Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '19

 
Kategori
Felsefe
 

Aklın İlklik Meselesi

Hayatta her şey, bir şeye göre olduğu için aslında her şey göreceli bir anlama sahip.

Hayatta her şey bir şeye göre, çünkü bir ilk şey yok.

İnsanoğlu kafası rahat etmesi için bir ilklik olarak Tanrı kavramını yaratmış. Bu şekilde her şey bir şeye götürülüp anlamı mutlaklaştırılabilir.

Tanrı kavramı tabi bu kadar masum değil. İnsanoğlunun doğa ve kendiyle ilişkisinin evreleri var. Varolma kaygısı, yani bir varolan olarak varlığını sürdürme çabası, arzusu, yönelimi, dürtüsü hem bir canlı olarak insanoğlunun evrimleşmesini hem harekete sokuyor hem de bu hareketle biçimleniyor. Yani hem biçimliyor hem biçimleniyor. Bu biçimlemenin temel yapılarından biri toplumsallık. Salt akıl meselesi olan ilklik meselesi, yani bir şeyi bir şeye bağlama gereksinimi, toplumsallığın oluşumuyla birlikte bir iktidar aracı haline geliyor. İnançların dinleşmesi diyorum ben buna.

Düşünce tarihine baktığımızda, Hristiyanlık örneğinde, bu dinin gelişmesi ve yaygınlaşması imparatorluk çatısı altına girmesiyle mümkün oluyor. Benim sözlüğümde, inançlar öğretidir, ama dinler siyasal aygıttır.

Bu nedenle, dinler, siyasal aygıtın en temel parçası olduğu için masum değildir. Dinler salt bir ilklik meselesinin çok ötesine geçer.

İlklik olarak Tanrı kavramı, daha çok bir teknik felsefe problemi. Bu açıdan baktığımızda, Tanrı kavramı, hem ontoloji (varlık meselesi varlığın nedeni), hem aksiyoloji (değer meselesi, iyi kötü olan nedir) hem de bilgisel açılardan (bütün her şeyi ilk iki şeye göre bilip anlamak gerektiği) keskin kılıçtır. Bütün tartışmaları kesip atar ve her şeyi Tanrıya bağlar.

Bu felsefi yaklaşımlara Teoloji deniyor. Tabi ki, teolojik görüşler de çok çeşitli. Her şeyi Tanrıya bağlamanın da pek çok farklı yolu var.

Felsefede, hümanizm denilen ana akım bile aslında teolojiktir. Çünkü temelde insan aklını mutlak hareket noktası olarak almaya çalışır. Ama varolma ve ona ilişkin bilgi ve değerlerimiz görecelidir manasında değil, insan aklı, mutlak hakikati bilebilir manasında. Bu da, bu anlamda, bir tür teizmdir. Evet, hümanizm de bir teizmdir.

Sonuç olarak, teolojinin bile çok farklı şekiller alıyor olması, aslında, içeriksel olarak hiç tartışmaya gerek kalmaksızın bile, insan aklının sonuçlarının hep göreceli olduğu ve olacağı, baz alacağı bir ilklik bulamayacağı anlamını doğrular.

Bu kötü bir şey değil. Nitekim böyle olması, insanın akıl ve dil ürünlerinin yaşanılan çağla ve kişilerin kişisel özellikleriyle sınırsız bir şekilde kendini yeniden üretiyor. Eğer bir mutlak ilklik olsaydı bu ürünlerin sayısı çok daha az olurdu. Aslına bakarsanız, bir mutlak ilklik diye bir şey olamaz. Çünkü, mutlak ilkliği soran akıl, her mutlak ilklik için başka bir ilklik sorar.

Nedensellik ilkesi bunu söyler. Yani her şeyin bir nedeni vardır. Nedenlerin nedeninin, nedenini sormak, akıl için kaçınılmazdır.

Birkaç paragraf önce, ‘aklın bir şeyi bir şeye bağlama gereksinimi’ dedim. Nedensellik ilkesi ve bu gereksinim, neden bizim için sözkonusu? Bunu sormak, sorunun kendisini sormak oluyor görüldüğü gibi. Soru kendini soruyor. Soru, sen nesin?

Buna geçmeden önce burada şöyle başka bir bölüm yazılabilir.

Görmek nasıl mümkün? İnsan şaşırıyor, nasıl olur da, ben gözüm, dış dünyayı, oradaki her şeyi görebiliyor. Bu mucizevi bir şey. Böyle baktığımızda, bu düşünce bizi Tanrıya yaklaştırıyor. Mucize insan aklına aykırı, mucize varsa bu Tanrıdandır diye düşünmeye yöneltiyor bizi.

Ama üzerinde biraz düşününce, aslında görmenin mucizevi bir şey olmadığını anlıyorsun.

Bizim aslında görmek dediğimiz şey, buna bağlı olarak, bazı hayvanların görmüyor olduğunu söylememiz, bazı hayvanların siyah beyaz gördüğünü söylememiz vs. hep, hümanizmin bir kusuru olarak bizi yanlış yönlendiriyor. (Evet hümanizmin aklın hakikati bileceği kandırmacası yanında bir kusuru da her şeyi insana görece hale getirip, aklımızı yanıltmasıdır.)

Bu yanlış yönlendirme, insanın aklının, bilmesini merkeze aldığında diğer her şeyin ikincilleşmesi ve buna göre değerlenmesi. Biz kendi görmemizi baz alarak diyoruz ki biz görüyoruz ama başka bazı hayvanlar göremiyor. Dar düşünceyle, hem kendimizde bir tanrısal bir değer buluyoruz, hem de aslında yanlış düşünerek zincirleme başka hatalara yol alıyoruz.

Burdaki temel nokta şudur. Görme dediğimiz şey tek tip değildir. Görmek, her varolanın kendi dışındaki dış dünyayı kendi özelliklerine göre algıma şeklidir. Buna göre her varolan dış dünyayı görür. Yılan, yılan gibi görür, kuş kuş gibi, insan insan gibi.

Ben o zaman kendi hakkımdaki bu mucizevi görme imkanına sahip olduğum kuruntusundan kurtulurum. Görme olayını fiziksel olarak incelediğinizde, bunun ışık oyunlarının gözde yarattığı algı süreçlerinden başka bir şey olmadığını görebilirsiniz.

Şimdi bu not şunu gösteriyor. İnsanoğlunun bakış açısı, bilmesi aslında hep kendine özgü ve kendiyle sınırlıdır. Sorun, insanın tüm varolanın küçük bir parçasıyken, tüm varolanı kuşatacak bir şekilde konuşmaya çalışmasından kaynaklanıyor. Kavramsal olarak, küçük büyüğü kuşatsın istiyor. Bunu ona yaptıran kibri, yüzyıllarca dinlerin insanlara aşıladığı varolma şımarıklığı. Bu öyle bir şımarıklık ki teizme ya da deizme karşı çıkan hümanizm bile bu şımarıklıktan mustarip. Yukarıda iki noktasını söyledim.

Hiç kuşkusuz, buna anti hümanizm dersek, anti hümanist bakışla, hem teolojik düşünceleri hem de rasyonalizmi kolayca eleştirebiliriz görünüyor.

‘Soru, sen nesin?’ sorusuna, sadece insanda kalarak ve sadece insan için cevaplayarak gidelim.

Şöyle olabilir. Varolan, yani insan, tüm evrim süreçleriyle, ve dünyadaki doğa, tüm canlı türleriyle, aslında, ne insanlaşmayı, ne bitkileşmeyi ne de hayvanlaşmayı amaç ediniyor. Yani yaşamda bir amaçlılık yok. Amaçlılık da tanrısal bir kavramdır. Deriz ya 'kaderinde var, amacı var', onun için yaratılmıştır manasında.

Oysa, varolma amaçsızdır. Bir amaca gitmez. Geçmişi bırakalım, şu an 21. Yüzyıl denilen zamanlamada, insanoğlunun geleceğe yönelik bir amaçlılığı var da biz mi bilmiyoruz.

Hiçbir canlının yok. Canlılar milyarlarca yıllık süre içinde kendi dışındaki varolmayla etkileşim içinde kendi oluşmasını gerçekleştiriyor. Oluşmasının formunu belirleyen etkileşmesinin biçimi. Yani, şiddeti, sürekliliği vs.

Soru sormak aslında, tüm varolanların bu etkileşmesi, canlılığını koruması ile ilişkili aldığı pozisyondur.

Tıpkı görmek gibi, yılan yılan gibi, kuş kuş gibi, bitki bitki gibi görüyorsa, yine her varolan kendisi gibi soru sorar. Kendi varoluşunu devam ettirme dürtüsünü içerir bu soru.

Bu ucu açık bir sonsuz oluştur. Aslında sonsuz kavramı da hümanisttir. Yani baz alınacak bir şey değil. Hümanist kavramlarla ifade etmekten kaçınmamız mümkün değil. En yüksüz olarak sonsuz bir oluştur hayat. ‘Hayatın başı sonu vardır deriz genelde ama böyle baktığımızda hayatın başı ve sonu da yoktur.

Ben kavramı da bu nedenle hümanistçedir. Bazı hödükler öyle böbürlenir ki ben bu dünyaya şunu başarmak için geldim. Özellikle sanatçılar, ben bu dünyaya bu halka bilmem ne için geldim diye zıçar.

Toplumun bilgi, kültür ve eleştiri seviyesi yerlerde sürününce, bu tip sürüngen bakış açıları da hakim olur tabi.

Neyse, sonuçta, ben varım, demek bile gereksizdir. Çünkü bu kavram, bu dünyaya kazık çakma çabasından çıkar. Sonsuz ve limitsiz hayatı, kendi hayatına indirgeme çabası, varolma var kalma dürtüsünün gölgesi bu. 

Sen sayıya vurulamayacak kadar büyük bir sperm bolluğunun, en ufak kayda alınamayacak kadar bir saçılımısın, başka bir şey değilsin, yani aslında yoksun.

Ha, Tanrıya inanıyorsan o ayrı. O zaman böyük adamsın.

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..