- Kategori
- Gündelik Yaşam
Ayrık Otu

Siz gerçekten bu dünyada seçme şansınız olduğuna, seçimlerinizin kendinize ait olduğuna inanıyor musunuz?
Dünyaya geliyorsunuz yerkürenin herhangi bir coğrafyasında ve biyolojik iki cinsten biri olarak. Daha en başta dünyaya geldiğiniz coğrafyada cinsiyetinize dayatılan kurallara tabiisiniz. Sonrasında o coğrafyanın dinine mensup olarak doğuyorsunuz. Aslında daha en başından başlıyor medeni kölelik. Sonrasında ise var olduğunuz toplumun kültürü. Daha büyürken tercihleriniz şartlandırılmış. Nasıl yaşayacağınız, neye inanacağınız, cinsiyetinizin gereklilikleri ile kuşatılmış bir ortamda aslında sizin için baştan verilmiş kararları kendiniz veriyormuşçasına bir aldatmacayla geçiyor hayatlar.
Hangimizin “ben bu toplumun kurallarını beğenmedim” deme şansımız var? Belki ergenlik delikanlılık döneminde isyanlarımız oluyor. Sonuna kadar birlikte mücadele edeceğinizi sandığınız silah arkadaşlarınız birer birer toplumun kurallarına uygun yaşama geçince Don Kişot gibi kalakalıyorsunuz. Nereye kadar isyan nereye kadar mücadele; en sonunda siz de size biçilen role bürünmeye başlıyorsunuz.
Şanslıysanız cinsiyetinizle barışıksınızdır ve iki cinsten birine aitsinizdir ya ikisine de ait değilse ruhunuz? Ya hiçbir din size mantıklı gelmiyorsa ve bilinç süzgecinden geçirdiğinizde “başka bir açıklaması olmalı” diyorsanız. Ya sizin inandığınız tanrının dünyada karşılığı yoksa? Ya siz tanırının kendisine inanıldığının gösterilmesine ihtiyaç duymayacak kadar yüce bir varlık olduğuna inanıyorsanız. Ya siz başka tanrının çocuklarıysanız?
Lafı uzatmaya gerek yok; ya siz gerçek bir ayrık otuysanız; içinde yaşadığınız topluma rağmen “benim tercihlerim, benim kararım” demek kolay mı sanıyorsunuz. Yolun daha başındayken ayrık otu olduğunuzu anlayan ebeveynleriniz tarafından fişleniyor ve “arızalı” muamelesi görüyor ve benimsenmiyorsanız. Düşüncelerinizi dile getirmeden, hayatınıza yansıtmadan içinize gömmeye şartlandırılıyorsanız; hangi seçim özgürlüğü? Kendimize ait olmayan değerleri sahiplenmek ve onları kutsamakla mükellef kılınıyoruz dört bir yandan. Toplumun ortak değerleri denen şeylere dil uzatmak yürek ister. Peki ya siz sanıldığı kadar “asi ruhlu” değilseniz. Sadece farklı düşünen naif bir ayrık otuysanız. Ne yaparsınız? Toplumsal dışlanmayı göze alamadığınız için; derinlere gömdüğünüz düşüncelerinizin üzerine geçen yıllar boyunca toprak atarsınız. Çünkü toplumda var olmak ve mutlu olabilmek için ya düşüncelerinizi çok derine gömüp, farkındalığınızı sıfırlarsınız ya da farkındalığı yüksek ama mutsuz, toplumca dışlanmış, dolayısıyla yalnız bir hayat yaşarsınız. Eğer şanslıysanız birinci durumu yaşamayı kabul eder ve kararlarınızda, tercihlerinizde özgür olduğunuz yanılsamasıyla ve benimsemediğiniz toplumsal kuralları; sırf o sizin yaşadığınız travmaları yaşamasın diye çocuğunuza empoze ederek hayat geçer gider. Ama o kadar şanslı değilseniz gömdüğünüzü zannettiğiniz unutulmaya yüz tutmuş ayrık otu yanınız hortlak olur her fırsatta dikilir karşınıza. Kandıramazsınız o saatten sonra kendinizi.
Ne zaman bu düşüncelerimi dile getirsem en yakınımdakilerden dahi “çok düşünmemem gerektiği” tavsiyesini aldım. Oysa tüm organlarınız gibi başına buyruk çalışan bir organdır beyin ve düşünmeye programlıdır. Nasıl ki midenize “sindirim yapma” diyemiyorsanız beyninize de “yeter artık çok düşünme” diyemezsiniz.
Oysa farklı olduğunuzda farklı düşünüp farklı davrandığınızda sizi toplum dışına itmekle tehdit eden görünmez bir otorite vardır. “Bizde böyle, atalarımızdan dedelerimizden böyle gördük; böyle de devam edecek, sıkıysa değiştirmeye çalış bakalım” diye adeta kafa tutar bu otorite size. Haykırmak gelir içinden “peki ya hepsi saçmalıksa, dedelerin ataların yanıldılarsa; onların zamanında onlar ancak o kadarını görebildilerse? Ya bildiğini zannettiğin her şey yalansa? Neden bunu görmek seni bu kadar korkutuyor?” Neden hem kendini hem de beni sorgulamadan atalarımızla aynı hayatı yaşamaya zorluyorsun?
Neden senin gibi olmamak beni değersizleştiriyor. Etrafında birleştiğiniz, uzlaştığınız pek çok değere inanmıyor ve hatta bazılarına saygı dahi duymuyorum. Çünkü sorgulanmadan kabul edilmiş tüm değerlere karşıyım.
İnançlar insan eliyle yapılmış mekanları kutsal sayıyorsa ki aynı inançlar aynı zamanda tüm dünyasal şeyler için “fani” diyorsa tutarlılığı neresinde bu inancın? Tüm insanları aynı tanrı yarattıysa nasıl oluyor da aynı tanrı kendisine inanış biçimlerine göre ayrıştırıp savaştırıyor insanları? Hangi dayanak “sizin inandığınız şeklinin” en doğrusu olduğunu iddia etme hakkını veriyor size? Bu soruları sizden cevap beklediğim için sormuyorum, zira sizlerin basmakalıp dogmatik cevaplarınıza sadece gülüyorum. Tüm bunlardan dinlere karşı olduğum sonucu çıkmasını istemem. Zaten kendimle çelişmiş olurum herhangi bir düşünceye karşı çıkarsam. Çünkü derdim düşünceleri yargılamak değil, sorgusuz sualsiz cezalandırılan düşünceleri savunmak.
Toplumun bir diğer ve en temel yaşantı belirleme faktörü de cinsiyetiniz ve toplumun o cinse biçtiği rol. Kadın ya da erkek fark etmez; toplumun sizin için belirlediği roller bellidir. Ancak eğer kadınsanız; maalesef rolünüz çok daha meşakkatlidir. Çünkü özellikle benim doğduğum coğrafyada toplumun cinsiyeti erkektir. Dolayısıyla kendi cinsine oldukça torpillidir. Zaten toplumun inancı da büyük oranda belirlemektedir rolleri. Kadınların benim yaşadığım toplumda; bir erkeğin kızı, eşi, kız kardeşi, annesi olmaktır esas rolü. Hep bir erkekle ilişkilendirilince değer bulur bu toplumda kadın. Azıcık rolünüzün dışına çıkmaya kalkın bakalım; doğrudan yargısız infaz linç girişimidir cezanız. Rolünüz gereği; sesiniz fazla çıkmamalı, hareketleriniz daha çocukluktan itibaren ölçülü olmalı, talepleriniz hep minimumda olmalıdır. “Eksik etek”tir rolünüzün lakabı. Dolayısıyla öyle her şeye atlayamazsınız “erkek gibi”. Sizi takdir etmek istediklerinde “erkek gibi kadın” derler. Sanırsınız toplumda tüm adi suçları kadınlar işlemiş de erkekler sütten çıkmış ak kaşık. Dolayısıyla iyi bir şey yani erkek gibi olmak ama bir erkeğe hakarettir kadın gibi olmak. Savaşların kadınlar yüzünden çıktığını iddia ederler; oysa benim bildiğim Truva’dan başka savaş yoktur tarihte kadın yüzünden çıkan ama her zamanki gibi ben yanılmışımdır. Aklım ermez ne de olsa rolüm gereği erkek işine.
Sonra bu çok erkek toplum; size der ki “bak sen de benimle aynısın; tercihlerin var, hakların var; dilediğince özgürsün.”
Oysa yalandır, koskoca bir yalan. Hangi özgürlük? Hangi tercih benim olan? Sınavlar bile daha adildir size karşı en azından beş seçenek sunar. Oysa toplum; dayatılmış tek seçeneği siz seçmişsiniz gibi kandırır sizi.
Toplumun bir diğer önemli rol faktörü de ekonomik sistemi. Dünyayı tamamen esareti altına almış olan kapitalist sistem de en az toplumsal cinsiyet, din kadar önemlidir yaşantı şeklinizde. Ne yediğiniz, ne giydiğiniz, ne kadar kazandığınız, nasıl harcadığınız, nelere sahip olduğunuz o kadar önemlidir ki bu sistemde, tercihlerinizi sistem belirler siz onun kölesi modunda sadece seçtiğinizi sanırsınız. Herkesin en az bir evi olmalıdır, en az bir arabası olmalıdır, hatta mümkünse iki olmalıdır bunların sayısı. Eşyaya tutunmalı eşya ile kapatmalıdır mutsuzlukları, dolayısıyla hep sahip olunmalıdır bir şeylere. Dolayısıyla hedef alınması gerekenleri almayı sağlayacak parayı kazanmak için deliler gibi çalışmaktır. Düşünmeye vakit kalmayıncaya kadar çalışmak, sorgulamaya halin kalmayacak kadar çalışmak. Çalışmak öyle kutsanmıştır ki bu sistemde neredeyse çalışmaktan başka hayatta yapılacak başka bir şey yoktur. Büyük metropollerde medeni köleler olarak yer, içer, çalışır ve uyursunuz. Senede 2 hafta yapacağınız tatilde de tek düşünceniz dönüşte ne kadar bronz görüneceğinizdir. Tatilde denize gitmek yerine köyünüze gittiyseniz sizden daha “banal”i yoktur. Dolayısıyla tatil tercihiniz bile önceden bellidir. Sadece Bodrum mu, Alaçatı mı arasındadır seçiminiz. Bronzlaşmamış tenle dönülen tatil, tatil değildir zira. Hele ki tatilinizi evde geçirdiyseniz, dünyanın en acınacak insanısınızdır. “Yazık parası yok herhalde” der sizi de “olsun canım seneye gidersin” diye avuturlar akıllarınca. Oysa akıllarına; evinizde huzurlu geçirilen saatlerin; malak gibi öğlen güneşinde kararacağım diye saatlerce yatmaktan çok daha keyifli olabileceği gelmez bile.
Evlilik en sevdiği kurumdur kapitalizmin; zira tüketimi arttırıcı etkisi sonsuzdur. Düğün, dernek, eşya, ev, dam derken çoluk çocuk… Sonsuz bir tüketim kaynağıdır sistem için evlilik. Zaten inançla, toplumsal cinsiyetle işbirliği halinde herkesi evlendirmek ister. Lise yıllarında azılı feministten bir anda kaynanasının evindeki bulaşıkları yıkayıp ardından erkeklere kahve yapar hale hangi ışık hızıyla ulaştığınıza şaşar kalırsınız. Oysa evlenmeden önce “öğrenci evi tadında mobilyalarla döşeli bir ev” gelinlik giymediğiniz beyaz sade elbiseli bir nikah törenidir hayalleriniz. Her zaman olduğu gibi yine size ait değildir tercihleriniz. “Elalem ne der?” duvarını aşsa da ailelerinizin duvarlarını aşamaz hayalleriniz.
Sonuç olarak özgür olduğunuz, tercihlerinizin sizin özgür iradenize ait olduğu koca bir yalandır bu dünyada. Şartlandırılmış, önceden programlanmış bir hayattır size düşen. Hani sokaklara dökülüyoruz ya “özgürlük” adına. Daha en başta kendimiz engeliz özgürlüklerimizin önünde. Daha en başta bizim tahammülümüz yok ayrık otlarına. Hele ayrık otunu derinlere gömmeyi başarmış eski bir ayrık otuysanız, daha azılı düşmanı olursunuz ayrık otlarının…