- Kategori
- Siyaset
AKP anayasayı niçin değiştirmek istiyor?
12 Eylül Cuntasının toplum mühendisliği çalışmalarının temel konsepti şuydu: devleti vatandaşa karşı güçlendirmek ve korumak, vatandaşın devlete karşı görev ve ödevlerini esas kabul edip haklarını istisna haline getirmek… 12 Eylül döneminde çıkarılan bütün yasa ve ikincil mevzuat düzenlemelerinde bu zihniyetin izlerini görmek mümkündür. 1982 anayasası ise o yasaların sınırlarını güvence altına alan bir büyük şablon olarak hazırlandı. 12 Eylülcüler bu anayasaya büyük önem veriyorlardı. Bu anayasa olduğu biçimiyle yerinde kaldıkça kurdukları düzenin tıkır tıkır işleyeceğini biliyorlardı. Bu nedenle bir anayasada yeri olmaması gereken bir sürü ayrıntıyı anayasaya doldurdular. Amaçları, devlet yönetiminde her şeyin o anayasanın kabul edildiği 7 Kasım 1982 günü olduğu haliyle kalmasıydı. Yargı, yürütme ve yasama sistemini buna göre kurguladılar.
12 Eylülcülerin hesaplarına göre, biri sağda, biri solda, biri ortada ama esasında üçü de aynı zihniyette iki buçuk parti olacaktı. Kendi partileri olarak kurup başına da bir emekli generali getirdikleri Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) iktidar olacak, eski CHP’nin ikâmesi olan Halkçı Parti ana muhalefet, “buçuk parti” diye baktıkları Özal’ın Anavatan Partisi de yavru muhalefet olarak parlamentoda yer alacaktı. Böylece uslu çocuklardan oluşturulan yürütme ve yasama garantiye alınacaktı. Sistemin merkezinde yer alan Cumhurbaşkanına geniş yetkiler verilmişti. Çünkü cuntanın başı Kenan Evren 1982 anayasasının kabul edilmesiyle birlikte Cumhurbaşkanı olacak, görev süresi dolunca da yerini kendi zihniyetinde birine bırakacaktı.
Yargı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) eliyle kontrol edilecekti. Bu kurulu oluşturan üyeler “güvenilir” yüksek yargı tarafından seçilecekti; gerektiğinde kurulu yönlendirecek olan Adalet Bakanı ve müsteşarı da devlet partisi MDP’li olacağı için sistem iki yönlü kontrol altında olacaktı. Böylece bu “güvenilir” Kurul hâkim ve savcıların kaderine hükmedecek, Kurul tarafından seçilen yüksek yargı üyeleri de tekrar dönüp Kurul üyelerinin 5’ini belirleyecekti. Bugünlerde çok sözü edilen “kapalı devre seçim” denilen şey budur. Kurulun adı “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”ydu ama Yargıtay ve Danıştay hâkimlerinden başka hiçbir hâkim ve savcının bu kurulda söz ve seçme seçilme hakkı yoktu.
Anayasa Mahkemesi kurulan bu sistemin bekçisi olacaktı. TBMM’de 12 Eylül düzenini değiştirmeye yönelik olası girişimleri Anayasa Mahkemesi engelleyecekti. Üyeleri “güvenilir” yargı tarafından seçilip “güvenilir” Cumhurbaşkanı tarafından atanan Anayasa Mahkemesi yasama organının üzerinde bir çeşit üst yetkili senato gibi görev yapacaktı. Bu önlem yoldan çıkmaya teşne halkın seçtiği milletvekillerinin olası yaramazlıklarına karşı alınmıştı. Yani bir başka deyişle, halkın iradesinin devlet yönetimine yansıması bu aşamalı kontrol mekanizmalarıyla önlenecekti.
Bütün bu kontrol mekanizmalarının üstünde ise görünmeyen güç olarak ordu yer alıyordu. Bu mekanizmalar herhangi bir şekilde işlemez hale geldiğinde ordu, perde arkasından ya da açıkça müdahale ederek sistemin vidalarını yeniden yerine oturtacaktı.
Nitekim sistem tam da hedeflendiği şekilde, uzun yıllar kusursuz biçimde çalıştı. Düzene tehdit oluşturan bütün güçler bertaraf edildi. Mesela 12 Eylülün yarattığı ama sonra ona karşı büyük bir tehdit haline gelen Turgut Özal tasfiye edildi. Yargı, sistemi tehdit eden partilerin tepesine binip sayısız partinin kapısına kilit vurdu. Ordu, medya, bürokrasi, büyük sermaye işbirliğiyle Tansu Çiller gibi siyasetle zerre kadar alakası olmayan biri Başbakan yapıldı. Refah Partisi beklenmedik biçimde seçim kazanıp Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi’yle koalisyon hükümeti kurunca aynı mekanizma topyekûn harekete geçip Refahyol hükümetini devirdi. Bütün bu gelişmelerde yargı kilit bir rol üstlendi. Parti kapatma, Kürt milletvekillerini tutuklama, potansiyel lider İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kıytırık bir şiir yüzünden görevinden alınıp hapis cezasına çarptırma gibi kritik görevleri yargı üstlendi. “Vesayet sistemi” dediğimiz şey budur; yani görünüşte hükümetleri halk seçer ama onun nasıl görev yapacağını belirleyen 12 Eylül düzeninin oluşturduğu açık ve gizli yönetim organlarıdır.
Sistem alabildiğince zalimceydi, adaletsizdi, haksız hukuksuzdu ama gerçekten tam da amaçlandığı gibi işledi; ta ki 2002 yılında AKP seçim kazanıp tek başına iktidar oluncaya kadar… AKP büyük bir çoğunlukla iktidara gelerek 12 Eylülün ele geçirilemez olarak gördüğü birçok mevziiye yerleşti. Yürütmeyi tek başına kontol eder hale geldi. Cumhurbaşkanını seçecek, anayasayı değiştirebilecek sayısal üstünlüğe erişti. İşte bu noktada 12 Eylül düzeninin paniği başladı. Statüko bu anda elindeki bütün araçları harekete geçirerek AKP’nin yolunu kesmeye girişti. Zamanında gün yüzüne çıkamamış darbe girişimleri bunun uzantısıydı. Ergenekon oluşumu ve onun eylemleri bu çabanın ürünüydü. 2007 yılındaki Cumhuriyet-Bayrak mitingleri bu yapının eseriydi.
Statüko bu faaliyetleriyle AKP’yi engelleyemeyince son çare olarak yargı silahını devreye soktu ve 2008 yılında bu parti hakkında kapatma davası açıldı. Sonuçta o tarihteki uluslararası siyasi ve ekonomik konjonktürün elverişsizliği nedeniyle AKP kapatılamadı ama “laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu” kararı verilerek eli kolu bağlandı. Sürekli bir ikinci dava açılacağı ve bu seferinde kesinlikle kapatma kararı çıkacağı söylentileri yayılarak AKP üzerinde baskı kuruldu. Aynı zamanda CHP, AKP’nin çıkarmak istediği bütün önemli yasaları Anayasa Mahkemesi’ne taşıyarak bunları iptal ettirdi ve hem parlamentoyu hem de AKP’yi fiilen işlemez hale getirdi.
Ancak statükonun uğraşması gereken önemli bir sorun daha ortaya çıkmıştı. Statükonun illegal vurucu gücü Ergenekon’un ava giderken avlanan mensuplarını kurtarmak gerekiyordu. Bunun en kestirme yolu da bu davanın savcılarını ve hâkimlerini baskı altına almak, baskı sonuçsuz kalırsa da doğrudan müdahale ederek bu kişileri görevden almaktı. Bu iş de HSYK’ye düşüyordu. Kurul, geçen yıl yaz kararnamesiyle Ergenekon davasının savcı ve hâkimlerini görevden almaya çalıştı ama Adalet Bakanı’nın devreye girmesiyle bu girişiminde başarısız oldu. Erzincan davasında ise benzer bir girişimde sonuca ulaşıp davaya bakan savcı ve hâkimleri devre dışı bıraktı.
AKP iki yönden cendereye alınıyordu. Tepesinin üzerinde sallanan kapatma davası tehdidi ve yasa iptalleriyle hareket edemez hale getiriliyor, Ergenekon davasını ortadan kaldırma girişimleriyle de darbecilerin ve darbe ortamı hazırlamak için çalışan oluşumların önü açılmak isteniyordu.
İşte bu noktada AKP kendisini felç edip ortadan kaldırmanın aracı olarak kullanılan Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ye yeni bir biçim verip bu kurumları asli görevlerine döndürmek için can havliyle anayasa değişikliğine el atmak zorunda kaldı. Bu kapsamda 12 Eylül anayasasının 146. ve 159. maddelerini değiştirmek istiyor. Bu anayasa değişikliğinin özü budur. Öteki değişiklik maddeleri de kendi çapında önemli ve anlamlı olmakla birlikte 12 Eylülde bizler esasen statükonun zamanında yürütme, yasama ve yargıyı kontrol etmek amacıyla oluşturduğu bu mekanizmaları kendi asli görevlerine döndürüp döndürmemeyi oylayacağız.
Yani ya gerçekten demokrasiyle yönetilen bir ülke olma yolunda ufak bir adım daha atacağız ya da vatandaşı geri zekâlı, hain, güvenilmez, rüştünü ispatlamamış bir yeniyetme yerine koyan bu ikiyüzlü, ayıplı vesayet düzeninin kölesi olmaya devam edeceğiz.
Karar sizin…
***
Not: Anayasa değişikliği sürecini değerlendirmeye devam edeceğim.