İstanbul’un çağdaş sanatların dinamizmi ve merkezi olma potansiyelini taşıyor olması. Mekaniklik bu dinamizmden biçimsel çokluk gösterse de sokaklarda, atölyelerde ve yaşamda İstanbul büyük bir potansiyel geleceği belirlemek üzere bekliyor.

Mekanın gösteri üzerindeki etkileri nasıl oluyor?
Aslında mekanlar oyun izlenmesine değişik katkılarda bulunuyor. Ghetto buna önemli katkıda bulundu, mekanın konumlanması ve rahatlığı nedeniyle, insanlar sigarası ve içkisinden vazgeçmeden oyunun herhangi bir görme açısından seyretti.

Gösterinin tümünü düşündüğümüzde çok özel kurgu ve yönetim biçimi uygulandığını düşünüyorum. Bu bağlamı gelecek yaşam modelleri içinde görebiliriz.

Gösterinin oturduğu çok güçlü bir felsefi zemin var bundan söz edelim mi?

Derrida’nın “hayalet” kavramı başta olmak üzere, tekrarlılık, zamanla ilişki, sadakat ve daha birçok önermesi beni bu projeye taşıyan düşünceler. Derrida uzmanı olduğumu söyleyemem ama onun yazdıkları, benim bugüne kadar getirdiğim yaşamsal ya da sanatsal ihtiyaçları, niyetleri, anlayışlarımı kendime tercüme etmeme yardım etti. Tam olarak dile getiremediğim, tarif edemediğim durumları ya da halet-i ruhiyeyi anlaşılır kıldı.

Felsefi zeminin oluşması sonradan yerinden edilmesi de söz konusu aslında… Projenin hem içerik hem de biçimsel önermeleri ya da sorgulamaları hakkında farkındalık oluşturmak çok önemli ki bunu da sağlayan iki dramaturg ile kurduğumuz zihinsel işbirliği. Selda Öndül ve Linda Stark dış göz anlamında bir çok uyarıda bulundular, sorular sordular ve sahnede yapılanların bizzat kendimize tercümesini yaptılar. Ekip içinde birleştirici etkilerini ve bu denli marjinal bir iş yaparken kapıldığımız korkuları yenmekte de destek oldular. Elbette gösterimin dramaturgisi, metinlerle kurduğumuz ilişkiler bağlamında da katkıları oldu. Örneğin finalde Misket’in kestiğimiz metinler yazılı kağıtlarla ilişkisi Selda Hoca’nın ‘Ölüm Saati’ne yaptığı söküm dolayımında ortaya çıktı.

Daha da iyisi dramaturglarla ilişkimizin tartışmalara hatta yanlış anlamalara da izin veren bir zenginlik içinde bir süreklilik sağlamış olması. Ekipte kararlarımızın çoğu tartışılarak veriliyor ama aynı fikirde olmak ihtiyacı hissetmiyoruz. Önemli olan bu projenin gerçekleşmesine aynı anda arzu duyuyor olmak. Bu aramızdan birilerinin bir gün bu arzuyu duymama riskini de taşıyor. O zaman, her zaman olduğu gibi yeni bir yol açılıyor.

Sevim Burak Ford Mach I romanında “Ben burada yaşlı bir kadınım, düşmanlar geliyor neden bana saldırıyorlar, neden burayı işgal ediyorlar, farkında değil misiniz? Bakın kapıya da yazdım, burada yaşlı bir kadın oturuyor. Neden bunu dikkate alıp beni rahat bırakmıyorsunuz? Ben ne yapacağım kendimi, nereye götüreceğim?” diyor. Sevim Burak bu kısımlarda İstanbul’un Erenköy semtinin, yeni açılan cadde/yol inşaatları yüzünden yıkılan bahçelerini, ahşap köşklerini, 60lı yıllarda devlet eliyle yapılan tarihi binaları silme operasyonlarına gönderme yapıyor. Anılarla, hayaletlerle yaşayan, yaşam ile; ölmüş olanlar üzerinden bağlantı kuran bir yaşlı kadın, bu kocaman düşman işgaline nasıl karşı koyabilir, elindeki naif varlıkları nasıl koruyabilir? Sevim Burak kendi tarihindeki kimliklerle kendi öz geçmişiyle öyle incelikli karşılaşmalar yazıyor ki, başınızı öne eğip alçakgönüllülükle kendi aciz varlığınızı kabule yöneliyorsunuz.

“Bana Islak Mayonuzu Gösterin” sahne tasarımı anlamında da birçok sınırı aşıyor biliyorsunuz. Seda Temizer Yöntem tasarımları gerçekleştirirken ona aynı romandan bana çağrışım yapan inşaat atmosferinden söz etmiştim. Böylece bundan yola çıkarak, tasarımda çimler, çakıllar ve kum ile zemini kapladık. Mayıs 2007 de garajistanbuldaki ilk gösterimlerde bu alanlar birer şerit halinde artarda çizili bölgelerdi ve her sahnenin belli bir zemin kalitesi vardı, ya da malzemesi vardı; çakıl, kum, su ve çimenler. Ocak 2008 de santralistanbul daki sunumda tüm bu malzemeyi büyük öbekler halinde ve 3 küveti de dağınıkça yerleştirdi. Seda, bu önermesiyle projenin herhangi bir mekana yerleşebilme potansiyelini artırdı. Sonrasında Mayıs 2008 Tarihi Galata Köprüsü ayakları arasına da aynı mantıkla, denizle hem zemin bir yüzeye, taşıyıcı çelik sütunlar ve sahne mekanını her yerinden yarıp geçen çapraz kolonlar arasına dağıldık. Seyirci konumları da birkaç farklı açıyla gelişti böylece. Bu işin deniz kıyısında olması, Haliç kıyısında gün batımının doğal ışığı ve manzaranın doğal dekoru ile çok özel bir deneyim geçirdiğimizi itiraf etmeliyim.

Dolayısıyla önce malzemeler ve sebepler geldi. Su konusunda da, projenin ilk fikri garajistanbul’un içindeki havuzu kullanmaktı, böylece orayı herhangi bir “black-box” sahne gibi değil de mimarisiyle etkileşerek değerlendirmiş olacaktık. Ne yazık ki o havuzun yapımı tamamlanamadı. Bunu da oyuna çok az bir zaman kala öğrendik. Ne yapalım diye düşündük, kazan mı bulsak, ne yapsak? Ben yukarda bir yerlere su akıtabilecek bir şey koyalım dedim ama bunların hiçbiri çalışmadı doğal olarak. Son aşamada küvet fikri geldi aklımıza, mimar bir arkadaşım aracılığıyla Vitra’nın desteğiyle bu çok özel küvetlere sahip olduk.

Bunlar tasarım ürünü küvetler tanesi binlerce lira falan, neyse küvetlerimiz de olunca bütün hareket serileri ve set onlara bağlı olarak gelişti. Küvetler ve su oyunun giderek merkezine oturdu. Ayrıca tabi bize mobilite kazandırmış oldu. Şimdi dilediğimiz yere taşıyabiliyoruz projeyi.

Ben oyuncuların tümüne ıslanacaksın demedim, onlar oyun ve devamlılık süresince ıslanmak arzularına bağlı olarak suyla olan ilişkilerini kurdular.

Sahnede başkaları olduğunu da unutmadan bu süreci bana sorarak paylaşarak yaşadılar.

Tasarım böyle çıktı ortaya işte. Suyla girdiği ilişki bir anlamda arınma mesajı olarak ta algılanmaya başlayabilir. Suya girmek söz konusu olduğunda bunun herkesin suyla aynı düzeyde ilişki kurması ve ona bulanması yerine belirli bir ara ve ölçü önerisinde bulundum bu sahnede gayet başarı ile uygulandı ve tasarıma ve oyuna katkıda bulundu.

Sevim Burak bir zamanların güzellik kraliçesi aynı zamanda, onun hayatında güzelliğin ve formun aldığı öneme ve yere de dokundurduk. Annemin yüzerken yüzünü ve saçlarını ıslatmadan yüzme isteği ve çabasını hatırlıyorum. Müge’ nin su ile ilişkisi bir parça buna benziyor.

Su ile ilişki zaten Afrika Dansı romanından geliyor. İlyas’ın söylediği/söylemeye çabaladığı “bana ıslak mayonuzu gösterin” cümlesi oradan. Kızı Elfe ile konuştuğumuz zaman bu ıslak mayonun da öyküsünü öğrenmiş olduk. Sevim Burak çocukluğunda ıslak mayo ile dolaşmak yüzünden bir akciğer hastalığına yakalanıyor ve ömrü boyunca bundan muzdarip oluyor hatta ölümü de bu hastalığın sonucu… Oyundaki ıslanmak ihtiyacını doğuran şey biraz da buydu.

Dağılmasına izin vermek

Bir yandan da seyirciye şunu yaşatmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ona diyoruz ki buradaki ıslanma gerçek, senin gözünün önünde gerçekleşiyor. Dolayısıyla sen bunu burada canlı görmek yaşamak için geldin. Kumlar, çakıllar ve çimlerin oyun süresince neye dönüşebileceğini bilmiyoruz, dolayısıyla bunu seyirci ile aynı anda yaşamış görmüş oluyoruz, sürpriz ve canlı gösteri bu anlamda önem kazanıyor. Onların dağılmasına, dönüşmelerine ve farklı etkiler yaratmasına izin vermek, oyun bir başka mekanda oynandığında bu etkiler tamamen farklı olacaktır.

İşin ilginç yanı oyun süresince ben de suya girecek onunla bağ kuracak oyuncuların bunu yapma sırası ve yoğunluğu ile ilgili tahminlerde bulundum, ilginç olan bunu önemli ölçüde yapabilmiş olduğumdu. Suyla benim de ilişkilerim mesafeli olduğun belirtmeliyim.

Tüm oyuncuların sahnede etkilerinden söz edebiliriz ama ilk giren olduğu için sanırım İlyas’ın sahneye ve sürece katkısı çok çarpıcıydı. Sıralamada ilk olmasının amacı var mıydı?

İlyas’a sen mayolusun ve üşüyorsun dedim başka bir şey demedim. O bunu aldı çok başka yerlere taşıdı, ıslak olmayacaksın ama dedim. Bu hayaletler zaten orada, önceden çağıracaksın sen suyla olan ilişkini. Bu nedenle, sonradan ıslanacaksan ıslak olmayan bir nesneyle ıslanman, ıslandığını varsayman gerekiyor dedim, bornozu bu konuda çok iyi kullandı, bornoz ne? Kurulanmak için bir şey. Katlansın bu etki dedim çoğalsın, oradaki ipucunu da vereyim bari, hastanelerde hasta bakıcılar vardı eskiden, hasta bakmak için değil de azarlamak için varlardı, hasta olmak bir kabahat gibiydi sanki, azarlanırdın. Hayatının başka şeylerine bağlanırdı bunlar, üşüdüğün için azarlanırdın, hastalandığın için azarlanırdın.

Sen neden ıslak mayoyla kaldın, bana mı sordun kalırken? Bu çıkışın kaynağı buradandı, Sevim Burak çocuklukta yakalandığı, ıslak mayonun neden olduğu hastalıklarla mücadele etmek zorunda kaldı, açık kalp ameliyatı olmuş. Gösterimde karşılaştığınız bazı imgeler açık kalp ameliyatına da göndermeler yapıyormuş, dramaturglarımızdan birisine göre… Benim tamamen önseziyle ya da metinlerde kurulan imge dünyamla ilgili bunlar çok bir üst bilinç taşımıyor. Sevim Burak kitaplarını tavsiye ederim kesinlikle.

Bu sonuca onları okumadan gelmek çok güzel ama ilk fırsatta okuyacağım tabi ki.

İlk geceki gösteriyi oğlu seyretti Sevim Burak’ın, ikinci gece de Stella diye bir arkadaşı varmış, o seyretti. Geç geldiği için sütunun arkalarına bir yere oturmuş, çok rahat seyredememiş aslında… Giderken, dekor içinde kalan yarı ıslak, kesilmiş metinlerden yazıların olduğu kağıt parçaları vardı ya, onlardan toplamış. Bana “alabilir miyim” diye sordu, “ben Sevim yazarken yanındaydım bunlarla nasıl çalıştığını gördüm, siz bana arkadaşımı geri verdiniz” dedi.

Gösteriden benim kadar keyifle ayrılan başka kim olabilir sorusunun cevabını da bulmuş oldum böylece, bir şeyin keyif yönü sadece ben tarafından değil başkaları tarafından da alınabiliyor demek ki. Stella’nın bu şekilde mutlu ayrıldığı gibi başkaları da vardır mutlaka.

Başka düşünenler de var ama doğal olarak, benim ağabeyim mesela hiç barışamıyor, artık yapmasan sen bunu diyor. Yanlış bir şey yaptığımı düşünüyor. Hayatımın her döneminde önemli çıkışları olduğunu düşündüğüm bir insan o aslında.

Bu şekilde onunla olan ilişkine de çözüm geldi mi dersin?

Sanırım. Babam da çok geleneksel zevkten gelen bir insandır. Muhafazakardır ama mutaassup değildir, ilginçtir çok çok beğendi oyunu. Sonradan konuştuğumuzda, neden herkes aynı bakıyor aynı hissediyor, gülümseyenler ya da daha umutlu bakanlar da olabilir, bir dahaki sefere öyle yap dedi.
Geleneksel beklentisi olan seyircilerden tepkisi olarak da şiddetli tepki duyarak, nefret ederek de giden oluyor tabii ki. Çok seven de inanılmaz sevdiğini belirtiyor. Ortalama giden pek olmuyor yani ya çok beğeni veya nefret var.


Ben de kendimi içinde hissetmediğim performanslar izledim, bütünlüğünü göremediğim veya kopuk olan bu nedenle her düşünceyi anlıyor, saygı duyuyorum. Geleneksel görüşle, kurumlar tarafından üretilmiş sayısız sanat projesi, ülkeyi belli bir noktaya saplayıp bıraktı. Suyun başında bulunanlar olarak her şeye, akışa, bütçeye onlar karar verdiler, büyük prodüksiyon adıyla imkanları onlar har vurup harman savurdular. Üstelik seçiciler düzeyinde bir tekelleşme olduğu da gerçek.

Onlar o kadar mutsuz ki anlatamam, çırpınıyorlar ama neden mutsuz olduklarını da fark edemiyorlar. Ben uzun zamandır bulunduğum o alanlarda görüyorum ki, içine düşülen döngü herkesi alıp içine çekiyor.

Tiyatrolara çalıştığımda bakış açısı şu şekilde şekilleniyordu genelde. “Burada dans yok ki! Sen bu oyunda ne yapacaksın?” Birkaç kez birlikte çalıştıktan sonra “Buraya el atmıştın, şimdi şuraya da el atar mısın?” a dönüştü. Artık sahneyi çözüyorum yani, şimdilerde artık oyuncunun hareket durumunu çözmem, onu dönüştürmem için çağırıyorlar beni. Ki bu bence bir koreografla ya da hareket danışmanıyla işbirliğinin en gelişmiş yolu.

Hayaletler işbaşında. Oradaki kavramları, duruşları değiştirmek üzere, bir doğru yan sabırla birleştiğinde süre uzun da olsa başarı kazanılır. Herkesin biraz gevşemesi, rahatlaması gerekir, çok ama çok sıkışıklık var. Bu boyutta suçluluk duygusu çok ağır bir şey. Çocukluktan itibaren suçluluk bağlamı üzerinde tutuluyoruz toplum ve bizler.


Hayata karşı mütevazi olmak benim çözümlerimden birisi, bunu başkaları başka yollarla da buluyor. Daha ilahi bir mekanizmaya bağlı olarak da bulunabilir. Hayata karşı biraz da boynu bükmek lazım, bazen bulunduğum yerde uyguladığım bir yöntem var derim ki: “Bugün burada anahtar sözcük iyilik olacak.” Bunun ortamı rahatlattığına, yumuşattığına inanıyorum.

Yakın zamanda Ghetto’da veya başka bir mekanda gösterinin tekrar sergilenmesini düşünüyorum. Gösterinin Ghetto’ya bir şeyler kattığını gördüm. Ghetto da gösteriye. Sahipleri de yönetim kadrosu da çok ileri görüşlü ve açık fikirli insanlar. Düşünün İstanbul’da sürekli mekan olasılıklarını zorlayan bir proje bizimki. Ghetto ile bir gece/konser mekanına dahil olduk, 70lerde ‘performance art’ın yaptığı gibi… İstanbul için beki de çok gecikmeli… Ama işte riske girecek gönüllülükte ekip ve proje lazım. Sanırım hızla çoğalacak örnekler.

Mekan sorumlularının gösteri için gösterdikleri cesareti kutlamak lazım, gerçekten çok cesurca buldum, mekanlarının bir gösteri ile bu şekilde dönüşmesine, kullanımına izin vererek riske girmekle çok şey kazandılar, kazandırdılar.

Lorris ve Can enteresan, sadece mailleştik iki maille bu konuyu çözdüler, hızları ve yaklaşımları etkileyici ve şaşırtıcıydı. Sonraki projemiz Jorge Luis Borges metinleri üzerine olacak ve belki gene Ghetto’nun üst katında yer alan çok özel tasarımlı mekana özel gelişecek. Bu plan elbette Lorris Mizrahi ve ortaklarının desteğiyle ortaya çıktı.

Ayrıca “Bana Islak Mayonuzu Gösterin” gösterisini Türkiye’de, Antakya’da, Mardin’de, Diyarbakır’daki tarihi/mimari mekanlarda deneyimlemeyi çok istiyorum.

Yurtdışı olmasını da istiyorum tabi, doğru yerler olması kaydıyla. Bu nedenle acele etmiyorum, alternatif işlerin ya da mekan etkileşimli işlerin yer aldığı özel organizasyonlarla buluşmak gerekli.
Bir de bu işi parçalayarak canlı sanat “live art” denilen bir biçime dönüştürmek istiyoruz. Gösterinin bölümlerinden bazılarını bir yerlere konumlandırıp bir sergi ürünüymüş gibi gösterebilmeyi umuyorum, ona ayrılan zaman diliminde belirlenen şeyin aynen tekrar edildiği, seyircinin içine akabildiği, etrafında dolaşabildiği bir gösteri olacak bu.

Teşekkür ediyorum… Uzunca bir konuşmaydı, ama değdi doğrusu, projelerini bekliyorum.
Bende çok teşekkür ederim.

Gösteri hakkındaki yazımı okumak için:

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=158751

http://www.facebook.com/note.php?saved&&suggest¬e_id=60849347041

Gösteri hakkındaki yazımı okumak için:
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=158751

"BANA ISLAK MAYONUZU GÖSTERİN" GÖSTERİ BİLGİLERİ

Koreografi-reji: Handan Ergiydiren Özer
Ses Tasarımı: Zafer Aracagök
Birlikte yaratanlar ve gösterimciler: Misket Alkım, İlyas Odman, Zerçin Sönmez, Ufuk Şenel, Müge Yetişmen, Çağlar Yiğitoğulları, Gizem Erden
Dramaturji: Selda Öndül – Linda Stark
Sahne ve Işık Tasarımı: Seda Temizer
Yöntem – Erkan Ergin
Kostüm Tasarımı: Erkmen Savaşkan
Yapım Asistanı: Müge Yetişmen
Fotoğraflar: Mehmet Okutan
İletişim: Handan Ergiydiren Özer
Tel: 0533 264 11 77


<ımg src="http://www.sanatdergi.com/images/gosteri/GHETTO/26-27ocakislakmayo.jpg" border="0">


<ımg alt="" src="http://photos-h.ak.fbcdn.net/photos-ak-snc1/v2615/182/61/660410942/n660410942_2772719_857261.jpg">

 
Toplam blog
: 202
: 994
Kayıt tarihi
: 29.06.07
 
 

Sosyal medya danışmanı, grafik tasarımcı.  ..