- Kategori
- Kültürler
Addis Abeba yazında.. bir kış yolcusu

Yatılı okula gittiğimde küçük kardeşim daha dört beş yaşındaydı. İlkin, ağabeylerim ayrılmıştı evden. Biri yatılı okula gitmişti, öteki çalışmaya. Ben de yatılı okula gidince, küçük kardeşim evde tek çocuk olarak kaldı. O zamanlar, onun sürekli baba evinde kalacağını düşünürdüm. Yatılı okula gitmediğine göre evden ayrılması için de bir neden yoktu. Babama ölümü yakıştıramadığım gibi, küçük kardeşime de gurbeti yakıştıramıyordum hiç.
Sonunda kimse yerinde kalmıyor işte. Bir kasırga, bir fırtına.. bazen de hafif bir rüzgar önüne katıp sürüklüyor insanları. Kimi hastalık vurgunu.. kimi gurbet yorgunu olarak savrulup gidiyor uzaklara.
Ağabeylerim yirmili yaşlara gelmeden Avrupa’nın yolunu tuttular, bir daha da dönmediler bu topraklara. Hep hasret sözleri yankılandı evimizin duvarlarında.. Sonra bir gün.. küçük kardeşim de çekip gitti, Etiyopya’ya..
Orada yaşadıklarının çoğunu ben de yeni öğreniyorum. Bambaşka bir dünyanın, bambaşka kültürlerin kapıları aralanıyor bu güncelerle.. (ZA, Mayıs 2009, İstanbul)
***
"16. 03. 2009 sabaha karşı saat 02. 30 sıralarında Addis Abeba’ya indi uçağım. Körükten çıkıp, Avrupalı olduğunu sandığım yaşlı bir kadını takip ederek, nereden çıkabileceğimi anlamaya çalıştım. Çünkü ilk kez yurt dışı seyahati yapıyordum, hiçbir kültür ve kural bilgim de yoktu. Üstelik, İngilizce’m yetersiz olduğu için, kendime olan güvenim biraz sarsılmış, hatta epey tedirgin olmuştum : “Ulan b..u yedik galiba. Nereye geldim lan ben? Hiç mi Türkiyeli yok acaba yanaşabileceğim? Keşke gelmeseydim” söylentileriyle yaşlı kadını takibe devam ediyordum ki, kısa boylu, kendisine güvenlik görevlisi yakıştırması yapılmış kavruk bir oğlan yanıma geldi ve kendine has bir aksanla İngilizce olarak bana bir şeyler söyleyerek, belli bir bölgeyi işaret etti. Anlamadım, yoluma devam etmeye çalıştım, zira yaşlı kadını kaybetmemem lazımdı. Ama güvenlik tarafından engellendim. Baktım, aynı şeyleri diğer yolculara da söylüyorlar. Çaresiz işaret edilen bankonun başına gittim. Baktım, bir kağıt parçası, hem İngilizce hem de Amharikçe* bir şeyler yazıyor : “isminiz nedir? pasaport no? Ethiopia’yı ziyaret nedeniniz?” türünden sorular (İngilizce’m zayıf dediysem de, o kadar da “Fransız” değilim hani).
Bildiklerimi cevaplayıp, herkesin yaptığı gibi az ilerideki çıkış paravanına doğru ilerledim. Fakat yine 1, 40 – 1, 50 civarında boyuyla, yaklaşık 50 kg. lık cüssesiyle zebani (!?) bir bodyguard dikildi önüme. Beni geri geri ittirerek beklememi işaret etti. Bu arada, unutmadan, formu doldururken etrafıma bakıp, ilk gördüğüm beyaz tenli gence “sen Türk müsün birader?”diye sorduğumu, onun da bana 3-5 saniye boş gözlerle baktıktan sonra, “excuse me” dediğini ve bir kez daha yıkıldığımı söylemeden geçemeyeceğim.
Sıra bana geldiğinde, içerideki gündüz feneri, pasaportum ile doldurduğum formu istedi ve abartmıyorum en az 10 dakika inceledi (acaba bu adam Türkiye’den Ethiopia’ya iltica falan mı ediyor diye iyice araştırıyordu sanırım, e haklıydı adam, New York’un Afrika şubesi falandı herhalde burası). Tam o esnada, çıkış paravanının sol tarafında, hayal meyal yüzünü anımsadığım bir sima gördüm. Bana el sallayarak, ”helloo” diyordu sessizce. Evet oydu : Razo.
Bir gece önce, ailemden ve toprağımdan ayrıldığım saat 21. 00 den sonra, ilk kez tebessüm ettiğimi fark ettim. Neyse, lütfen pasaportumu alabildim vatansever Ethiopialı’dan. Sanki aile üyelerimden birini görmüş gibi koşar adım gittim sayın General Manager’ime. Bu adam Romen ve Tekstil Mühendisi.. Uluslararası bir danışmanlık şirketinin temsilcisi olarak, çeşitli ülkelerde, firma anlaşmalarını takiben, kurduğu ekip ile birlikte üretim, finans, planlama v. s. konularda danışmanlık hizmeti veriyor. Yani, krizdeki yönetimleri devralarak işi toparlıyor(kontrat süresi içinde).
Yanında, Cost Control (Maliyet Muhasebesi) departmanında görevlendireceği, Camelia adlı, vatandaşı bir kadın var. O kadını ben uçakta görmüştüm. Ama tanımadım tabii. Romanya’dan Addis Abeba’ya direkt uçuş olmadığı için, İstanbul aktarmalı gelmiş.
Hep birlikte, valizlerimizi de alarak dışarı çıktık ve Razo nereye giderse, hiç sokağa çıkmamış ev kedileri gibi peşinden koşar adım onu takip ettik. Zaten hava zifir gibi (zira burada bir de aydınlatma yetersizliği gibi bir sorun var), bir de 3-5 tane sadece gözlerinin akını görebildiğim insanlar, kendi aralarında Amharikçe iş paylaşımı (bilmiyorum belki de ne kadar bahşiş isteyeceklerine karar veriyorlardı) konuşması yaparak, valizlerimizi, külüstür bir jeepe ite kaka yerleştirdiler. Ama maalesef patron, ceplerini karıştırdı durdu ve bozuk para olmadığı gerekçesiyle bahşiş vermedi. İşte o zaman içim biraz acıdı. Çünkü 3 kuruşun ne kadar önemli olduğunu 3 ay önce çok iyi anlamıştım. Yazık, o insanlar günde kaç valiz taşıyıp da evine kaç para bahşiş götürüyorlardı ki? Neyse, biz de bindik ve araç hareket etti. Radyonun kısık sesinden, ilk kez duyduğum bir makamda (nihavent, arabesk, rock harmanı bir makam) çok farklı bir müzik girdi zaten çınlamakta olan kulaklarıma. Razo, arada bir bizimle konuşuyor, bu gece ve ertesi gece Addis’te konaklayacağımızı, bugün bizim müşteri gibi olduğumuzu, gün içinde şirket yetkililerinin bize şehir turu yaptıracağını anlatıyordu. Çok ilgimi çekmedi ama yine de hiç yoktan iyiydi. Belki havam dağılırdı.
Konaklayacağımız Jupiter Hotel’e geldik, valizler indi, görevliler saygılarını yitirmeden, el pençe divan bize hizmet edebilmek için seferber oldular. İnsanların saygıları, masumiyetleri beni biraz rahatlatmıştı. Razo, bir süre resepsiyonist kızla konuştu. Sonra anladım ki, single oda sadece 1 tane varmış. Neyse, Camelia abla orada kalacak, ben ise aynı otelin 5-10 km uzağındaki diğer şubesinde ağırlanacağım. Son karar buydu.
Kalacağım mekana, jeepten gelen gıcırtılar ve gürültüler eşliğinde devam ettik. Sokakları inceledim, tek tük insanlar vardı. Bir ara içimden, ”acaba ben öldüm de cehenneme mi geldim” diye geçirdim. Hiç bildik görüntüler yoktu zira. İçim yeniden ürpermeye başlamıştı. Bazı reklam tabelalarında İngilizce ifadeler görüyordum ve kısa süreli de olsa ferahlıyordum. Çünkü, ağırlıklı olarak yerel alfabe kullanılmış tüm tabelalarda... hiçbir şey anlamıyordum. Sadece “cehenneme hoş geldiniz” olarak algılıyordum. Bu düşüncelerim yergi amaçlı değil, mutlaka buranın ahalisi mutludur buralarda ama bana çok farklı gelmiş ve psikolojim bozulmuştu.
Razo, şirketin merkez ofisinin önünde indi ve bana iyi geceler dileyerek, bizimle ilgilenileceğini söyledi. Sanırım ofisin misafirhanesinde konaklayacaktı.
***
Otele vardık, şoför resepsiyona durumu anlattı(öyle anladım), zaten haberleri vardı zira diğer şubeden telefon edilmişti. Beni odama yerleştirdiler. Bir hatam, oda görevlisine bahşiş vermemek oldu. Ama aklım başımda mıydı ki? Odanın kapısını kilitledim ve her yeri tek tek incelemeye başladım. Aynen “olay yeri inceleme görevlisi” gibi. Bir tek, fırça ile parmak izi aramadığım kaldı. Aradığım ilk şey öncelikli sivrisinek ve diğer küçük yaratıklardı. Zira, ön araştırmalarımda, malaria yani sıtma hastalığı konusunda epey endişelenmiştim. Çünkü buraya gelirken sadece sarı humma denilen yellow fiver aşısı olmuştum (mecburi deniliyordu) ve diğer tehlikenin sıtma olduğu doktor tarafından da söylenmiş ama uzun süreli seyahatlere uygun herhangi bir önlem olmadığından bahsetmişti. Bana, gittiğim yerdeki bir sağlık görevlisinden bilgi almam gerektiğini salık vermeyi de ihmal etmemişti. Tabii o anda hemen aklıma, bir süre önce Türkiye’den (Trabzon’dan) kalabalık bir sağlık ekibinin bu ülkeye bilimsel, teknik ve malzeme desteği amacıyla ziyaret yaptığı bilgisi geldi ve bir anda, ”bana yardımcı olabilecek birisini hangi metotla bulabilirim acaba” sorusunu sordum kendi kendime. Tabii bu muallak karşısında hastalık kapma korkusunu yenemiyordum. Ve yüksek sesle söylenmeye başladım : “ Evet evet, Türkiye’ye dönecek olan ilk uçağa rezervasyonu yaptırıyorum. Ama sabah kargalar “kahvaltısını bile yapmadan” bilet işini halletmeliyim” (ben de inanmadım ya, olsun)
Üstümdekileri çıkardım, elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdim ama gördüğüm manzara tokat gibi yüzüme çarptı : Tuvalet sisteminde tahrat musluğu veya aynı işi görebilecek benzeri bir mekanizma yoktu. Eeee? İşimi bitirdikten sonra kuru kuru tuvalet kağıdıyla mı silecez geri dönüşüm departmanının kapısını ? Ulan olur mu, bana yapılır mı bu be? Acaba dedim, bu adamlar tuvalet işleri bitince lavaboya oturup mu yıkıyorlar kıçlarını ? Sonra da, etrafa damlata damlata kalkıp, tuvalet kağıdıyla kuruluyorlar (-mı acaba?). Kendime has metotlarla çözüm bulabildim sonunda (nasıl yaptığımı sormayın, özele girer). Çıktım ve yatıp uyumaya çalıştım. Fakat ne mümkün? Zaten irsi bir uyuyamama problemim var, bir de Ethiopia’da mışıl mışıl uyumak... J
Belki yarım saat kadar kestirmişim sanırım. Zaten gün ağarmış. Yan binadan inşaat işçilerinin sesleri gelmeye başladığından, daha da uyunamazdı. Saat 07. 00 gibi olmuş. El yüz yıkama faslından sonra, giyinip restauranta indim. Açık büfe kahvaltı vardı ama hiçbir yiyecek bana tanıdık gelmiyordu. 1 adet poşet çay ve sıcak su bulup aldım. 1’er dilim de ekmek mi, kek mi ne olduğu belli olmayan yiyecek türü bir şeyler aldım. Biri fena değildi, bizim pastane keklerine benziyordu, diğeri iğrençti. Öyle peynir, zeytin, salam v. s. falan aramayın.
İşte, sigara altı yapacak kadar atıştırdım ve kalktım (keyif olmayınca çayı da anlamsız oluyor). Lobiye indim, resepsiyoniste Internet ile ilgili nasıl yardım alabileceğimi sordum. Sağ olsunlar, bir ara kablo gönderdiler odama. Taktım, laptopuma : Oleeey. DSL varmış, hemen bağlandım zaten.
E-maillerimi biraz inceledim ama çok fazla gezinemeden resepsiyondan telefon ettiler; neymiş şehir turu atacakmışız. Tam sırasıydı, tam da Türkiye’deki ailemle tur atmaya hazırlanırken. Dur yahu daha ayrılalı 24 saat bile olmadı, çık gez, dolaş, alışmaya çalış di mi? E öyle yapmak lazımdı zaten.
Adını şu anda hatırlayamadığım şirket yetkilisi bayan beni otelden aldı ve şoförün hazır beklediği jeepe bindirdi. Yarım yamalak İngilizce’m ile yolda biraz sohbet ettik ve otelin diğer şubesine Camelia hanımı da almaya gittik. Sonra, hep birlikte şirketin merkez ofisine gittik, yetkili bayan bizi şoföre emanet edip, kendisi ofiste kaldı. Bu arada, ortada başka bir ilginç durum vardı. Bunu da ancak Camelia hanımı görünce fark edebildim : Camelia, penye bir t-shirt ve altında bermuda keten pantolon ve spor ayakkabılarıyla çıkmış tura. Ben ise, kalın kot pantolon, içimde strech fanila, onun üstünde kalın keten gömlek, onun da üstünde kışlık pilot mont ve kafamda da kaşe kep (Gökhan’ımın hediyesiydi bana). Ulan dışarıda hava yaklaşık 30-35 derece. Hiç mi fenalık gelmedi içine be?
Neyse, uyarıların da etkisiyle, montumu ve şapkamı çıkarıp koltuğa koydum. Durup yürüdüğümüz yerlerde gömlekle dolaştım, nispeten iyiydi. Ama ben sıkılmaya başlamıştım. İngilizce problemim olduğundan, sohbetlere katılmakta zorluk çekiyordum. Ayrıca, ülkeyi beğenmemiştim; hiçbir ilginç durum göremiyordum, 30-40 yıl öncesinin Türkiye’sinde ücra bir Anadolu kenti gibiydi.. ama insanlara baktığımda, hiç de sevecen görünmüyorlardı gözüme. Memleketi özlüyordum. (OSÖ, Mart 2009, Addis Abeba)
(*) Etiyopya’nın resmi dili
(sürecek)