Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ağustos '11

 
Kategori
Gezi Rehberleri
 

Akçakoca

Gönüllerden geçenlerle ceplerdeki mevcudun uyumsuzluğunu gideremeyip çözümü, kayınbiraderin Akçakoca’daki yazlığına gitmekte bulunca nazımız Sarıkız’a yeter deyip, sahur sonrası çıktık yollara.

Ankara çıkışından İstanbul otobanına girerken başladı huysuzluğu Sarıkız’ın. Sanki “Hayır sola dönmeyeceksin, benim alışık olduğum yol orası değil” diye mızmızlanıyor, sıtma krizine girmiş gibi titriyordu.

“Yapma kızım, etme kızım bak gezmeye gidiyoruz” falan gibi sakinleştirici laflarla derdimizi anlatmaya çalışsak da, huysuzlanmıştı bir kez. Zaman zaman inatçı keçi gibi iki ileri bir geri yapıyor, sonrasında hıçkırık tutmuş genç kızlar gibi, öksürük krizlerine giriyordu.

Günün ekonomik koşullarına uyup yiyeceğini değiştirmemize kızan eşim, “sevmedi işte bu gaz taktırma işini” derken, oğlum da, “baba bunun altını (yağını) değiştirelim“ diyorlardı.

Oysa sadece ben biliyordum onun asıl kızgınlığının Kurşunlu yoluna girmememiz olduğunu.

Öksüre tıksıra, dinlene kalka öğleye doğru zor gelebildik 250 kilometrelik yolu.

Gelir gelmez de psikoloğa götürdüm Sarıkız’ı. Sağına soluna bakıp orasını burasını elleyen doktor (Traktör tamircisi Suat Usta). “Naz ediyor bu, çok şımartmışsınız” deyip gönderdi beni.

İki odası, mutfağı içinde büyükçe salonu, denize bakan kocaman balkonuyla sevimli ve güzel bir evdi kayınbiraderim Ali’nin evi.

Valizi, sırt çantalarımızı, gıda torbalarımızı eve indirince bir süre dinlenip keşfe çıktık oğlumla.

Akçakoca Belediyesinin su şebekesini değiştirme çalışmalarıyla, doğalgaz altyapı çalışmaları yüzünden kazılan bir iki yer dışında yolların güzelliği ile kentin temizliği hemen dikkatimizi çekti.

Güler yüzlü esnafın misafirperverliği ve yardımcılığı eşliğinde yaptığımız ufak tefek alışveriş sonrasında buraya gelmekle ne iyi ettiğimizi düşünerek döndük eve.

Denizden gelen iyot kokusunu içimize doldurarak balkonda yediğimiz makarna ve salatadan oluşan yemek sonrasında oynadığımız tavlada oğlumu da yenince yapacak bir şey kalmamış, ben de vücudumun isteğine uyup erkenden yatağa doğrulmuştum.

70’lerin sonu seksenlerin başında gelmiştim ilk kez. Bu kaçıncı gelişim sayısını bilmiyorum ama ilk kez konakladığım Akçakoca’nın henüz gün doğmamış sabahında kumsala vuran dalgaların sesiyle uyandığımda saat 04.30’u gösteriyordu.

Çıktığım balkonda karanlıkta göremediğim denizin sesine karışan başka ses aradımsa da, ufuktan geçen bir geminin ıpıl ıpıl ışıltısı ile bahçedeki incir ağacının kokusu dışında ne ses ne de görüntü vardı.

Uyuyanları rahatsız etmemek için parmak uçlarıma basarak kaynattığım bir cezve suya sallama çayı atıp dün okuyamadığım gazeteleri aldım elime. Denizin üzerinden doğan güneşe aldanıp çıktığım balkonda üşüsem de bir süre kitap okudum. Sonrasında uyanan eşimle taze köy ekmeği almak için bakkala yöneldik.

Oğlumun da kalkmasıyla yaptığımız kahvaltının ardından akşamdan yaptığımız planı uygulamak için yola çıkıp, Alaplı, Karadeniz Ereğlisi yönüne döndük.

Alaplı’da oyalanmadan Ereğli’ye geçtik ki, yıllar öncesinden bildiğimiz Ereğli’nin aklımızda kalan güzelliğinin yanında şimdiki güzelliğini görünce tam anlamıyla çarpılıp aşık olduk.

Hani içinde kocaman sanayisi, Karadeniz’in en önemli limanlarından biri olmasa, “işte Karadeniz’in yavaş kenti” diyecektik.

Geniş caddeleri, her tarafı gösteren tabelaları, yayalara saygılı kaldırımları ve tertemiz dükkanlarıyla modernliğin ve çağdaşlığın örneğini oluşturuyordu.

Cehennem mağaralarını ararken yanlışlıkla girdiğimiz ara sokakların da temizliğini ve düzenini görünce, durumun hiçte görüntüyü kurtarmak adına olmadığını anladık.

Cehennem Mağaralarının yeşillikler içindeki kapısını geçerek girdiğimiz “Kilise Mağarası” doğal bir mağara olmasına karşın, kayaların yontulmasıyla düzleştirilmiş ve Hıristiyanlığın yasaklandığı Roma dönemlerinden İstanbul’un fethine kadar olan dönemde (M.Ö 30- M.S 1453) ibadet yapma yeri olarak kullanılmış. Tabanındaki geometrik ve bitkisel desenli mozaikleri çok ilgimizi çekti.

İkici mağaramız Cehennem Ağzı (Koca Yusuf) mağarası ise, dik merdivenlerle inişinden başlayarak, içinde barındırdığı kocaman göl ve gölde yaşayan balıklarla olduğu kadar, ilginç mitolojik geçmişiyle de özeldi.

Mitolojiye göre M.Ö 1200’lerde efsanevi Arganot seferi sırasında buraya gelen Heracles, Kral Eurystheus’un kendisine verdiği on iki görevden en zor olanını bu mağarada gerçekleştirmiş. Kralın isteği üzerine mağaraya girerek; (Hades’in ülkesine = Cehenneme) Hades’i ve O’nu koruyan üç başlı köpek Kerberos’u yenmiş.

Üçüncü mağaramızın adı Ayazma Mağarası idi. Tavanı çapa ve el baltası ile düzeltilmiş mağaranın batısında büyük bir gölet var. Roma ve Bizans dönemlerinde kullanılan mağaranın suyunun kutsal olduğuna inanıldığından “Ayazma” adını almış. Büyük olasılıkla kutsal törenlerini de burada yapıyorlarmış.

Cehennem Mağaralarını gezerken aldığımız tat üzerine Kültür Müdürlüğü’ne ve belediyeye yeniden teşekkürler edip, müzeye yöneldik.

Roma ve Bizans dönemi eserlerle, entografik ürünlerin sergilendiği müzeyi de gezdikten sonra dingin denizin kenarında çay içmek için kendimizi sahilde bulduk.

İstanbul, Ankara gibi kentlerin mekanlarını aratmayan çay bahçesinde yudumladığımız çaylardan sonra Sarıkız’a doğru giderek yeniden Akçakoca’ya geldik.

Dün oğlumla keşfettiğimiz ama eşimin de görmesi için gezmeyi bu güne bıraktığımız Ceneviz Kalesi bizi bekliyordu.

Akçakoca’nın 2-3 kilometre batısında yer alan Ceneviz Kalesi için kaleden çok kale kalıntısı demek daha doğru olur. Uzun yılların ihmali ve talanı sonrasında kalan bir burçun üç duvarı dışında şimdi Akçakoca Belediyesi tarafından işletilen ve mesire alanı olarak kullanılan tepedeki bahçelerde biz dinlenip çay içmedik ama bunu yapmanızı size öneririz.

Bize Kaş-Kalkan arasındaki Kaputaj Plajı’nın iniş merdivenlerini anımsatan merdivenlerden inerek aşağıdaki kumsala ayak bastık.

Yanımızda mayolarımız olsa da, acıkan karınlarımızı bastırmak için sahil kenarındaki iki çay bahçesinden daha otantik ve gölge olanını seçip, gözleme ayran istediğimizde İskorpit adındaki “İsmail’in yerinde” İsmail’in büyük oğlu Ertuna kendilerinde gözleme ayran olmadığını ama tepenin üstündeki esnaf arkadaşlarından bir koşu istediklerimizi alıp gelebileceklerini söyleyince üçümüzün gözleri de fal taşı gibi açıldı.

“Nasıl yani, siz de yok ama bizim için gidip tepenin üstündeki gözlemeciden alıp gelecek misiniz?”diye sorduğumuz da “Evet, ne var bunda” der gibi baktı yüzümüze.

Biz sağımıza solumuza bakıp, işletme sahibi İsmail Beye (İskorpit) kendisinin de bizi çarpıp çarpmayacağını gülümsemeler arasında sorarken, küçük oğlu Ertunç tepenin üzerindeki Ceneviz gözlemecisinde yaptırdığı otlu, patatesli, peynirli gözlemelerle ayranları getirmişti bile.

Gün batmaya doğru yol alırken, biz de toparlanıp hesabı istedik.

Gelen hesap fişindeki rakamlar, öylesine mütevazı idi ki, İsmail beye "Abi sen o adı değiştir, çarpan değil çarpılansın" demekten kendimi alamadım. 

 
Toplam blog
: 21
: 829
Kayıt tarihi
: 22.02.09
 
 

1957 Çankırı Kurşunlu doğumluyum. Yıllarca yaptığım Mali Müşavirlik ve ticari yaşantıma son vermi..