Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ocak '11

 
Kategori
Felsefe
 

Ayrı dünyalar

Ayrı dünyalar
 

Onu, elmaya sarkmadan önce düşünecektiniz...


Uzun kristal kadehin içinde ışığın kırıldığı sarımsı saydam rengi ve
aşağıdan yukarı dans ederek yükselen minik kabarcıkları bir süre seyretti…
Kadehi ağzına yaklaştırırken derin bir nefes eşliğinde Perigon'dan bir yudum aldı.
Şöyle bir ağzının içinde dolaştırdı.
Diliyle damağı arasına sıkıştırarak küçük yudumlar halinde boğazından süzülmesine izin verdi.
Ve son anda derin bir nefes daha alarak şampanyanın iç gıcıklayan kokusunu ciğerlerine çekti.
Ve yaşadığı mutluluğun hafif yakıcı tadını,
tüm vücudunda hissederek damarlarına sızmasını ve kanının sıcak sıcak akmasını bekledi.
Azıcıkta ruhuyla, duygularıyla da ilgilenmeliydi.
Ve şu anki ruh haline hangi müziğin en uygun ne olabileceğini düşündü...
****
Daha yeni açtığı şişeden doldurduğu cam kadehe gözünü dikti.
Gölgede kalan şarabın kızıl rengi gözüne takıldı.
Azıcık matlık vardı ama buna dikkat etmediği gibi önemi de yoktu…
Aceleyle büyük yudumlar halinde içti.
En iyi şarap kadehte kırıtan değil, midede kıvranan olmalıydı..
Boğazındaki acı yanmanın, damağındaki kekremsi tadın ise farkında bile olmadı.
Aceleyle yenilen şakşukanın sarımsaklı sosuna büyük bir lokmayı batırmasıyla yok etmesi de bir anda oldu.
Bir yandan da kırmızı mayi çoktan şişeden cam kadehe aktarılmıştı.
Aceleyle ikinci kadeh kalktı ve aynı hızla fondip...
Azıcık arkaya doğru yaslandı ve ağzındaki sarımsak kokusu eşliğinde,
Karın duvarının gerilmesiyle karışık, midede oluşan şişliğin verdiği yanmadan aldığı hazla etrafına bakındı.
Büyük bir iş başarmış olmanın keyfiyle ızgara balık eşliğinde soğan diliminin yarısını götürdü…
İşte mutluluk bu… eyleniyoruz beeee….
Bir şeyler de çalmalıydı, şarkısız olur mu?...
"Kafayı tam bulmalıyım" diye düşündü...
****
Arkasına yaslandı.
Hafif aydınlatılmış ortamın loşluğunda derinden yayılan sese kulak verdi..
Sonra yaylıların derinden yaklaşmasına ve giderek çoğalmasına odaklandı.
Davulun zilin, piyanonun ve diğer abi yaylıların bu şenliğe katılmada ki acelesini bir bir dinledi...
Sopranoların, tenorların seslerinin de yavaşça derinden derine ama hüzünlü bir coşkuyla katılmasına kulak verdi.
Enstrümanların hep birlikte giderek şiddetlenmesini hatta agresif hal almasını,
ve insan seslerinin de bu yarışa, uyum içinde katılmasının yarattığı keyfin zirvesine tırmanmaya başladı....
Enstrümanların ve çığlıkların bir süre devam eden yarışının aniden derin bir boşlukda kaybolarak son bulmasına ve
bu ani yaşanan ölümden sonra, yaylıların, hafiften hafiften, adeta korkarak, bu boşluktan yeniden canlanmasına dikkat etti.
Cesaret bulmuş olacak ki giderek yükselen yaylılara, ziller, davullar ve diğerlerinin daha da coşkuyla katılmasını izledi…
Giderek şiddetlenen sesler ve çığlıklar, boşluğun içinde, sanki kuyudan çıkmak istercesine
ardı ardına dalgalar halinde büyümeye devam ettiler....
Aklı duygularıyla işbirliği etmiş, gönlü boşluğun derinliklerindeki koyulukda bir o yana bir bu yana savruldu.
Bazan uçurumlara düşerek bazan da semaların zirvesine çıkarak gidip gelmeye başladı...
Bazan da denizin dalgalarına kapıldığını sandı, rüzgarın girdaplarına da savrulmakta olduğunu hayal etti..
Dalgalar, defalarca defalarca geldi gitti…
Önce hafifçe savurdular... sonra giderek şiddetle kıyıya vura vura dövmeye başladılar onu…
Kah kayalara çarptılar,kah altlarına sıkıştırıp tonlarca ağırlıklarıyla ezerek derinliklerine çektiler….
Sonra rüzgarların öfkesi başladı, alabora oldu, türbülansa düştü,
ne yönü kaldı ne ne kontrolü, savruldu durdu..
Fırtınalar karlı zirvelere çıkarıp üşüttüler, susuz çöllerin tozlu sıcaklığına atarak kavurdular…
Bu hengamede yaylılar baş rolde dalgalar halinde gidip geldiler… inlediler.. ağladılar... kızdılar... söylendiler...
Her defasında yarattıkları yeni kıyılara, yeni uçurumlara defalarca vurdular onu.
öyle ki aniden, kendi yarattıkları uçuruma düşercesine kaybolmak şeklinde oldu öfkelerinin dinmesi…
Ve dalgalar, hafif hafif kıyıya vurup çıplak ayaklarını yalarken bir kadının huzurlu okşayışlatrına dönüştü.
Fırtınalar da giderek ılıklaşan hafif bir rüzgâr halinde duruldu...
Denizin uzak ufuklarından mutluluğun huzurla karışık sakinliğin taşımaya başladılar hep beraber...
Gözleri kapalı, duyguları müziğe kilitlenmiş halde hissettiklerini yaşadı…

Ben olsam, aniden oluşan o derin boşluktan sonra, "sokulgan bir kedi gibi" bitirirdim besteyi, diye düşündü..
Müziğin anlattığı evrenin oluşumu muydu, Ademle Havvanın kovuluşu muydu
yoksa, kıyametin kopuşu muydu, karar veremedi...
Belki de Tanrıların öfkesiydi diye düşündü…
Ve gözleri Adem ile Havva'yı Tanrının azarlamasını tasvir eden tabloya takılı olarak
tekrar tekrar dinledi “Requiem for a dream”’i…
Kah Adem oldu kah Havva..
Ve Tanrıya yalvarmalarındaki pişmanlığı yaşadı içinde hissederek...
****
Şarap yarılanmış, sarımsak soslu şakşuka mideye indirilmişti.
Bu ziyafetin kırığı, şöyle "damardan" bir şey olmalıydı.
Bir an “çam dibine yatırmaca”yla, “kaytan bıyıklarını” nereye süreceğini şaşırmaca arasında tereddüt etti.
Yoksa, “batsın bu dünya” olayına mı girmeliydi, ya da, klasik müziği mi katletmeliydi...
“bu ne sevgi ah.. bu ne ızdırap... nasibim olsun bir yudum şarap” ya da “elveda meyhaneci” mi…
Eh... zaten dokuz tane türkü vardı bildiği… ama hepsinin de ahlat üzerine olduğunun farkında değildi…
Hangisi daha iyi gider, acaba hangisi bu akşamki karizmasına daha uygun olurdu…
Ve “şarap mahseninde yıllanır” da kararkıldı… içti... içti... içti....
Böyle anlarda hemen akla gelmiyordu ki bildiği diğer ahlatlar...
Keşke daha çok ezberleseydim, bak böyle anlarda müzik yine lazım oluyor, diye düşündü....
Gözleri duvardaki tabloda balıketli çıplak kadının ak göğüslerine kilitli halde yeni bir şişe söyledi...
xxxx
Hay Allah... Bak şimdi, ben de karasız kaldım..
Acaba bundan sonra, bu türlerin “yemek yemelerini” mi karşılaştırsam, yoksa “sevişmelerini” mi..
Yoksa bunları “resim sergisine” götürüp tepkilerini mi izlesem,
Ya da “su balesi” ne götürüp "diğer türün" salyalarını mı gözlesem..
Aman boş ver bu defteri kapattım… Zaten dokuz köyden şut durumları…
Onuncu köy diye bir şey zaten yokmuş... resmen Araftayız..
Üstelik “şarapçı” da söylenmeye başladı…
"Ne hor görüyon len.. Başlarım şimdi senin Clint Mansell'ine de
Mozart’ına da zartına da haaa”…
;
Eyvaaah yandaşları da katılmış olmalı ki bu protestoya, kulaklarım uğuldamaya başladı....

Yawww... tamam kapattım, daha yazmayacağım diyorum…
Ancak.... azıcık “bohem” takılmanın “olimpiyat dallarının çoğuna katılamadığımız”,
Ya da "güzel sanat ürünlerine" rahatlıkla "ucube" diyebildiğimiz,
Ya da tüm sanat dehamıza dayanarak "içine tükürmeye" kalktığımız gerçeğiyle ne ilgisi var…
Ben, zaten “bir delini hatıra defterini” karalamaya başlamıştım, yanlışlıkla bloga düştü.…
Yok sayın... "galiba kafayı yedi" deyin geçin...
...ve isteyen devam etsin "ucubelerin içine tükürmeye"... nasıl olsa sizle ilgisi yok...

 
Toplam blog
: 193
: 1045
Kayıt tarihi
: 01.08.07
 
 

Bilecik doğumluyum. Emekli Eğitimciyim. Ankara'da ve yazları Kuşadası'nda yaşıyorum Günlük uğraşl..