Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '10

     
    Kategori
    Öykü
     

    Amigdala

    Amigdala
     

    “Biz bir kitabın ön sözüyüz” Sosyal evrim projesinin altmışıncı yılı kutlama mesajını kayıtsızlıkla izleyen Profesör Vilkan, günün diğer mesajlarına bir göz atıp kabinden çıktı; tüplerinin ve şişelerinin olduğu masadaki kırmızı, yeşil ve mavi ahenkin önünde gözleri dalarak durdu. Kırmızı bir şişeyi eline aldı. “Trenden el sallamak ucuz bir şarap artık.” Şişenin sallanan soketi hüzünle ahşap dokulu plastik zemine düştü. “Trenler bir yere gitmiyor ki, hocam”, diye cevap verdi Kordel, başını arkaya yasladığı koltukta, genzine kaçan sesiyle. “Gebze İş Üsleri son istasyon”. Profesör başını iki yana salladı: “Hiç anlayamayacaksın.” İki adım attı, Kordel ayak uçlarını yana çevirdi. Vilkan durdu: “Nörofarmakolojiyi neden seçtin?” “Tabii ki, tek sebebi amigdala.” “Sosyal evrim projesinin kalbi, başka bir deyişle.” “Amigdala, insanın duygusal kısa devre yapmasına sebep olur, profesör, biliyorsunuz. Dolaysız, akılcı olmayan, fevri davranışlar. Annesini niye bıçakladığını hatırlayamayan oğullar. Bütün bunlar geçmişte kaldı. Kimyasal keşifler, beyin sapındaki o çıplak telleri yalıtıp uçlarını bağladı! Sosyal evrim projesi başardı bunu!” “Ne kadar da fevri oldun bir anda, sakin ol bakalım.”, diyerek kıkırdadı profesör, “Burada hayatına kasteden kimse yok.” Kordel’in sesi boğuklaşıp, genzinin gerisinden çıkmaya başladı: “Sakinim hocam, sakünüm! Nöroformolokolöjülü üyü bür olon! “Sen buraya başka bir yerden gelmiştin, değil mi?” “İki yaşumdayken. Güney Ön Osya.” “Pekiyi, sen bir Güney Ön Asyalı olarak, amigdala kontrolünün gerçekleşebileceğine ne kadar inanıyorsun? Şehrin tamamen kapalı bir alana dönüştürüldüğünü varsayalım. Hiç kimse şehre giremiyor ve dışarı çıkmıyor. Kordel, profesörün sözünü kesti: “Evet hocam. Bu şekilde nüfus kuşaklar boyunca homojenleşiyor. Etki yok, karışım yok! Kontrol hacmi, biliyorsunuz! Her şey değiştirilebülür! Hamügdalo da! Konthroll! Bülüyorsunuz! “Bilmiyoruz. İnsan bedeninin bilincinden eski belleğini ne yapacaksın? Kriz anlarında tüm çıplaklığıyla, kendi olarak ortaya koymayacak mı kendini?” Profesör, masanın kenarına dayandı. Dudağının tek tarafını yuvarlayıp buruşturarak devam etti: “Kökenlerin ne olacak Güney Ön Asyalı? Projenin son yirmi iki yılında şehre dışarıdan kimse girememiş de olabilir. Senin, çocuklarının, konuşması, davranışları da şehirdekilerle, neydi, ho-mo-je-ni-ze, ah hah hah hah!”. Kahkahası, gövdesi sarsılırken kısıldı. ” Şehirdekilerle aynı oldu diyelim. Senin, senden öncekilerin, binlerce yıldır kemiklerine işlemiş oradaki açıdaki güneş ışını; rüzgarla vücuduna yapışan o yerin toprağındaki mineraller; oradaki topraktan kaya, tuz koparıp akarak vücuduna giren su. Tüm bunların oluşturduğu iki milisaniyelik tepkilerini, çene kemiklerinin momentini, beyninin karanlıklarındaki işaret kulelerinde çakan kıvılcımları, yirmi iki yılda, altmış yılda, altı yüz yılda değiştirmek mümkün mü?”. Profesörün yüzünde en küçük bir öfke belirtisi yoktu. “ Bu, altu yüz değil, on bün yıllık bir poroje!”, diye cevap verdi Kordel, boğulup düzelen dalgalı sesini kontrol etmeye çalışarak. Vilkan, dudaklarını aşağı gerip alt dişlerini ortaya çıkararak yineledi: “K-riz… Kriz anında ilkel olan ne varsa açığa çıkar. Yalnızca tartışıyoruz, fakat şu haline bak, Güney Ön Asyalı diksiyonun şahlandı, harlandın, alevlendin. Görüyorsun ki, dolaylı ve akılcı tepkileri hakim kılmak için yapılan bütün o girişimler bir işe yaramıyor. Amigdalası etkisiz bırakılmış insanlar mı? Sanmam.” Kordel kükredi: “Hayır hocum!” “Bu göleceğin vö şimdünün porojesi!” Ağzından fırlayan tükürük öbeği, havada dağılmadan, yalpalayarak masanın üstünden aştı. Vilkan, tükürüğün başı boş, fakat kararlı seyrini izledi. “ Proje işi yaş, görüyoruz.” “Hayur! Hoyurr! Nötrunth ztönferon aw’kian!” Deney masasından iki metre kadar uzakta, likit ekranda yüz yıl öncesinin panoramik fotoğraflarıyla slayt gösterisi yapan penceremsinin önündeki minyatür zeytin ağacının saksısının arkasında duvara dayanmış dolabın orta bölmesindeki antika ekolayzerli teybin göstergeleri hareketlendi. Maviden sarıya, sarıdan yeşile yükseldiler ve yeşilin tepe noktasına yakın durdular. Profesör başıyla teybi işaret etti: “İşte o çok methe değer ve dahi ehemmiyetli projemizin duyargaçları, senin farkına vardılar. Amigdalan selamlarını iletti projeci arkadaşlarına. İki kuble daha el sallarsa, imha düzeneği harekete geçecek ve ikimiz de odayla beraber linyite döneceğiz. Linyiti hatırlar mısın güneyli? Sizin oralarda bol çıkarılırdı. Hatırlamazsın, nereden hatırlayacaksın? “Lüe’m floth longloh chukroh!” Ekolayzerin göstergeleri yeniden hareketlendi. Yeşilde iki basamak daha yükseldiler; bu noktadan sonrası kırmızı alarmdı. “Yeter! O kadar reddediyorsun, fakat senin o nörofarmakolojin amigdalanı etkisiz bırakamıyor işte. Niye bırakmaya çalışıyor, o ayrı bir konu.” “Zöptungh!” Ekolayzerin göstergelerindeki son yeşil basamak, kırmızıya yükselmek üzere söndü. “Hayır, benim başımı da belaya sokuyorsun, fakat yaşayacağım.”, dedi Vilkan; masadan çelik bir tüp temizleme çubuğunu kaptı ve arkasına yarı dönük, Kordel’in ense çukuruna saplayıp, yukarı doğru kanırttı. Çubuk, öğrencisinin omurgasının başlangıcından geçerken bir sürtünme hissetti, ardından da östaki borusunun yırtılmasını duydu; son olarak da burnunun kıkırdak kemikleri yırtıldı. Ekolayzer sakinleşti ve uykuya daldı. Bütün bunlar bir saniye kadar sürdü. Profesör Vilkan, geriye üç adım atarak odada gözlerini gezdirdi. Kordel’in genzini delip geçen çubuğun bir ucu koltuğun baş kısmından uzayıp gidiyor, bedeni de koltuktan kayarken çubuğa asılmış, gevşemiş bir şekilde koltuğa yayılmıştı . Huzura kavuşmuş, Güney Ön Asyalı veya şehirli olmaktan çıkmış, safi bir vücuda dönmüştü; bir insan vücuduna. Neredeyse hiç kan yoktu. Çubuğun ucunda Kordel’in amigdalası, telaşsız sallanıyordu. Amigdala alarmını, şehrin ölümcül imha mekanizmasını atlatmıştı. Fakat, odanın ortasındaki başka bir sorunla baş başa kalmıştı. Kordel’in cesedini, fark edilmeden ortadan kaldırması imkansızdı. Profesör olması, odasına amigdala duyargacı konmasını önleyememiş, fakat, en azından, kamera yerleştirilmemesi gibi bir ayrıcalığa sahip olmasını sağlamıştı. “En akıllıca olanı kaçmak.”, diye düşündü. İdam veya müebbet hapis gibi cezalar kaldırılalı çok uzun zaman olmuş, ancak Hukuk Tarihi gibi derslerin konularında madde olarak rastlanır hale gelmişlerdi. Öldürmenin cezaları, idamdan daha tuhaf ve de en korkucu, bilinmez hale gelmişti. Bilgi hırsızlığı, cenine tecavüz gibi eylemlerin cezaları açıktı: Failler, şehrin sınır bölgelerinde temizlik ve güvenlik işlerine gönderiliyor; sınır yığınağı kimyasal atıkların patlaması, şehre girmeye çalışan, karınları sırtlarına yapışmış yabancılara yem olma gibi tehlikelerden sağ kurtulabilme durumlarında, şehir toplumu içerisindeki konum ve saygınlıklarına, sabıka kayıtları yapılmaksızın devam edebiliyorlardı. Fakat, öldürmek… Katillere ne yapıldığı söylentilerden ibaretti. Duvar diplerinde sayrık bir şekilde kendi dişleriyle barbut oynarken ya da dışkılarını yerlerken görüldükleri hikayeleri, duyduklarından ikisiydi. Kordel’in bedenini, sarsılarak burnundaki iki damla kanın döşemeye düşmesini engelleyecek şekilde, yavaşça dolaba doğru sürükledi. Vakumlu kapağı açtı, Kordel’I oturur şekilde bölmeye yerleştirdi, kapağı kapadı ve kilitledi. Böylece, dolap, uzun süre kokuyu veya şişip patlayan vücudunun sıvılarını sızdıramayacaktı. Yürürken bir iki bakış attığı odadan çıktı ve kapıyı, hiçbir telaş emaresi göstermeden örtüp kilitledi. Ne hızlı, ne yavaş adımlarla koridordan döner mermer merdivenlere yöneldi. Merdivenlerin iki yanında sıra sıra yükselen sütunlara, çocukluktan kalma alışkanlığıyla parmaklarını sürte sürte aşağı indi. Beyaz önlüğünün eteğini rüzgarda savurarak, ağaçlı yoldan okulun büyük demir kapısına yürüdü. İki dakika sonra eflatun bulutların dans ettiği kırmızı Beyazıt akşamındaydı. Meydanda üç görevli tütün içen birini yakalamışlar, ciğerlerine su enjekte ediyorlardı. Su en iyi bronkodilördü; ciğerlerdeki katran ve diğer yabancı maddelerin sıvılaşarak ağız yoluyla atılmasını sağlıyorlardı. Tütünün açık ve kapalı tüm mekanlarda yasaklanmasının üzerinden uzun zaman geçmişti. İçilmesindeki inadı anlayamamıştı. Şimdi de uygulamayı anlayamıyordu. Tedavi miydi, ceza mıydı?

    Can hıraş çığlıklar atan adama boş gözlerle bakan kalabalığa sürtünerek yoluna devam etti. Sigaraları uç uca eklediği günler aklına geldi. Samanlı sigaraların turuncu filtresini boyuna delerek, Arjantin usülü sigara içimini arkadaşlarına öğrettiğini hatırladı. Gülümsedi. Ne kadar yeri vardı hayatında. Öğrenciliğinde, okuldan boğulduğunda, merkez kampüsün üzerinden koyu, yeşil bir dumanın yükseldiğini görürdü uzaktan. Duman, koyulaşır, önce bütün Beyazıt’ı, ardından Kapalıçarşı’yı, Vefa’yı, Unkapanı’nı, Haliç’i, Galata’yı, Sarayburnu’nu ve sonra, her yeri kaplardı. Her yer, tek bir hücreye dönüşür, hücrenin çekirdeğinde son raddesine ulaşan duman devinimleri kapkara bir ağzı andırırdı. Kocaman kara ağızdan, aç kollar uzanır, ağlar örerdi. Evet, şehrin sinir ağları. Şehir. O zamandan, derslerini nasıl geçeceğinin ve parasını nasıl yetireceğinin sanrıları arasında gidişatın erişeceği noktayı ve gidişatın niyetini görmüştü. Okulun üzerinde koyu, yeşil dumanı yeniden hissetti. Arkasına dönüp baktı; görevlilerin ağına takılmış adamın ağzından boşalan yeşil köpükleri gördü. Duman yoktu. “Şehir. Sinir. Şehrin tek hücresinden çıkan sinir ağı. “ Kaçışının sebebi, Kordel’in vakumlu dolapta oturan cansız bedeni olmaktan çıktı birden. Sosyal evrim projesinin kara ağzından iştahla uzanan ağlara takılmadan. O ana dek takılmadığına şaşırdı. “Şehir. Sinir. Şehrin tek hücresinden çıkan sinir ağı.”, diye sesli tekrarladı. Meydanın girişindeki güvenlik görevlilerinin kulakları dikildi. Ne kadar da steril yetiştirilmişlerdi ve aykırılıklara algıları ne kadar da açıktı. Sendeledi. Dudaklarını gererek büzmüş kadının bakışlarıyla karşılaştı. Kendini yana attı. Güvenlikten biri, iki adım atar gibi oldu, durdu. Sinir ağlarına takılmadığına şaşırdıkça, takılmaya yaklaştığını fark etti. İlk krizi hatırladı. Ekonomi ile ilgili demeçleri. Toplantıları. Hiç de finansal bir kriz değildi. Yeni bir modelin inşası için bir adımdı. Aslında, o zamana dek, pratikte bir model söz konusu değildi . Herkesin farklı yemeklerden hoşlanabiliyor oluşu bile bunun göstergesiydi. İki kriz sonra ise, model uygulamaya konulmuş, ince dantel ağları ile örülen tek hücreli kaba kuvvet, en küçük bir yaşam alanı bırakmayacak şekilde hakim olmuştu. “Biz, bir kitabın ön sözüyüz.”, diye tekrarladı Vilkan. “Trenden el sallamak, ucuz bir şarap gibi. Her şey bitti. Son. Kompartımanın kaloriferi üstündeki bira kutusu bükülüp fırlatılacak . Bagajlıkta kaçak yolculuk yapan çocuk ise çoktan umarsızca atıldı trenden deve dikenlerinin üstüne. Zımbayla delinen yeşil karton biletler, garın camekan müzeciğinde bile yoklar artık. Kondüktör gelecek, ‘Son istasyona kadar gitmiyorsunuz, burada ineceksiniz.’, diyecek. Tren devam edecek. İçinde göreceğiz kendimizi yine de. Lambalar üstümüzden giderek hızlanarak resmi geçit yapacak ve düz bir ışıkta yitip gideceğiz.” Profesör Vilkan, bir zamanlar tramvay işleyen rayları geçti, kendini Gedikpaşa Yokuşu’ndan bıraktı. Buralar, Vilkan’a nedense, tek hücrelinin ağlarından uzakta gelmişti. Kırmızı akşam, yerini karanlığa bırakıyordu. Kıvrılan, dar bir sokağa saptı. Soluklandı. Kapanmış, bir kısmı yıkılmış atölyeler; küflenip yırtılmış yarı açık kepenkleriyle, terk edildiği zamandan beri fazla el değmemiş olan bu bölge, profesöre huzur vermişti. Gülümsedi, sokağın derinliklerine yürüdü. Sokak karanlığa kıvrılıyordu. Aniden durdu. Bir hısıltı duymuştu. Emin olmak için sese doğru yavaş bir adım attı. Karanlıkta parlayan önce bir , ardından iki, sonra da altı çift kırmızı gözle karşı karşıya geldi. İki milisaniyelik bir duraklama. Ve Vilkan, son sürat koşmaya başladı. İki milisaniye. Amigdalanın tepki vermesinde geçen süre. Sosyal evrim projesinin nörofarmakolojik uygulamalarının amigdalayı kontrol altına alacağını düşünmemişti hiçbir zaman. Ve projenin bu alandaki başarısızlığına sevindi. Aksi takdirde, “akılcı” bir karar almakla geçecek otuz saniyelik süre zarfında, bir anatomi dersi malzemesi ortaya çıkmış olacaktı. Kimi zaman uzaklarda kalan, kimi zamansa kulağının içinde dönen hısıltılar hiç kesilmiyordu. “Prhossffhesshörrssh! Prhossffhesshörrhh!” Ne oldukları konusunda da bir fikri yoktu. Parlayan kırmızı gözleri dışında bir şey görmemişti. Şehrin sınırlarını gördü. Eski surlara çelik konstrüksiyonla destek verildikten sonra, iç tarafa ilaveten daha yüksek bir sıra sur inşa edilmiş, sınır bölgesi güvenliği ve temizliği için geçiş yapacak görevli ve mahkum birimlerine de, iki zırhlı araç genişliğinde bir aralık bırakılmıştı. Uç imha ve infaz timleri, surların dışında ilerilerde konuşlanmışlardı; surlar ise daha çok, olası büyük bir çatışmayı uç birimlerin kaybetmesi durumunda, iç bölgelerden takviye gelene dek yabancı kuvvetleri oyalamak için mevcutlardı. Bu durumda aralığı, güvenlik birimleriyle bir sorun yaşamadan kullanabilirdi.

    Hali hazırda, ortalıkta, sur dibinde ateş yakmış demlenen bir kaç adembabadan başka kimseler yoktu. Hısıltıları duymaz olmuştu. “Atlattım mı acaba?”, diye düşündü. Yine de, aralığı, hızını azaltmadan, ardına bakmadan geçti. Yirmi metre kadar ileride, yan yatmış vagonlarıyla, yarı beline kadar toprağa gömülmüş, yosun tutmuş, cansız ve camsız bedeniyle, tramvay, ebedi istirahatinde şehir sınırı güvenlik bariyeri görevini icra etmekteydi. “Topkapı-Kabataş”. Tramvayın yanına yürüyerek gitti; böylelikle soluk alma fırsatı da buldu. Gevremiş kapıları yana iterek açtı. Bir kaç sıçan, boncuk gözleri karanlıkta ışıldayarak kaçıştı. Koltukların sadece çıkıntıları kalmıştı Bir zamanlar, yaz sıcaklarında tercih edilmesine sebep klimalardan ise, mercanı andıran kabuklu, gür yosun katmanları sarkmaktaydı. Diğer kapıya geçti. Açıktı. Adımını atacakken, hısıltıları kulağının dibinde duydu. Yetişmişlerdi. Başını çevirip bakabildi. İkisi tramvayın içindeydiler, diğer dördü ise giriyorlardı. Saç ve sakalları kirden taşlaşmışlardı. Göz bebeklerini seçebildi; donuktular. Kırmızı, damarları kan tutup göllenmiş göz aklarından kaynaklanıyordu. Üzerlerindeki katmanın giysi olduğunu, ancak yaka kıvrımlarından çıkarabildi. Keza, derileri de giysileriyle aynı renkti: içi kızıl-gri irili ufaklı irinlerle dolu yeşil öbekler; yer yer kararmış, boz ve kahverengi, çatlamış toprak dokusu. Öndeki, “Prhoosffherrsshorrshh!”, diye hıslayarak atıldı. Vilkan, adımını attı. Ayağı bir yere takıldı ve uçtu. Başını bir taşa çarptı. Göçmüştü ve kanıyordu. Baktığında, parlayan misinayı gördü. Hısıltılar, yüksek bir çatırtıda kayboldular. Tramvay ışık saçıyordu. Misina, birimleri atlatabilecek yabancıları, tramvayda kızartmak üzere döşenen devreyi harekete geçiriyordu. Şokun pencerelerden fırlattığı bir kaç sıçan, tüterek düştüler. Işık şöleni, bir dakika kadar sürdü. Etraf sessizleşti. Kalkacakken, kapıdan üstüne biri düştü. Yaşıyordu . Vilkan, “Belanı!”, diyerek üstünden atmaya çalıştı onu. Fakat, kötü bir niyeti yok gibiydi, bu yanık bedenlinin. Başını Vilkan’ın göğsüne yasladı. “Benhh de birrsh khatilimhh”, diye hısıldadı Vilkan’a. Elini götürdü. Derimsi giysisinin kıvrımlarından bir şey çıkartıp Vilkan’a verdi. Bu bir sigaraydı. Turuncu filtreli. Delinmiş, yırtılmış, çamurlanmış ve ezilmişti. Göçmüş alnından süzülen ılık kan, kulak memesini okşuyordu. Vilkan, elinde sigara, gökyüzüne baktı. Tek hücrelinin kara ağzını gördü. Devinen. Her tarafı kaplamıştı tek hücreli. Sinir ağları, ikisine doğru geliyordu. Ağlar, savrularak yaklaştı. Yaklaştı.

    Acı hissetmediler. Muhtemelen.

     
    Toplam blog
    : 1
    : 1019
    Kayıt tarihi
    : 14.04.09
     
     

    1975'te Denizli'de doğdum. Öğrenim sürecim Denizli Anadolu Lisesi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fak..