- Kategori
- Edebiyat
Aleksandr İsayeviç Soljenitsin 20. Yüzyılın Tanığı/Vazgeçmeyen Savaşçı

Sovyetler Birliği’nin parçalanmasında Gorbaçov ile birlikte ismi anılan Soljenitsin 2008 yılının 3 Ağustosunu 4 Ağustosa bağlayan gece Moskova’daki baba evinde, kalp yetmezliğinden, 90 yaşına altı ay kala yaşamını yitirdi. Ölüm haberi, haber ajanslarına oğlu Stepan tarafından duyuruldu. Vasiyeti üzerine 16. yüzyıldan kalma Donskoy Manastırı’nda toprağa verildi. Manastırda Lenin’e karşı mücadele veren ünlü Beyaz Ordu Komutanı General Denikin yatıyordu. İkinci Dünya Savaşı gazisi olması nedeniyle devlet töreni düzenlendi ve Rusya en üst seviyede bu Ortodoks ayinine katılım sağladı.
Ne mutlu ona. Çağdaşları, Sibirya Yolunu onunla birlikte yürümüş olanlar, bir parça mezar toprağına sahip olmak şöyle dursun, nesillerini yitirdiler. Çocuklar, babalarının soyadını taşıdığı için meçhule karıştı. Kaçabilenlere sürgün yolları açıldı. İşte bu kızıl faşizmin görgü tanığıdır Soljenitsin.
Yaşam öyküsü incelendiğinde, “Hapse girmeden önce komünisttim” sözü birçok şeyi özetler mahiyettedir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yüzbaşı rütbesi ile Sovyet ordusuna hizmet verdi ama Stalin tarafından yapılan kıyımın savaşın getirdiklerinden daha fazla olduğu eleştirisini getirdi. Savaş sonrası ceza olarak sekiz yıl Moskova yakınlarındaki bir hapishaneye konuldu, ardından üç yıllığına Orta Asya’da siyasi tutuklular için düzenlenen kampta kaldı. Sonraki yıllarda istenmeyen kişi ilan edilerek sürgüne gönderildi. Bu yıllar, ona gelecekte edebiyatta kullanacağı eşsiz malzemeleri sağlayacaktı. Dönem hatırlandığında: İkinci Dünya Savaşına kadarki ilk aşamada (1920 ile başlayan yıllar) entelektüellerin büyük bir kısmı (Troçki, Galiyev, vb.) yok edildi. Savaş sonrası Stalin’in o ünlü “Bizim savaş esirlerimiz yoktur, vatan hainlerimiz vardır.” sözüyle başlayan ikinci dalga, "Burjuva Kalıntıları ve Yeni Zenginlik Meraklılarına Karşı Savaş" hareketi ile hızlanarak sistemin gözüne batanları temizledi. Soljenitsin işte bu yıllarda tekrar içeriye alındı ama yok edilemedi. İnatçı bir adamdı, daha sonra Batıya sığınıp 20 yıl oralarda yaşamasına rağmen İngilizceyi de öğrenmedi. Batıyı ahlak çürümesi içinde olduğu gerekçesiyle sürekli eleştirdi.
Nikita Kruşçev, Stalin etkilerini ortadan kaldırma hareketini başlatınca, bu yumuşama döneminde Moskova’ya dönmesine izin verildi. 1962’de “İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün” adlı kitabını çıkardı. Kitabın başarısı üzerine kendini tamamen edebiyata verdi. Ülkesinde ün ve itibar kazandı, Sovyet Yazarlar Birliği’ne kabul edildi. 1970 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldı. Fakat yetmişli yıllarda yazdıklarından dolayı takibata uğradı ve KGB tarafından izlemeye alındı.1918 ile 1956 yılları arasında Sovyetler Birliği’ndeki çalışma kampları ve cezaevlerindeki yaşamın en ince ayrıntısının anlatıldığı üç ciltlik Gulag Takımadalarının ilki, 1973'de Batıda yayımlandı. Tarihe tanıklık edercesine, olup bitenin izdüşümü alınarak yazılan eser, Batı tarafından anti-Sovyet propaganda aracı olarak kullanıldı.
Diğer yönden dünya ilk defa, bir halkın kendi kendine uyguladığı, tarihte eşine ender rastlanır boyuttaki bu zulmü onun kaleminden öğrendi. Bir toplum cinnet geçiriyordu. Ancak yazdıklarının içeriği üslubunun önüne geçmişti, bu yüzden de edebiyatı tartışma konusu oldu. Bir de o dönemki baskı düşünüldüğünde, yazdıklarını Batıya nasıl çıkardığı soru işaretidir. GulagTakımadaları yayımlanınca Sovyet iktidarı onu apar topar ülkeden kovdu ve 1974 yılında vatandaşlıktan çıkarıldı. ABD’de Vermont eyaletine yerleşti ve Gulag Takımadalarının ikinci ve üçüncü cildini burada tamamladı.
Yirmi yıllık sürgünden sonra, 1994 yılında özlediği vatanına, insanlarını daha yakından tanımak için Rusya’nın en doğusundan trene binerek, yedi haftalık bir yolculuktan sonra Moskova’ya geldi. Artık Sovyet yıkılmış, ülkesi piyasa ekonomisine geçmek için kaosa koşuyordu.
Onun hakkında bir fikre ulaşmak için, bireysel yaratıcılığın toplumsan eyleme boyun eğmek zorunda kaldığı bir çağda yaşamış aydın, yazar, şair Boris Pasternak’a bakmak gerekir. İkisinin yıldızlarının barışmadığından bahsedilir. Pasternak, Dr Jivago romanı ile devrimi, Rusya’yı, İkinci Dünya Savaşına kadar olan dönemi Yuri’nin kişisel hayatından anlatırken, tartışmasız, eseri dünya edebiyatındaki yerini aldı. Soljenitsin ise öylesine olayların içindeydi ki, yaşananları dünyaya anlatmak gibi bir misyonu üstlenmişti. Öldürülme kaygısı, yarının belirsizliği, ağır yaşam koşulları altında gördüklerini anlatması gerekiyordu, o da öyle yaptı, ama bunu yaparken sanatın bireyselliğini unuttu.
Kelimelerin gücüyle gerilla savaşı vermişti ama hayatının sonuna doğru geldiğinde, aşırı Rus milliyetçisi tutumu ve Ortodoks Kilisesine bağlılığı saygınlığına gölge düşürdü. Son söz olarak onun için 20. Yüzyılın tanığı ve vazgeçmeyen bir savaşçı
olduğu söylenebilir.
Bu yazı Lacivert Öykü ve Şiir Dergisinde yayımlanmıştır.