Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

02 Mayıs '09

 
Kategori
Kültür Turizmi
 

Antakya Çağırıyor

Antakya Çağırıyor
 

Hatay ve Antakya hakkında hep iyi şeyler duymuştum. Üç semavi dinin bir arada, yan yana yaşadığı, bu dinlere ait en eski mabetlerin bulunduğu kent olması, tarihi dokusu, Fransız döneminden kalma taş evleri, künefesi vesaire.

Bu duyduklarım içinden sadece “farklı inançların hoşgörü içinde yaşadığı kent” olması bile gönlümde sempati ve merak uyandırmaya yeterliydi. Türk Hava Yollarının kampanya gidiş dönüş fiyatı da sebep oldu, Antakya’da 3 tam gün kalacak şekilde kendim, eşim ve kızım için biletleri aldım.

Küçücük ve yeni denebilecek bir havaalanına indik. Çok kısa bir bagaj alma bantı var ve banta sadece bir yanından yaklaşılabiliyor. 180 kişilik uçağın yolcusunun “ben işimi her kesten önce halledeyim” düşüncesiyle yaşattığı bavulunu kapma kargaşası ister istemez “ne hoş görüsü, hala Türkiyedesin” diye sizi kendinize getiriyor. Ama bu yolcuların çoğu Antakya dışından ziyaret amaçlı gelen kişiler olduğuna göre, bu olumsuzluk da Antakya’ya ait değil. Havaalanı ile ilgili geri kalan sözlerimi dönüş yoluna saklayıp geçiyorum.

Mevsim bahar olmakla birlikte havaalanından kente giderken yol boyunca çevremde gördüğüm göz alabildiğine uzanan yeşillik Hatay’da görmeyi beklediğim bir manzara değil. Suriye ile aynı paraleldeyiz ve daha bir “kuru” iklim bekliyordum, bu, ilk anda hoş bir sürpriz oluyor.

Derken şehre girip “eski Antakya”da olan otelimize doğru Kurtuluş caddesi boyunca ilerledikçe gözüme çarpan köhnelik ve bakımsızlıkla kafamda soru işaretleri ve hafif bir hayal kırıklığı oluşuyor.

Savoy Hotel, kervansaraydan uyarlanmış, genişçe bir avlu etrafında iki katlı kare şekilli sempatik bir mekan. Giriş yapıp akşam yemeği derdine düşüyoruz fakat otelin restoranında yer yok, hava da henüz kararmamış olduğundan dışarda yemeğe niyet ediyoruz. Otelin lobisinde bir Antakyalıdan iki tavsiye alıyoruz: Anadolu Restoran ve Sveyka Restoran. On dakikalık yürüyüş mesafesinde olan Sveyka restoranda karar kılıp yola çıkıyoruz. Zaten Anadolu Restoranda yer yokmuş.

Sveyka Restoran, Kurtuluş Caddesi üzeride ve tarihi bir mekandan restore edilmiş, ikinci katta, nezih ve hoş bir ortam. Tarihi ağırlığına layık bir işletme, turistlerin beklediği standartlar mevcut ve uluslararası misafirlerinizle iş yemeği yiyebilirsiniz. Hatta kendinizi Casablanca film platosundaymış gibi hisettirebilir.

Burada ve sonra gideceğimiz restoranlarda “künefe ve bira” hariç kendim için sipariş vermiyorum. Hülya’nın ve Ece’nin sipariş ettiği nefis mezeler ve yemekler üçümüze bol bol yetiyor ve her seferinde 40 – 50 YTL civarında hesap ödüyoruz. Hatay’a gidecekseniz en azından “iyi yemek” ve “keseye uygun hesap” bekleyebilirsiniz.

Yemek konusuna girmişken Anadolu Restorandan da bahsedelim ve konuyu kapatalım. Burası Sveyka’ya göre “adını bile ona inat koymuşçasına” daha alaturka bir yer. Düz ayak ve dekor/ambiyans konusunda konsept kaygısı olmayan, ferah bir ortam. Hatta kendinizi biraz daha rahat hissetmenizi sağlıyor, daha az “classy” ama yemekleri birinci sınıf. Her iki restoranı da hararetle tavsiye ederim.

Anadolu restoranından, adı sanırım “et şato” olan içi kaşarlı köfte ile Sveyka’da tattığım patlıcan dilimleri sarılı pilav nefisti. Kalori sayıyor veya diyet yapıyor falansanız uzak durun.

Bizimkiler yemek konusunda biraz zor seçici ve tabir yerindeyse “mızmız” olduklarından biz çok otantik tabaklara girmedik ve tavuk şiş, humus, patlıcan salatası, içli köfte gibi daha yaygın bilinen yemek ve mezeleri tercih ettik daha doğrusu eşim ve kızım ettiler.

Seçimleri ben yapsaydım size daha vahşi tercihler ve sıradışı önerilerde bulunurdum, buna emin olabilirsiniz.

Antakya’da kaldıkça, ilk edindiğim “bakımsızlık” izlenimi, kentin sevimli dokusuyla, çocuğunun saçını okşadığınızda sizi kahveye davet eden sıcakkanlı insanıyla değişiyor. Açık kapılardan avlular görünüyor. Avluyu fotoğraflarken farkında olmadan kareye aniden giren ev sahibesi sizi azarlamıyor, hatta kahve ve sohbetle uğurluyor.

Sveyka Restoranın hemen sırasında bulunan Havranın içini malesef göremedik. İbadet saatleri dışında sadece özel randevuyla görülebiliyormuş. Sadece tarihi bir yapıdan ibaret olmayıp cemaatinin olması ve halen bu orijinal amaçla kullanılıyor olması ilgi çekici.

St. Peter katedralini anlatmaya sözler yeterli değil. Dağın içine oyma şeklinde yapılan ve İncil’i yazan azizlerden biri tarafından ilk olarak kullanıldığı söylenen ve kabul edilen ikibin yıllık bu mabet Hıristiyanlar için bir kâbe niteliğinde. Mabette, taban mozaiklerinin bölük pörçük de olsa günümüze kalması bir şans. Çünkü mozayiklerin olmadığı yerlerde zemin toprak. Yani koruyacak veya bozulacak bir şey yok. Bu kilise belli bir koruma altına alınmış ama yer mozayiklerinin yenilenmesi kaçınılmaz. Çünkü toprak zemini haftada bir süpürseniz, yüz senede dışarı bir kamyon toprak atarsınız. Üstelik turistler dolaştıkça zaten nemli olan zemin toprağı orijinal mozayiğin üzerinde çamur tabakası oluşturuyor. Bu kilise hıristiyan uzmanlara danışılarak hatta belki de doğrudan doğruya onlara yaptırılarak mutlaka elden geçirilmeli. Örnekleri de olduğuna göre en azından mozaik zemin restore edilmeli.

Antakya’da bir de şelale var, Harbiye semtinde.

Aman Allahım.

Bir doğal güzellik sömürülmek için bu kadar mı katledilir, inanılır gibi değil.

Kentini seven, yurdunu seven, doğayı seven birisi bunu yapamaz.

Bir iki örnek vereyim de gerisini siz hayal edin.

Şelalenin bulunduğu yer sanırım bir restoran işletmecisine kiraya verilmiş. O da “bu şelale benim” der gibi ortasına lök diye restoranı kurmuş. Masaları, ayaklarınız suda olacak şekilde suyun içine kurmuş. Restoranın kamufle ettiği ve görünmeyen şelalenin suyunu mesela ağaçların gövdesini delerek içinden geçirmiş üstünden akıtmış.

Bir de utanmadan şelalenin 50-60 yıl önceki halinin fotoğrafını çerçeveletip oraya asmışlar. Her halde yarattıkları eserle gurur duyuyorlardır.

Beş dakikadan fazla dayanamadık ve çıktık, oradan tek güzel anım pamuk şekeri satan 5 – 10 yaşlarında üç kardeşti.

Antakya Arkeoloji Müzesi, ya da Mozaik Müzesi, kentin tam merkezinde inanılmaz bir tarihi mozaik koleksiyonu.

Fakat bu konuda merak ettiğim bir şey var. Müzede gördüğüm mozaikler yere veya duvara sabit olarak döşenmiş. Dolayısıyla buradan alınıp başka bir ülkede sergilenip geri getirilmesi söz konusu değil.

Hadi ondan vaz geçtik, bu binaya bir şey olsa, bu mozayikleri bina ile birlikte yok olmadan kurtarmak, ya da zarar vermeden kurtarmak mümkün değil.

Bu kaygıyı ister istemez duydum. Eğer bu konuda bilmediğim, ya da gözden kaçırdığım bir şey varsa beni rahatlatacak her türlü bilgiye açığım. Aksi taktirde binlerce yıl öncesinden bize intikal edebilmiş bu kültür hazinelerini kendi ellerimizle son mekanlarına, ya da mezarlarına gömdüğümüzü varsayıp üzüleceğim.

Gelelim hava limanına: Antakya, bir zamanlar devlet dahi olmuş Hatay’ın başşehri, çok önemli bir kültür ve turizm merkezi. Hal böyleyken, İstanbul’da Antakya havaalanının bekleme salonundan daha büyük salonu olan binlerce apartman dairesi var. Bekleme salonunda toplam 32 kişilik oturma yeri var ve THY bu alana 180 – 200 kişilik uçaklar indiriyor.

Bunu bir kere bu hale soktuktan sonra havalimanı yöneticileri ağzıyla kuş tutsa kimseyi mutlu edemez.

Dönüş uçağımız 40 dakika gecikti. Yolcular bekleme salonuna sığmadığı için uçağa gidiyormuş gibi kapı açıldı ve yolcular on metre ileride bir güvenlik bandıyla karşılaştı. Hava güzel olduğundan ellerde çantayla ayakta beklemek dışında büyük bir sorun yaşanmadı ama hava bozuk olduğunda bu küçücük salonlarda konserve misali bekletilen insanlar adına utandım. Gözlerim endişeyle etrafta yabancı bir turist aradı, hani biz sürü yerine koyulmaya alışığız da, bir ecnebi turistin bize “aptal üçüncü dünyalılar” der gibi bakması onuruma dokunuyor. “Tamam, bu coğrafya (Türkiye) bu çapsız ve yeteneksiz yöneticilerden çok üretiyor ama vallahi hepimiz öyle değiliz” diyesim geliyor bu turistlere.

Yazının bu kısmı, Antakya havaalanını tasarlayan, inşa eden çapsız, yeteneksiz, mimar, mühendis ve yöneticilere ithaf edilir.

Ben Antakya için olan iddiamdan yine de vaz geçmiyorum. Bu kadar değerli bir ürün ancak bu kadar kötü paketlenebilir.

Bir kere, burada elmalarla armutları ayırmamız lazım. Fransız döneminden kalma özgün tarihi taş yapılarla iç içe var olan çirkin sıvası dökülen, üzerinden paslı demirler fışkıran betonarme binalar yakışmıyor. Ellerinizi açsanız parmak uçlarınız her iki taraftaki eve değecek kadar dar sokaklar ve o sokaklarda yaşayan insanlar çok güzel ve özgün.

Birilerinin bu kentin farkına varıp, ona sahip çıkıp, onu korumacı ama akılcı ve her şeyden önce uzman bir gözle toparlaması lazım. Bu biraz da kaynak gerektiriyor ama Antakya bunu en az diğer kentler kadar, hatta daha fazla hak ediyor. Üstelik de kat kat geri getirme potansiyeline sahip.

Birkaç söz de Samandağ için etmeden bitiremeyeceğim: Pazartesi müzeler de kapalı olduğundan araba kiraladım ve deniz kenarındaki Antakya’ya yarım saat mesafede bulunan Samandağ ilçesine gitmeye karar verdik.

Ana yoldan biraz ayrılıp ülkemizdeki tek ermeni köyünü de ziyaret etmek için dağ yoluna saptım. İyi de yaptım ve kuzeyindeki tepelerden Samandağ’a yaklaşmaya başladım.

Yukardan manzara müthişti. Abartmıyorum, yer yer yüz metreyi bulan genişlikte dümdüz ve kilometrelerce uzunlukta bir Akdeniz kumsalı doğrusu göz kamaştırıyor.

Fakat Samandağ’ın içine sokuldukça neye uğradığımızı şaşırdık. Antakya için bakımsız dedim, özür dilerim, Samandağ adeta terk edilmiş western kasabalarını andırıyor. Sahile giden genişçe bir yol buldum ve çukurların arasından slalom yaparak toz toprak içinde yaklaşık on dakika araba sürdüm. Sonunda sahile ulaştım ve muhteşem plajını yakından gördüm.

Sonradan öğrendim ki bu gördüğüm yol, Samandağ’ın ana caddesi Deniz Caddesiymiş.

Bir kentin bu kadar geri bırakıldığına inanmak çok zor. Hele bu kent dünyanın tek parça halinde en uzun plajına sahip ise bu zihinleri tırmalayan bir soru haline geliyor.

Söylemesi benden, ihbarsa işte ihbar, muhbirse işte muhbir. Samandağ’ın son birkaç dönem görev yapan belediyelerin bütçelerini nasıl harcadığını sorgulayın, mızrak çuvala sığmaz, bu kadar geri kalmışlık da beceriksizlikle açıklanamaz.

 
Toplam blog
: 130
: 2132
Kayıt tarihi
: 28.06.06
 
 

İnsanın kendini anlatması zor, gereksiz de! Yaptığı işlere bakmak yeter, ne gerek var fazla i..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara