Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Aralık '08

 
Kategori
Tarih
 

Atalarımız aslında nereli?

Atalarımız aslında nereli?
 

Hatti güneş kursu - Yüzde yüz yerli..


Atalarımız aslında nereli?

Bu sorunun yanıtı biraz karışık aslında. Atalarımızın bir kısmının dilini ve kültürel özelliklerini bugün baskın karakter olarak sahiplenip, taşıyoruz. Buraya kadar herşey yolunda. Peki ya göz ardı ettiğimiz diğer atalarımız?

Türkçe konuşan kavimlerin Anadolu’ya göçleri sırasında - en şiddetlisi MS 10.yy civarında - Anadolu boş muydu sanıyordunuz? Bilimsel bulgular bunun tersini söylüyor. İşte şimdi bahsedeceğim bu yerli Anadolulu kavimler bizim “diğer atalarımızı” teşkil ediyorlar.

Aslında bu tarihi gerçek, bizi bu topraklardan çıkarmak isteyen, işlerine gelmeyince bize şirretçe “artık buraları bize bırakın; siz de geldiğiniz yere, Orta Asya’ya geri dönün!” diyen birtakım odakların argümanlarını çürütüyor. Çünkü eğer atalarımız buralıysa, biz de buralıyız ve onlardan bize kalan bu topraklarda, birinci derecede torunları ve mirasçıları olarak sonuna kadar hakkımız var.

Anadolu’daki insan yerleşimini MÖ 9500’e kadar geri götürmek mümkün (bkz. Çatalhöyük ve çağdaşı olan diğer Anadolu yerleşim ya da kült merkezleri). Tarih sahnesinde kendine yer etmiş en eski Anadolu devletleri ise (Hititler, Frigler, Urartulular, Orta ve Doğu Karadeniz halkları vs.) nisbeten daha geç dönemlerde (MÖ 2000 ve sonrası) belgeleniyorlar. Bu halklar belirli dönemlerde, muhtemelen “dışarıdan”, Anadolu’ya gelmişler ve buradaki “yerli” etmenlerle kaynaşıp, “Anadolulu” olmuşlar, yani dünyada bir eşi daha olmayan yerli Anadolu kültürünü ve birikimini oluşturmuşlar. Tıpkı, -bir teze göre- Kafkasya’dan Anadolu’ya geldikleri söylenen Hititlerin, yerli “Hattiler”le kaynaşarak, bugün bize bir kısmını miras bıraktıkları kültürel ve siyasi yapıyı oluşturmaları gibi.

Kıtalararası bir geçiş noktası olan Anadolu, tarihi boyunca farklı kavimlerin göçlerine maruz kalmış sürekli. Her gelen önceden yerleşik olan kavimlerle genetik ve kültürel olarak kaynaşmış. Ve tüm bu zaman zarfında, Anadolu halkı, bu topraklardaki yaşantısına ve evrimine kesintisizce devam etmiş.

Arkeoloji ve tarihle uğraşanların “kültürlerin devamlılığı” olarak yorumladığı bu duruma hemen aklıma gelen birkaç basit örnek vermek istiyorum:

Hitit dönemine tarihlenen buluntularda saz, zil ve davul gibi müzik aletlerine rastlıyoruz. Özellikle şenliklerde, zil ve davul çalmak bir gelenekti.
Çorum’da da 1950’lere kadar, asker uğurlamalarında özellikle zil ve davul çalınması sadece bir tesadüf mü?

Yine Hitit döneminde, saz çalanlar el parmaklarından birine bir ip bağlarlar ve ipin ucunu aşağı doğru sarkıtırlardı; İç Anadolu’da hala zaman zaman rastlanabilen bir gelenek.

Alevi semahlarındaki dans figürlerinin bazılarının kökenini Hitit dönemine kadar geri götürebiliriz. Aynı durum Mevlevi ayinlerindeki figürler için de geçerli.

Anadolu halklarında, komşuları Perslerde olmayan, kadına saygı (ana tanrıça kültüne bağlı olarak), Asur ve Mısır’da olmayan, hoşgörülü bir adalet sistemi ve gelişmiş bir hukuk düzeni vardı. Yumuşak görünüşlü, gülümseyen, adeta “insanlaştırılmış” Anadolu aslanı ile saldırganca dişlerini gösteren Mezopotamya aslanını karşılaştırmak bile Anadolu’nun kendine özgü düşünsel ve duygusal karakterini anlamak yolunda ipucu sunar bize. Tabi birtakım olumsuzluklar da o dönemden kalan mirasa dahil gibi; örneğin Anadolu – Asur ticaret kolonilerini inceleyecek olursak; Anadolulu tüccarların, Asurlulara göre okuma - yazma konusunda biraz daha tembel oldukları gözlemlenmekte. Sanki bugün de kırsal nüfus için hala geçerli bir durum.

Şimdi de MÖ 2000’lerden, MÖ 200’lere atlayalım. Bakın “Kale ve Sur: Ankara Kal’ası” (yazan Akın Atauz) isimli makaleden ilginç bir pasaj:
“ … Galatların (ya da Romalıların Gallus/Galli terimi yerine Helenlerin deyişiyle Keltlerin) Güney Fransa’dan kalkıp Anadolu’nun ortasına gelip yerleşmesi ve Ankara’yı kentleri / başkentleri olarak seçmeleri, neredeyse modern serüvenlerle yarışacak nitelikte ilginç bir öyküye sahiptir…Ankara Kalesi’nin kökeninin bir Galli veya Kelt kalesi olduğunu düşünmek, sonra da onların, Avrupa’nın ta öbür ucundan kalkıp gelerek, tiftiğinden daha sonra sof yaptığımız keçilerin kılından çadır dokuduğunu, dünyanın en güzel “göz kamaştırıcı beyazlıkta” ekmeklerinin pişirilmesi için buğday ürettiğini, bu toprağa, Ankara’nın da içinde bulunduğu bu bölgeye adını verdiğini, burayı Galatya yaptığını ve bizim de bugün onların adlandırdığı topraklarda, kimbilir kaçıncı kuşak torunları olarak yaşadığımızı düşünmek, önceleri tuhaf geliyor…”

İşte size nisbeten daha geç bir dönemden Ankara halkı panoraması. Bu insanlar eriyip yok olmadıklarına göre, neden hala aramızda yaşıyor olmasınlar?:)

Helenistik ve takip eden Roma hakimiyeti dönemlerinde, Galatların başka komşuları da vardı; Luviler, Likler, Kilikyalılar, Bitinyalılar, Ege ve Karadeniz’deki eski Fenike ve yeni Yunan koloni şehirleri gibi.. Tüm bunlardan geriye kalan miras arasında en göze çarpıcı olanlar, mimari unsurların yanı sıra, dil ile ilgili öğeler, örneğin isimler. İkonium’un Konya, Heraklia’nın Ereğli olarak Türkçeleştirilmesi, Erzurum’un aslında Arz-ı Rum, yani Roma toprağı olarak adlandırılması, Kayseri’nin isminin Kayseriye’den (ünlü Roma diktatörü Cesar’ın adının, ardılları olan Roma imparatorları tarafından unvan olarak kullanılması) gelmesi şimdi aklıma gelen birkaç örnek. Çok daha yeni dönemlere, örneğin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine bakacak olursak; Anadolu’daki bütün o kavimler çeşitliliğinin yarattığı bir kültür zenginliği içinde buluruz kendimizi. Aslında Karamanoğlu Beyliği’nin halkı olarak öz be öz Oğuz Türkü olmalarına ve Türkçe konuşmalarına rağmen, Yunan alfabesi kullandıkları için mübadelede Yunanistan tarafına verildikleri rivayet olunan Karamanlılar, Osmanlı ile yaptıkları savaşı kaybederek bugünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan Azerbaycan ve İran Azerbaycan’ına göç ederek bölgeyi tamamen Kürtler’e bırakan yüzbinlerce Akkoyunlu çadırı, Trabzon’daki çoğu köyün eski isimlerinin Rumca olması, Rize’nin Kaçkar dağları eteklerindeki çoğu Ermenice isimli yaylalar ve köyler, Artvin Hopa’daki esrarengiz Hemşin popülasyonu, Güneydoğu Anadolu’daki 1960’larda bile varlıklarını koruyan Ermeni köyleri, Kürt yurttaşlarımız, Süryaniler..Halihazırda varolan bu halkalara ilaveten göç halen sürmekte: Yakın dönemde Kafkasya ve Balkanlardan göç eden topluluklar en akılda kalıcı olanları. Bunun sonucu oalrak bugün Eskişehir halkını Manav Türkleri, Bulgar göçmenleri (Pomaklar?) ve Kırım göçmenleri (Tatarlar) olarak sınıflandırmak bile mümkün. Alanya’daki Alman popülasyonu veya Polonezköy gibi tebessüm ettiren örneklerden de bahsedilebilir tabi; daha küçük ölçekli, ama tamamen farklı bir kültürel yer değiştirme olarak.

Konuyu biraz dağıttım ama sonuç olarak, biz bu kültürlerin ve halkların mirasçısıyız. Orta Asya’dan gelen şaman veya “nisbeten heterojen tarzda” müslüman atalarımıza ve onların mirasına saygımız sonsuz ama diğer atalarımızı da göz ardı etmeyelim. Orta Asya kökenli atalarımız, bu yerlilerle kaynaşarak Anadolulu oldular ve bize bugünkü genetik ve kültürel yapımızı, inanç ve değerler sistemimizi ve üzerinde yaşadığımız toprakları miras bıraktılar. Fatih Sultan Mehmet Han’ın kendisini gerçek bir Anadolu kenti olan Truva’nın kralının mirasçısı olarak gördüğünü belgelerden biliyoruz. 1. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’yi savunan Mehmetçikler de, işte bu kadim Truva halkının torunlarıydı.

 
Toplam blog
: 9
: 1698
Kayıt tarihi
: 11.11.08
 
 

1976 yılında Ankara’da doğdum. Elektronik Mühendisiyim. Halen bilişim teknolojileri alanında hizmet ..