Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '07

 
Kategori
Öykü
 

Mutlu sona doğru

Mutlu sona doğru
 

Havaalanından Poyraz’ın evine doğru giderken, Deniz hala inanamıyordu. Rüyada mıydı, yoksa gerçekten kendi yazdığı bir masalı mı yaşıyordu, bir türlü karar veremiyordu. Poyraz neden iki gündür aramadığını anlatmak yerine, Deniz’in ne yaptığını dinlemek istemişti. O sabah kendisine çıkan şarkıyı anlattı Deniz. Kayahan’ın “seni çok özledim, deniz gözlüm benim, gemilere bin gel yine gidersin” diyen şarkısını. Bilmiyordu Poyraz, pek dinlemezdi pop müziğini, sözlerini duyunca; “Doğru.” dedi, “Sen de göğün mavisinde yol alan bir gemiyle geldin. Ama sadece yine gidersin kısmı tutmamış, seni bırakmaya niyetim yok.” Sessizce “keşkeee” derken Deniz, pazartesi sabahı işte olmanın ne zor olacağını düşündü. “İzmir’e gemiyle gitsem ne kadar sürer ki?” diye sordu Deniz, Poyraz sadece gülümsedi…

Giderek evler azalmıştı. “Yazlıkta mı kalıyorsun?” diye sordu Deniz, “Hayır, evim yazlık oldu.” dedi Poyraz gülerek. Şehrin dışında, içinde büyük bir evle, portakal, mandalina ve nar ağaçlarından oluşan bir bahçe kalmıştı anneannesinden. Daha sonra muz ağaçları da dikmişlerdi. Anne ve babasını kaybettikten sonra, çocukluğunun yaz sıcaklığını serinlettikleri havuzlu bahçeyi ve içindeki o beş odalı evi satmaya kıyamamıştı. İşi de fena değildi, buradan gelecek gelire ihtiyacı yoktu. Sadece baksın diye birilerini tutmuştu; üç yıl öncesine kadar. Üç yıl önce boşandıktan sonra, kendini o kadar yorgun hissetmişti ki, çocukluğunun o güzel anılarına sığınmak istemiş ve gelip buraya yerleşmişti. Üniversiteyi zorlukla bitirip de, gelip sığındığı zaman olduğu gibi. O zaman kalabalıktı bu ev… Bir süre sadece bahçeyle uğraşmıştı; gönlünce çiçeklendirmiş ve evi de yeni baştan elden geçirerek kendisi için yaşanılır kılmıştı. Hayatı ıskalamak istemiyordu artık. Zamanla yazlık evler bu tarafa doğru yayılmaya başlayınca da, evi onların arasında kalmıştı. Neyse ki geniş bir bahçesi vardı, yalnızlığını yaşayabiliyordu. Evine bilgisayarı getireli ve interneti bağlatalı da henüz iki hafta olmuştu. Çok direnmişti ama altı aylık bir aradan sonra işe yeniden başladığından bu yana, iki buçuk yıl geçmişti ve artık her gün şehrin karmaşasına girmekten yorulmuştu. İnternetle işlerini halledebilmek ise, evde kalma süresini artırıyordu. Bazen birkaç gün gitmese bile oluyordu. Yavaşça kardeşine devrediyordu işleri zaten. Ne de olsa yılların şirketiydi ve kardeşine ilaveten, akraba olmuşlardı sanki; babadan kalma “narenciye pazarlaması” yaptıkları şirketteki çalışanlarıyla.

Zorunlu olmadıkça bilgisayarı açmıyordu. O gece de, hafta içinde ihraç edilmesi gereken narenciyelerle ilgili bir sorunun halledilmesi gerekiyordu ve ilgili kişilerle karşılıklı “mail”leşirken, birden “Bir aşk masalı” çıkagelmişti. Okudukça ilgisini çekmişti. Yıllardır unuttuğunu sandığı duyguları su yüzüne çıkmıştı ve oturup bir güzel yorum yazmıştı. Birisi öyle istiyordu çünkü. “Değil mi?” dedi, Deniz 'e dönüp. “Evet, Sıla’dan yorum bekliyordum heyecanla, yazdığım ilk aşk masalıydı…” dedi Deniz ve “umarım son olur” diye geçirdi içinden. Ve birden panikledi; Sıla’yı aramamıştı! Telefonu kapatmadan önce, “Poyraz’ın da selamı var.” derken, Sıla’nın Poyraz’a selam söyleyen sesinden, rahatladığını anlamıştı; “Bizim kıza iyi baksın.” diyordu.

O sıra anayoldan saptılar. Portakal ağaçlarının arasından, birkaç kilometre gittikten sonra ulaştılar eve. Arabadan inmeden daha, hanımeli kokuları karşılamıştı onları. Arabayı park ederken de gül kokuları… El ele eve doğru yürürken, hani şu on sekiz kilogramlık yağ kutularına dikilmiş onlarca gülü gördü Deniz. Dışları beyaz badanayla boyanmış tenekelerdeki “pembe” gülleri… “Beğendin mi canım?” diyen Poyraz’a “çoookkk” derken, sesi titremiş olmalıydı, Poyraz telaşla yüzüne baktı, gözlerinde ay ışığını yansıtan yaşı görünce, sıkıca sarıldı; “ Ne oldu canım, ne oldu aşkım?” derken, anlamıştı, bu adam gerçekten kendisini seviyordu. Babasını anımsamıştı Deniz… O da çok severdi gülleri ve böyle; beyaz badanalı teneke kutulara dikerdi… O zamanlar bahçeli evler vardı, çocukluğunun geçtiği şehirde. Zaten Poyraz; “anneannemden kalan ev” deyince, çocukluğuna savrulmuştu; anneannesiyle geçen o güzel yaz günlerine… Bir de bu, babasını anımsatan güller çıkıverince karşısına dayanamamıştı. Poyraz, gözlerindeki yaşları öptü Deniz’in. “Dedem severdi gülleri böyle büyük tenekelerde.” dedi, “Ben de onun sevdiği gibi yeniden yaptım her şeyi, yarın aydınlıkta daha iyi görürsün ama ağlamak yok tamam mı?” derken, sevgiyle sarıp sarmaladı Deniz’i.

Evin kapısına geldiklerinde “bekle” deyip, Deniz’in ufak bavulunu içeri bıraktı ve gözlerini kapatıp, söyleyene kadar açmamasını sıkı sıkı tembihleyerek Deniz’i kucakladı. Salonun ortasına gelince yavaşça bıraktı, gitti ışıkları yaktı. Biraz boya mı kokuyordu sanki? Deniz’e arkasından sarılıp “Şimdi açabilirsin gözlerini.” derken alnının kıyısına öpücükler kondurdu usulca. Deniz gözlerini açtığında “Mutluluktan ayaklarım yerden kesildi ve masmavi bir gökyüzünde uçuyorum galiba.” diye düşündü. Beyaz bir tavanı çevreleyen uçuk mavi duvarlarıyla, açık, uçuk, koyu mavi; lacivertlerin arasına sevgiyle serpiştirilmiş “mavi güzelliklerle” dolu kocaman bir salon vardı karşısında. Ve dalgaların köpüklerini andıran beyazlar… Ayakları biraz da yere bassın dercesine, mavi gibi duran “yeşil” güzellikler de unutulmamıştı köşelerde. İnanamamıştı! Böyle bir hayali vardı Deniz’in, çocukken babasıyla konuşup paylaştığı… Ve o gece hayal meyal Poyraz’a anlattığını anımsadı. Poyraz’ın, havaalanında kendisine sarıldığında, niye mavi mavi koktuğunu anladı birden. Geriye döndü, sevgiyle gözlerinin içine baktı Poyraz’ın. Onun gözlerindeki mavi ışıltılarsa, Deniz’in gözlerinden geçip, yüreğini maviye boyadı. Sevgiyle sarılırken, “Beni çimdiklesene, yaşıyor muyum?” dediğinde, Poyraz; “ Canını yakmadan da yaşadığına inandırabilirim seni.” derken, hınzırca gülümsüyordu. Deniz o kadar dalıp gitmişti ki, Poyraz’ın az önce niye güldüğünü yatak odasına geldiklerinde anladı. Yatak odasından başka, misafirler için bir yatak odası daha, çalışma odası ve küçük bir oturma odası vardı; anneanneden kalma bir oturma odası. Anneanne’nin odasındaki tek pencerenin, soluna doğru Singer marka dikiş makinesi, sağında çiçek desenli örtüsü olan bir divan, divanın karşısında üzerinde bembeyaz dantel örtüsüyle ITT Schaub Lorenz marka büyük bir televizyon. Diğer yanda ise, hani sandalye gibi ayakları olan ve iki yanındaki tahta kolluk nedeniyle koltuk denilen, anneannenin sağ olduğu yıllarda, neredeyse her eve alınan koltuklardan iki tane duruyordu. Aralarında, yılların beyazlığından bir şey alamadığı dantel örtüsüyle, küçük eski bir sehpa ve sehpanın üzerinde, altı geniş cam bir sürahi; kapak yerine küçük dantel örtüsüyle. Yerde ise bütün bu güzelliklere bir ucundan dokunan yöresel bir kilim… Nasıl güzel anılar sarıp sarmalamıştı ikisini de; sanki çocuklukları bir arada geçmiş gibi…

En son mutfağa geldiklerinde, telaşlandı Poyraz; “Aç mısın canım?” diyordu. Duygular öyle bir doyurmuştu ki ne açlığı? “Peki o zaman.” dedi Poyraz ciddi bir ifade ile ve gidip salonun mavilerine karışıp oturdular. Poyraz ellerinden tuttu Deniz’in, “Artık sormam gerekiyor, daha fazla sabredemeyeceğim.” dediğinde, Deniz daha bir şey düşünme fırsatı bulamadan, “Evlenelim mi?” deyivermişti. “Benimle evlenir misin?” değil; “evlenelim mi?” Sırf bunun için evlenilirdi bu adamla ki maviler, dalgaların sesiyle usul usul; “evlen” diyorlardı yüreğine. O da yüreğinin sesini dinledi; “Evlenelim.” dedi. Sanki başka bir şey diyebilirmiş gibi… Sanki başka bir şey diyebilirmiş gibi merakla yüzüne bakan Poyraz’ın gözleri ışıldadı, sevgiyle sarıldı Deniz’ine, yüzüne öpücükler kondurdu sevgiyle… Sonra ciddileşti yine, “Hadi o zaman gelin hanım, az şekerli bir kahve yap bakalım.” dedi. Öyle ya kahve yapılması gerekiyordu. Kalktılar birlikte, neyse ki dökmeden kahveyi pişirebildi Deniz. Poyraz hiç rahat durmamıştı ki! Tepsiyi çıkarıp salona gitti sonra Poyraz. Ne de olsa kahveleri “gelin hanım”ın getirmesi gerekiyordu. Deniz az mahcup, “buyurun” diyerek kahveyi uzatırken, o sıkıntılı kız istemelere inat, kahkahayı basmışlardı. Tam kahvesini içip bitirmişti ki, aklına o kırmızı araba geldi Deniz’in. “Ama benim bir şartım var.” dedi, olmamasından korkarak. Poyraz merakla baktı yüzüne. “Bizim işyerinin olduğu sokakta kırmızı chevrolet marka, üstü açık bir araba var. Bu yaştan sonra gelin olacağım hiç aklıma gelmediği için, nasıl olur bilmem ama bir gün mutlaka bu arabaya binip gezeceğim diyordum ve işyerindeki kızlar “biz sizi tanımayız o zaman” diyorlardı. Gelin olduğumda o arabaya binmek ve İzmir sokaklarında dolaşmak istiyorum.” dedi. Sonra ilave etti; “Gelinlik giymek istiyorum ben…” Poyraz gülmemişti söylediklerine, aksine çok ciddiye almıştı. “Başka kırmızı araba olsa olmaz mı?” dedi. Olmazdı. Yıllardır, yaz boyunca her gün önünden geçerken, binmeyi hayal ettiği o kırmızı arabayı istiyordu Deniz. Şımarıklık değildi bu, sadece duygusaldı işte ve o güzel Türk filmleriyle büyümüştü ne de olsa… Ya bu yaşadıkları? Esas kadını Deniz’in, esas adamı da Poyraz’ın oynadığı, bir başka güzel “Türk Filmi” değildi de neydi?

“Peki, şoförünü tanıyor musun yani telefon numarası var mı?” diye sordu Poyraz. “ Pazartesi konuşurum.” dedi Deniz. “Seni bırakmaya niyetim yok demiştim arabada canısı, bir yere gitmiyorsun ve sen de “keşke” demiştin değil mi?” “İyi de, çalışıyorum ben.” dedi Deniz. Poyraz’ın, ne dediğinin farkında olup olmadığını anlamaya çalışarak ve sessizce söylediği “keşke”sini duyduğunu anlayarak. “Biliyorum.” dedi Poyraz; biliyorum.

I. Bölüm : http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=44759
II. Bölüm: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=45723
IV. Bölüm: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=50808

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..