Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Nisan '11

 
Kategori
Blog
 

B beyli bala bula da bamburleydi bap bup! (Tut kelin perçeminden)

 

Efendim “blooooog”, İngilizce “weblog” kelimesinin kısa ve yaygınlaştırılmış adı oluuuup, kısaca “internet günlüğü/ e- günlük” olarak ifade edilebilecek, teknik bilgi ve donanım gerektirmeyennnnnn, kullanımı ve yönetimi kolayyyy…

İyi misiniz, Sayın Culduz? Yoksa bugün saçmalama gününüz mü?

Valla ne yapayım Ferhunde Hanım; ekran bana, ben ekrana bakışıp duruyoruz işte. Malumunuz üç aydır yazı falan yazdığımız yok!

İyi de; üyeliğinizin 5. senesinde bula bula bu kokuşmuş konuyu mu buldunuz?

Siteye yeni üye olan, üye olur olmaz da “blog kategorisine” balıklama dalan arkadaşlarımıza özendim diyelim. Ne var bunda?

Yazıya imalı imalı girdiğinize göre sitede yolunda gitmeyen bir şeyler var galiba?

Tam aksi düşüncedeyim… Bence her şey yolunda gidiyor ve su akarak yatağını buluyor. Malzeme bu, kapasite bu! Beşinci senesini geride bırakan ve bir hayli zengin arşivi olan bir sitede hâlâ “Blog nasıl yazılır?”, “Neden blog yazıyorum?”, “Blog nedir?” türü yazılar yazılıyorsa “battı balık yan gider” demek icap eder. Kınamıyorum elbette… Arkadaş yeni üye olmuş. Falanca siteden Milliyet Blog’a gelmiş… O sitede daha önce yayınladığı yazıları (arkasından kovalayan varmış gibi) üçer beşer yayına vermesi elbette normal. Öyle ya; “Amma da doğurgan yazar haaa! Günde üç yazı yayına veriyor…” demeleri az buz bir şey mi?

Ne zararı var ki?

Elbette bir zararı yok; eski üyeleri fıtık etmekten başka! Ama öte yandan yapacak fazla bir şey de yok. Bizde “yazılı anlatım tarihi” öyle pek eskilere dayanmaz. Hanımefendi yarım sayfada anlatılacak bir konuyu “destan” haline getirip 6 sayfaya yaymış ve de bununla gurur duyuyor. Ele aldığı konu (Blog nedir?) daha önce en ince ayrıntısına kadar ele alınmış mı, alınmamış mı umurunda bile değil! “Amerika’yı ben buldum” diyor, başka da bir şey demiyor. “Kolomb yumurtası” dır ki bu, ne tavası olur, ne de rafadanı.

Sitede bir durgunluk var sanki… Siz sık sık “bu site hop oturup hop kalkmalı” derdiniz…

Ne kadar da naif bir söylem… Bu herzeyi neye dayanarak söylemişim, ben de merak ettim şimdi. Üyelerinin yarıdan fazlası memur ve memur emeklilerinden oluşan bir sitenin “hop oturup, hop kalkmayacağını” en iyi benim bilmem lazımken ettiğim kelama bakın hele.

Siz bir de “Milliyet Blog bana ülkemi bire bir yansıtıyor” derdiniz ama?

E ben de insanım Ferhunde Hanım; demek ki saçmalama hakkımı kullanmışım. En faal zamanı sabah 8, akşam 5 olan bir site sonuçta… Yansıtsa yansıtsa…

Taktınız siz de memurlara yani… Lafı döndürüp dolaştırıp memurlara getiriyorsunuz.

Valla ne bileyim; memurların yazı yazması bana biraz acayip geliyor. Memur dediğin tavla, okey oynar, hafta sonları balığa gider; mesai saatinde amirini çekiştirir; milli piyango bileti alır, bayramlarda eşe dosta tebrik kartı yollar ve tabii ki aybaşını gözler. (Memur çocuğu olduğumdan iyi bilirim) Daha doğrusu eskiden böyleydi. Şu gözü kör olası internet tüm devlet dairelerine girdiğinden beri memur taifesinin huyu suyu da değişti. İnternette sanal çiftliği olmayan bir memur var mıdır bilmem. Kırk yılın başı internette okey oynayayım diyorum( ki acayip oynarım) ama tüm okey salonları ful dolu. Daha masalarına oturur oturmaz giriyorlar okey salonlarına. Bekle ki akşam 5 olsun, mesai bitsin de evlerine gitsinler.

E peki; memurların yazı yazması niye acayibinize gidiyor?

Diyelim ki üye arkadaş bankada memur veya bankadan emekli… Neden bilmem okuru “mudi” gibi görüyor… Eğitimciyse okurlar da öğrenci oluyor. Asker emeklisi üyeler okurlarından “tekmil” istemiyorlar ama yazılarından “zart zurt” hiç eksik olmuyor. Allah’tan özelde çalışan memurlar biraz daha esnek. Yani insanları mesleklerinden soyutlayamıyorsunuz sonuçta. Memur; yani büro insanı belirli bir disipline tabii… Çalışırken de öyle, özel hayatında da… (Böyle de olması gerekir zaten) Yaşamında belirgin zikzaklar yok. Tekdüze bir mesainin ürünü… Öyle “hop oturup, hop kaldıracak” söylemleri memurlar için geçerli değil. Ama ne var ki “yazı uğraşı” da “tekdüzeliği” kaldırmaz. Yazmak için çizgi dışı bir hırçınlık şart! Sizin sorduğunuz “durgunluk” (Benim tabirimle, sitenin üzerine serpilmiş ölü toprağı) bu yüzden.

Sitede önemli sayıda öğrenci de var ama?

Açık ve net olarak söyleyeyim ki, üye olurken en çok öğrencilerden çekinmiştim. Genç, hırslı, birikimli ve klavyesi sert öğrencilerle nasıl başa çıkacağımı kara kara düşünüyordum ama yanılmışım. Çıka çıka karşıma ülke gerçeklerinden kopuk, anadiline özensiz, iki sözcüğü bir araya getiremeyen apolitik bir kitle çıktı. Üzgünüm ama durum (bir iki istisna dışında) maalesef böyle.

Blog yazarı mı, köşe yazarı mı, dersek?

Böyle dersek elmalarla armutları karıştırmış oluruz. Yine birkaç istisna dışında blog yazarlarının yazı rotası hep aynı yönde… En önemli yazı kaynakları tabii ki gazete haberleri… Oturup bu haberlerle ilgili yorum/yazı yazmak için bu da yeterli değil elbette. Gözlemlediğim kadarıyla her blog üyesinin “idolü” olan bir veya birkaç köşe yazarı var. Yani efendim; kimi Melih Aşık’ın peşine takılmış, kimi Hasan Cemal’in… Emin Çölaşan takipçileri de bir hayli fazla… Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu tür idol olmuş köşe yazarları meseleye el atacak ki, (sufle verecek yani)blog yazarı da klavyenin başına çökebilsin. Doğal olarak bir bağımlılık söz konusu…

Bir taklit mi söz konusu sizce?

Taklitten de öte bir durum söz konusu. Siz blog yazarı mı, köşe yazarı mı diye soruyorsunuz. Köşe yazarının yörüngesine girmiş ve onun uydusu olmuş bir blogger… Burada artık o mu, yoksa öteki mi diye bir mukayese yapmak pek yersiz kaçar.

Uzun veya kısa yazmak konusunda tartışmalar yaşandı; ne diyeceksiniz?

Diyeceğimi zamanında demiştim… Önemli olan yazının içini doldurmaktır. Dolduramadıktan sonra uzun veya kısa yazmanızın bir önemi yoktur. Kaldı ki kısa yazılardaki saçmalıklar daha fazla. Bu sitede hakkını vererek “makale” yazabilenlerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. (Celal, Bibliyofil ve Beran Hocam ilk aklıma gelenler) Zaten “makale” yazmak her babayiğidin harcı değildir. Çoğu arkadaş makale kıvamında yazmak istiyor ve sözcükleri yerli yersiz ve de bol keseden kullanıyor. Bir yazı uzadıkça makale olmuyor tabii.

Siz makalelere de karşıydınız ama?

Hayır, efendim, niye karşı olayım? Makale türü yazıların genellikle dergilere uygun olduğunu söylemiştim sadece.

Sitedeki seviyenin düştüğünü iddia edenler var, siz ne diyorsunuz?

Seviye dediğiniz öyle bir düşüp bir yükselmez, neyse odur. Sanal dünyada ve ortalık sütlimanken seviye ölçümleri pek doğruyu yansıtmaz. İnsan kendini saklayabilen bir canlı türüdür. Haa, öyle olağan dışı zamanlar olur ki, insan hem kendini hem de seviyesini belli eder. Bu da siteyi değil, sadece kişileri bağlar.

Editörlerin pek pasif kaldığı söyleniyor, katılıyor musunuz?

Bir kere şu “Editörlerrr”(çoğul) söylemi çok yanlış. Bu sitede işler bir, bilemediniz iki kişinin üzerinden yürüyor. Ayrıca zırt pırt editörleri göreve çağırmak veya onlara görev icat etmek de pek doğru değil. Gerekli gördükleri yerde devreye giriyorlar zaten. Kaldı ki sitenin yaş ortalaması 50’ye merdiven dayamış durumda. E insaf yani!

Peki; toparlayalım o zaman…

Blog, yeni bir kavram… Yavaş yavaş taşlar yerine oturuyor işte. Havuza bir taraftan su dolarken, öteki taraftan da boşalıyor. Gittiği yere kadar gidecek ve bir gün kendi asıl şeklini bulacak blog yazarlığı. Bu süreçte önemli olan iyi veya kötü yazmak değil, yazı uğraşına ilgi duymaktır. Çünkü toplum olarak biz henüz o aşamadayız. Başta da belirttiğim gibi “yazılı anlatım tarihimiz” pek eskilere dayanmıyor bizim. Tartışa tartışa bir şeyler yerine oturacak. Az yazan ama çok okuyan bir üye olarak Milliyet Blog’tan memnunum ben.

Teşekkürler Sayın Culduz…

Ben teşekkür ederim efendim.

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..