Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Haziran '08

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Balkanları gördük

Balkanları gördük
 

Kosova'nın Salzburgu: Prizren


Balkanlardan hep soğuk ve yağışlı hava gelecek değil ya, bu defa da ben geldim; kâh sımsıcak, kâh yürek burkan, kâh coşku dolu öykülerle; en çok da çağdaş Türkiye'yi kuran kahramanları yetiştiren toprakları bugüne kadar görmemiş olmanın burukluğuyla...

Altı ülkeyi kapsayan bir turdu yaptığımız; hem de vizeye ihtiyaç duymaksızın. Dünyanın en yeni devleti Kosova ile başladık, Makedonya ile sürdürdük, Arnavutluk’a geçtik (Hay geçmez olaydık!), Karadağ’ın kara olmadığını gördük, Hırvatistan’ın sadece futbol ve basketboldan ibaret olmadığına şahit olduk ve Osmanlı’nın yok edilemediği Bosna Hersek ile sonuçlandırdık...
Kosova’nın başkenti Priştine’de uçaktan indikten sonra bindiğimiz servis otobüsünde açtığım cep telefonum biplediğinde, Turkcell’in hoşgeldiniyle karşılaşacağımı bildiğim halde okudum mesajımı. Herhangi bir ülke sınırlanına girdiğinizde Turkcell’in uygulayageldiği hoş bir sistemdir bu. Hem Türk konsolosluğunun iletişim bilgilerini verirler hem de filanca ülkeye hoşgeldiniz derler.

Bu defa yanıldılar. Telefonumdaki mesaj, “Monaco’ya hoşgeldiniz!”di. Eşiminkinde ise “Sırbistan” yazıyordu. Dünyanın tanımaktan çekindiği bir ülkeyi Turkcell’in tanıma güçlüğü çekmesini normal karşılamak gerekiyor.
Otobüsten indiğimde, acaba yanlışlıkla Of otobüs terminaline mi indim hissine kapıldım doğrusu. Hoş orada yanlışlık yapmayasınız diye “Bağımsız Of’a ayak bastınız!” yazıyor ya... Terminalden içeri adım atana kadar düşüncelerim değişmedi. İçeri girdiğimde yaptığım haksızlık için kendime kızdım: Of terminali bu kadar da kötü değil!

Terminal önceleri asker yatakhanesi olarak mı kullanılıyordu, her ne ise, içeri girer girmez kesif bir ayak kokusu yaktı genzimizi. Pasaport kuyruğunda sıra bize geldiğinde ise, keşke sadece genzim yansa hissine kapıldım. Şubat 2008'de ilan edilen bağımsız devleti ilk tanıyan ülkelerden birinin vatandaşı olarak, hiç olmazsa başkalarıyla eşit muamele bekliyordum. Nerde! Polis pasaportumun her sayfasını birer birer inceledi. Eski vizelerime göz attı... Kuyruktakilerin homurtularına aldırmaksızın tam 18 dakika sonra giriş mührünü bastı. Ne de olsa yeni kazanmışlar bağımsızlıklarını. Devlet olmanın keyfini dostları üzerinde çıkarmalılar öncelikle. Bu da ancak sahip olduğun gücü karşındakine hissettirmekle olur! Bir dakikada pasaport damgalayana devlet denir mi hiç!

Eşyalarımızı teslim almak yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Buna da şükür. Bu süre Hindistan'da üç saati bulabiliyormuş.
Dışarı çıktığımızda 1970'li yıllarda bir Anadolu kentine geldiğim hissine kapıldım. Sıvasız ve döküntü binalar, tozlu toprak yollara bağlanmış delik deşik asfalt, yaya kaldırımlarına park etmiş eski püskü arabalar, yol üzerindeki traktör, iş ve at arabaları...
Bir anda etrafımızı Marlboro satıcıları sardı. 70'li yılların İstanbul'undaki "Kent var, Marlboro, Pall Mall var, " diye haykıran satıcılar geldi gözümün önüne. Bir tek ellerindeki tombala torbaları eksik.

En büyük fark terminalin hemen girişindeki dikenli tellerle çevrili bir saha. Girişte kocaman harflerle UN yazıyor. Küçük kızım Buse şaşkın:
"Un fabrikasının burada işi ne?"

Bu UN'un unla, hamurla herhangi bir ilgisi yok. United Nations demek, yani Birleşmiş Milletler. Sadece başkent Priştine'de değil, Kosova'nın her köşesinde rastlamak mümkün. Bir de NATO’nun oluşturduğu KFOR var. Kosova Force, Kosova Gücü yani. Kum torbalarında, panzer ve tanklarda, askeri araçlarda, dikenli tellerle çevrilmiş alanlarda, sokak ve cadde başlarında... Birlikte Sırplardan gelebilecek saldırılara karşı güvenliği sağlıyorlar.
Anadolu'yu andıran sadece yollar ve binalar değil, yakınlarını bekleyen Kosovalıların sıcaklığı, içtenliği de Anadolu insanından farklı değil. Bizdeki uğurlama ve karşılamalardaki hengame, kucaklaşmalar ve heyecan aynen yaşanıyor.

Tur şirketinin şoförü güleryüzle karşılıyor bizi. İngilizce biliyor ama Türkçe konuşamamasının üzüntüsü yalnızca suratına değil, sözlerine de yansıyor:
"I am learning Turkish." (Türkçe öğreniyorum.)
Bizden en büyük farklarını yola çıktığınızda görüyorsunuz. Gündüz vakti tüm arabaların farları açık ve sürücüler hem birbirlerine hem de yayalara inanılmaz ölçüde saygılı.

Yol boyu bizimle olan benzerlik ve farklarını anlamak için dikkatle izliyorum etrafı. Neredeyse her yirmi otuz metrede bir kenardaki moloz yığınlarını fark etmek için fazla dikkate gerek de yok aslında. Bizden farklılığı taş, kum, kireç ve çimentodan ibaret olması. Malzemeden çalmışlar! Tek demir parçası bile yok.
Ülkeye ayak bastığımız 15 Haziran önemli bir gün: hem Osmanlı ordusunun 1389’da Sırpları yenilgiye uğrattığı 1. Kosova Zaferinin hem de Kosova’nın Sırbistan’dan bağımsızlığını kazanmak için başlattığı isyanın yıldönümü...
Zaten hangi ülkeye gitsem mutlaka bir milli bayrama denk geliyorum. Hani ben gidiyorum diye bayram ediyorlar diyeceğim geliyor neredeyse.
Priştine kent merkezine girdiğimizde bir eksiklik hemen dikkatimizi çekiyor. Kentte Mc Donald’s yok! Bu, durumu yeterince izah ediyor. Amerikan firmaları ya kârlı görmedikleri pazarlara girmiyorlar ya da güvenli bulmadıklarına. Elin oğlu canının kıymetini biliyor...

Binalar bir ya da iki katlı. Kent merkezinde bile yüksek bina göze çarpmıyor. Ta ki bakanlıkların ve devlet dairelerinin olduğu bölgeye kadar. Orada anlıyorsunuz ki, devlet halkın epey üzerinde. Devlet binalarının halkınkinden yüksek olduğu her yer gibi burada da devlet halkın tepesinde besbelli.
Bir başka özellik döküntü araçların arasında sırıtan Mercedesler ve diğer lüks otolar. Her yerde olduğu gibi savaş burada da bazılarını diğerlerinden “daha eşit kılmış!”

Kosova bağımsızlığını ilan edeli birkaç ay ancak olmuş. Bunun bedelini Priştine'nin göbeğindeki duvarlara yapıştırılmış kayıp ilanlarında okuyorsunuz. Bilmem kim oğlu filanca… Onbeşinden ellisine, altmışına kadar onlarca insan ülkeleri için toprak altına girmiş; onlarcasının akıbeti meçhul.
Kosova’da çok sayıda Türk yaşıyor. Aksanları bizden farklı değil. Arnavut çoğunlukta da dilimizi konuşanlar bir hayli fazla. Bizde İngilizce bilmek ne ise, orada da Türkçe o.

Dünyanın en ılımlı sosyalist devlet başkanı Tito döneminde Türk okulları serbestmiş. Türkçe gazeteler çıkarılmış. Herhangi bir baskı olmadığından hem Kosova’da hem de komşu Makedonya’da Türkçe, edebiyatta da gelişmiş, günlük yaşamda da….
Priştine sokakları bir Anadolu kenti gibi. Kahvehaneler, lokantalar, “burekçiler”... Kahvehaneyi sosyetikleştirerek “barcafe” yapmış uyanık bir Arnavut. Bizdekilerden farkı yok gibi…
İnsanları ve kenti tanımaya çalışırken minareden yükselen ezan Türkiye’deymişiz hissini uyandırıyor insanda. Camilere bizden fazla giden var. Ancak tüm Balkanlarda olduğu gibi burada da ibadet saati dışında camiler kilitleniyor.
Yolda Türkiye’den geldiğimizi anlayan her Arnavut hoşgeldiniz demek, misafirperverlik göstermek için yanımıza yanaşıyor. Turda köklerini araştırmak için buraya gelenler var. Bunlardan biri Oktay amca. Anlaşabildiklerine hep aynı sözleri söylüyor:
“Benim babam da buralıydı…”
Bir defasında sataşıyorum:
“Tanıyorlar mı babanızı?…”
Ciddiye alıyor sorumu:
“Nereden tanısınlar yahu!”
Her yerde Türk ürünleri var. Özellikle Ülker. Bütün bakkaliyelerin önünde Ülker Golf dondurma dolabı ve tentesi hemen dikkat çekiyor. Sonra Panda geliyor. Her ikisi de Algida’dan fazla.
Sokakları Kosova bayrakları süslemiş. Bayrakları Kosova haritası üzerindeki altı tane lacivert Avrupa Birliğinin yıldızından ibaret. Sırpların tehditlerine karşı sırtını AB’ne dayamak zorunda kalmışlar. Kullandıkları para da Euro. AB üyesi olmadan Euro kullanan tek ülke burası. Bir anlamda Sırplara olan tepkilerini Dinar kullanmayarak da göstermiş oluyorlar.
Binalarda dalgalanan Kosova bayraklarına çift başlı kartaldan oluşan Arnavutluk bayrağının eşlik etmediği yer yok gibi. Kosova ve Arnavutluk adeta tek millet fakat iki ülkeler. Ortalık durulunca birleşmemeleri için herhangi bir sebep yok. Ortada kalan Makedonya’dan bile parça isteyeceklerini tahmin etmek için illa kâhin olmaya gerek yok…
Priştine meydanında heybetli bir atlı heykelinin İskender Bey’e ait olduğunu anlatıyor rehberimiz. İskender Bey, Osmanlı ordusunda yetişmiş bir Arnavut. Ama sonradan Osmanlı’ya isyan bayrağını açıp, üzerine gönderilen tüm kuvvetleri tarumar ediyor. Vebadan ölene kadar Osmanlı o bölgede hakimiyet kuramıyor. Heykelleri sadece Kosova kentlerinde değil, Makedonya’da ve Arnavutluk’ta her meydanda var. Hem Arnavutların milli kahramanı hem de bölgenin…
Kosova’nın en beğendiğim tarafı Türkiye dışında hiçbir Avrupa ülkesinde görmediğim tuvaletlerdeki tahretlenme suyu. Bizdeki usulde üstelik. Finlandiya’daki gibi araba yıkama hortumu kullanmak zorunda kalmıyorsunuz.
Kentin merkezinde 5 yıldızlı Grand Hotel, 1960’lı yıllardaki Türk fimlerindeki oteller gibi kasvetli. Yerler siyah mermer, duvarlar pembe, tüller kirden siyahlaşmış.
Priştine’ye çok yakında bulunan üçüncü Osmanlı padişahı Birinci Murat türbesine götürüyor tur bizi. Kosova Meydan savaşının yapıldığı yerde, Müslüman olacağım diye yanına yaklaşan bir Sırp tarafından hançerlenmiş. İç organları orada gömülmüş, bedeni Bursa’da. Çok sayıda Türk ziyaretçi var. Türbe görevlisi Müslüman bir Arnavut kadın. Yarım yamalak Türkçesiyle elinden geldiğince yardımcı oluyor bize.
Türbe çıkışında yirmi otuz çocuk ve dilenciler etrafımızı çeviriyor; para, yiyecek, içecek istiyor. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı tüm Balkan ülkelerinde bu manzara hiç eksik olmayacak. Dilencileri bizden çok farklı. Bizdekilere para verdiğinizde çekip giderler. Orada ise ne kadar verirseniz verin istemeye devam ediyorlar. Yapışırcasına...
Türbe ziyaretinden sonra ülkenin ikinci büyük kenti Prizren’e yollanıyoruz. Yol boyu dizilmiş sıvasız evler, ticarethaneler, her köyde ilk göze çarpan minareler Anadolu yollarını katediyoruz hissini veriyor.
Priştine’de hemen her binanın önünde gümbürdeyen jeneratörler Prizren’de de eksik kalmıyor. Ülkede her gün 7-8 saati bulan elektrik kesintileri, insanları jeneratör kullanmak zorunda bırakmış.

Prizren, başkentten çok daha güzel bir kent. Şar Dağının eteklerinde kurulmuş ve ortasında bir çay geçiyor. Her tarafı kaplayan Osmanlı eserlerini görmezden gelsek ve binalar biraz daha bakımlı olsa Avusturya’nın Salzburg kentini andırıyor…
Karnımız iyice acıktığından en beğendiğimiz lokantaya giriyoruz. Salatalar, köfteler, içecekler… Tüm günün açlığına iyi geliyor. Hepsinden iyisi, gelen hesap. Türkiye’de 200 YTL’den az tutmayacak ymeğin maliyeti orada 20 Euro. Yuvarlak hesap 40 YTL. Keşke Türkiye’de kazanıp orada harcama imkânı olsa. Ucuz olan sadece yiyecek değil, her şey. Türkiye’de perakende 5-6 YTL’ye satılan bir paket Tadım badem orada yarı fiyat. Hediyelikler, giyecekler de öyle. Ancak, ilk durakta alışveriş olmaz, nasılsa gideceğimiz diğer yerler de aynısıdır gafletine düşmekten kurtulamıyoruz…

Yemek isimlerinde Türkçe baskın: köfte, çorba, lahmacun, pide, sucuk, biftek, kaymak, patates, portakal, “burek”, pilav, vişne, ayran, çoban salata… Sadece Türkler değil, Arnavut esnaf da çok güzel Türkçe konuşuyor, hem de İstanbul lehçesi. Nerede öğrendiniz diye sorduğumuzda, aldığımız cevap “Türk televizyonları” oluyor. Tüm evlerde, restoranlarda, kahvehanelerde bizim kanallar var. Hatta yemek boyunca Lig TV’de Trabzonsporun Feneri yendiği 2-0’lık maçın tekrarını izliyoruz…

O anda ikindi ezanının okunduğu minareden gelen ses o kadar berbat ki, Sırp’a filan gerek yok, Prizren halkını telef etmek için o müezzinden iki-üç tanesi yeterli…
Sadece esnaf değil, tüm insanlar acaip cana yakın. Tesadüfen bir düğüne rastgeliyoruz. Bizdeki gibi davul zurna tüm Prizren halkının kafasını ambale ediyor. Halay çeken insanların yanına gidiyorum merakla. Düğün gelenekleri hakkında bir şeyler soracağım. İlk önüme çıkana, Türkçe bilen var mı, diye soruyorum. Olumsuz anlamda kafasını sallıyor, ama hemen yanındakine iletiyor sözlerimi. Onun cevabı da olumsuz. Sonra ikisi birlikte başkalarına gidiyorlar, derken Türkçe bilen birini arayanların sayısı geometrik olarak katlanıyor. Sonunda birisini getiriyorlar yanıma. Adam hoş geldiniz dedikten sonra, beklettiği için özür diliyor. Turdakiler hep beraber kol kola girip halay çekiyoruz…

Sokaktaki Arnavutlar her haliyle bize o kadar benziyor ki… Elleri arkalarında yürüyüşlerini, zaman zaman göbeklerinin altlarını, hatta biraz daha aşağısını hatır hutur kaşıyışlarını onlar mı bizden öğrendi, biz mi onlardan, tarihçiler araştırsa ya…
Sürecek…

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..