Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Batı Karadeniz Turu- 2, Karabükten Sinop 'a değin

Batı Karadeniz Turu- 2, Karabükten Sinop 'a değin
 

Safranbolu


Karabük ‘e geldik. Saat dokuz olmasına rağmen sokaklarda neredeyse in cip top oynuyor. Hemen bir otel bulduk ama her katta tek bir banyo ve tuvalet olunca apar topar çıkarak Safranbolu ‘ya geçmeye karar verdik. Her yarım saatte bir Safranbolu ‘ya minibüsler gitmekte. Adam başı 1, 25 YTL ve yol yirmi dakika kadar sürmekte.

Karabük'ten Safranbolu ‘ya geçmemiz gerekebilir diye trendeyken bazı otel ve pansiyonları aramıştık. Genelde pansiyonlar Kıranköy tarafındaydı ve ben Kıranköy ‘ün tam anlamıyla nerede olduğundan emin değildim. Bir pansiyonla anlaştık ama derli toplu bir yer buluruz diye kesin söz vermedik.

İner inmez Kastamonu ‘ya nereden ve kaç paraya gidilebildiğini soruşturduk. İnsanlar oldukça yardımsever, kalacak yer konusunda da yardımcı olmaya çalıştılarsa da olmadı. Meşhur japon ve safranbolu evlerinin yanyana olduğu yerden neredeyse bağlar mevkiine dek yürüdük. Kömür kokusu burada da hakim. İnsan sayısı oldukça da az. Bulduğumuz otel kişi başı 100 YTL deyince epey bir bozulduk. Hatta bir ara için sokakta mı kalacağız diye düşünmedikte değil. Sonuçta pansiyonu aradık, yerimizi söyledik. Pansiyondan epeyce uzağa savrulmuşuz. Geldiğimiz yoldan geri dönmeye başladık. Yolda kaliteli bir mekan var. Midtown adlı bu yer çift katlı tost yapmakta ve yanında patateste vermekte. Fiyatta hesaplı.

Sonuçta pansiyona vardık. Apartman dairesindeki bir oda içine tuvalet ve duş başlığı konulmuş. 30 YTL. Fena değildi. Yıkanmak için soyunduğumda biz kapaklarımdan yukarısının masmavi olduğunu gördüm. Farkında olmaksızın epeyce terlemişim ki kotun rengi üzerime çıkmış. Yıkanırken masmavi su aktı bacaklarımdan...

Gün 3

Sabah kalktık. Normalde yumurta yemem ama pansiyon sahibi Erdoğan Abi öyle bir yumurta yapmış ki anlatamam bile. Çantalarımızı ona emanet edip Safranbolu seferimize doğru yelken açtık.

Önce Kastamonu gidişini halletmemiz gerekliydi. Saat beş gibi bir seferde belki yer vardı ve bu son seferdi. Bu belki için yer ayırttık ve yakın olan Bağlar bölgesini gezmeye başladık.

İlkin bize oldukça yakın olan ve günümüzde Ulu Cami olarak anılan eski Aya Stefanos kilisesine gittik. (Buranın hikayesini başka bir gezi notunda anlatmıştım ) Cami kapalıydı. Ama camiye dek giden yolda güzel konaklar ve rumlardan kaldığı aşikar kagir binalar karşımıza çıkmakta. Özellikle cami yakınlarındaki bölgede rum varlığı (kalıntıları desek daha iyi olacak sanırım) daha belirgin. Bunlardan biri olan papaz evi günümüzde öğretmen evi olarak hizmet vermekte. Oldukça temiz, nezih ve harika bir Safranbolu manzarasına sahip bu mekanda gecelemek ise sadece 20 YTL.

Buradan tekrar geldiğimiz yolu dönerek Safranbolu ‘nun tarihi merkezine gitmeye koyulduk. Hastanenin olduğu taraftan geniş bir yay çizerek yolumuzda ilerledik.

Safranbolu ‘da bu yaz sonunda değişik bir uygulamaya gidilmiş. Geçtiğimiz zamanlarda İncekaya su kemeri olsun, Bulak mağarası olsun hep ayrı ayrı gidilen yerlerdi. Şimdi ise Bağlar, İncekaya su kemeri, Bulak mağarası ve Yörük köyü paket olarak gezilir bir hale getirilmiş. Bence de iyi olmuş. Yine golf arabaları ile yapılan turlar ise devam etmekte. Bunu da eklemeli.

Biz değişiklik olsun diyerek önce Cinci Hamamı ‘na girdik. İçeri de bir otantiklikten, orjinallikten bahsetmek mümkün değil.

Sonrasındaysa Cinci Hanı ‘na yöneldik. Gezmek 2 YTL. (Öğrenciye yarım tarife) Kervansaray iki katlı. Üstteki kattaki odaların kapılarında çeşitli isimler yazılı levhalar var. Anlamadım. Ayrıca üst kattan ulaşılan küçük birde kule mevcut. Buradan da Safranbolu ‘yu değişik bir açıdan görebilme imkanına sahipsiniz.

Şadırvanlı avlunun üzeri beyaz branda parçaları ile kapatılmaya çalışılmış. Daha iyi birşey kullanılabilirdi. Bilemiyorum. Girişe göre sağ tarafta günümüzde yemek salonu olarak kullanılan kısım bir zamanlar kervanların develerini, atlarını bıraktıkları bölümmüş. Restorasyon sırasında bulunan halkalar günümüzde sergilenmekte. Zaten duvarlardaki restorasyon öncesi fotoğrafları gördüğünüzde yapılan işin büyüklüğü ve sonuçları insanda saygı uyandırmakta.

Buradan kendimizi kaleye doğru ilerlerken bulduk. Safranboluya son bir yıl içerisindeki üçüncü gelişim olduğundan epeyce de şehri öğrendiğimi iddia edebilirim. Çeşitli konakları geçip pek çok insanla konuşa dertleşe yürüyoruz.

Safranbolu kalesini de önceden anlatmıştım. Bizans döneminde topu topu on altı aile varmış burada. Tabii toplamda kaç asker olduğu belli değil. Ama önemli bir kale olduğuna göre sayı kalabalık olmalı.

Kalede yer alan hükümet konağı günümüzde müze olarak kullanılmakta ve giriş ücretli. Girişte galoş giyip katları dolaşıyorsunuz. İlk katta soldaki oda da yöreyi anlatan filmlerin gösterildiği bir sinema odası oluşturulmuş. Ağ taraftaki oda da ise çeşitli resimler görülebilir.

Üst katta ise mükemmel manzarası ile kaymakam odası ve yöresel nesnelerin, alet ve edevatın sergilendiği odalar görülebilir.

En alt katta ise yöresel zanaatların sergilendiği kısımlar var.Yemeniciler, demirciler, ilk eczahaneden kalanlar... Akla ne gelirse. Yazdan kalma bir gün ve ortalık ana baba günü adeta. Yurdum insanı müzede olduğundan bi haber o koltuk benim, bu koltuk senin demeden ipleri , sınırları aşıp fotoğraf çektirmekle meşgul.

Neyse giriş sırasında size verilen bileti atmamanız gerekli. Bu biletle hükümet konağının ardında kalan saat kulesinin içini gezebiliyorsunuz. İlk defa bir saat kulesinin içine girdik. Bir merdivenden döne döne yukarı çıkıp küçük bir alanda saat kulesi hakkında bilgi aldık.

Kule için bir çalışan tahsis edilmediği için kuleye daha doğrusu kulenin ve saatin bakımına ve temizliğine yaşlıca bir adam yıllardır yüklenmekte. Saat bir kolun çevrilip zembereklerin sıkılması ve zembereklerin zamanla boşalması esasına bağlı olarak çalışmakta. Kolun bir kez çevrilmesi bir haftalık çalışma süresine yetecek enerjiyi biriktirmekte.

Buradan çıktıktan sonra kale yakınlarındaki bir konağa gezmek için girmeye çalıştık. Ama para istenilince çıktık. Şaka maka sağa sola ödediğimiz küçük meblağlar üst üste konulunca tur bütçemiz küçük sarsıntılar geçirmeye başlamadı değil.

Tekrar çarşıya indik. Burada önce Köprülü Camiini gezdik. Geçen yaz restorasyondaydı. Kazdağlı Camii kapalıydı. Hatta aklımız o kadar durmuş olmalı ki İmren Lokumcusuna girip birşeyler atıştırmayı bile akıl edemedik. Öte yandan yolumuz üzerindeki İzzet Paşa Camii restorasyona alındığı için kapalıydı ve gezemedik.

Onun yerine çarşıya yöneldik. Abdülhamit tuğralı olduğunu sandığım çeşmeye uğradıktan sonra yakınlarda yer alan ve Tayfun Talipoğlu ‘nun bilimum gezilerinde topladığı yada kendisine hediye edilen eşyaları sergilediği konağı gezdik. (Kıydım paraya J )

Sonrasında bir turist kafilesinin peşine takıldık. Rehber dehşetini bir de İngilizce yaşadıktan sonra onları geride bırakıp Hıdırlık tepesine çıktık.

Bilen bilir, Hıdırlık tepesinin manzarası güzeldir. Uzaklarda Ulu Cami ve Safranbolu Kalesi yer alır. Arada kalan vadi o güzelim Safranbolu evleri ile doludur. Buraya geldiğinizde aldığınız bilet ile birde içecek alma imkanınız olur. Yöresel Bağlar gazozunun yanısıra portakallısı da üretilmiş ama üretilmese daha iyi olurmuş.

Daha yapacak bir şey bulamadık. Mağaraya gitmek epeyce zaman alacak ve belki de beş minibüsünü de kaçıracağımız için şansımızı zorlamadık. Hemen firmayı arayıp üçteki minibüse yer ayırttık ve hemen Hıdırlık ‘tan inip bir taksiye atlayarak önce pansiyondan eşyalarımızı aldık ardından minibüslerin kalktığı yazıhaneye ulaştık. Bu arada da turizm bürosundan temin ettiğimiz Safranbolu haritasını da unutmuşum.

Kastamonu ‘ya gidecek araçlara binmek için önce Karabük ‘e gittik. Buradan 13 YTL ‘ye Kastamonu ‘na yaklaşık iki buçuk saatte gidiyorsunuz. Burada gezginlere bir iki tüyo vermekte fayda var. İlki bu yolculuk sırasında Araç isimli bir kasabada mola verilmekte ve yolcu alınmakta. Burada bir kale mevcut. Ayrıca otogarın hemen yanında 1900 ‘lü yılların devlet binası tarzında olan ve günümüzde kullanılmayan bir yapı var.Ama en önemlisi Kastamonu ‘ya vardığınızda başka bir yere gitmeyecekseniz mutlaka çarşıda yada meydanda inmelisiniz. Kastamonunun otogarı büyük ama merkezden epeyce de uzak. (Bize söyleyen olmadı oradan biliyoruz )

Gardan otobüsle merkeze ulaşınca hemen bir otel bulup eşyalarımızı bıraktık. Yemek olayını ziyadesiyle hallettikten sonra önce Nasrullah Köprüsü ‘nü resimledik. Ardından meydana gidip hükümet konağı, Şerife Hatun Anıtı ve Kastamonu Kalesinin fotoğraflarını çektik.

Hava soğuktu ama yine de işimizden epeyce zevk aldık.

Bu arada yemekte Kastamonu ‘nun etli ekmeğini yedik. Devasa birşey ve çok ucuz. İki buçuk karış eninde ve iki karışa yakın bir boyda içi çiğbörek kıymasını andırır bir yiyecek. Evliya Çelebi tarzı anlatıma girmeyeceğim ama ben bile zorlukla yedim . Sadece bunu dememin yeterli olacağını sanıyorum.

Ayrıca iki tane yöresel ayranı da tatmayı ihmal etmedim. Tatları taban tabana zıt lezzetler.

Gün 4

Sabah kalkınca otelin ne kadarda merkezi olduğunu iyice kavrama imkanı bulduk. Hükümet Konağı tam karşımızda. Ama sabah hafif bir pus iyi görüntü almamızı engelleyecek bir yapıda.

Önce arkeoloji müzesine uğradık. Yapı Mimar Kemaleddin eseri ama tam anlamıyla inşaatı bitirilememiş. 1917 yılında inşaat başlamış, savaşın sonu ve kaynak yetersizliği nedeni ile bitirilememiş. 1921’de bir dönem İstiklal mahkemelerince kulanılmış.

Girişte Mustafa Kemal ‘in Kastamonu ‘ya uğradığı zaman kullandığı eşyalar, o günlere ait fotoğraflar sergilenmekte. Soldaki odada ise bir kaç lahit var. Bunların ikisinde birinde halen saç bulunan iki iskelet görülebilmekte. Duvar dibinde ise birkaç mezar steli sıralanmış.

Müzenin bahçesini de dolaştıktan sonra müzenin arkasında kalan ve Kastamonu konaklarının pek çok örneğine ev sahipliği yapan Saylav Sokak ‘a giriyoruz. Çok sayıda güzel konak sıralı. Bunların aralarında da çürük dişler, ayrık otları gibi beliren modern binalarda yok değil. Onarılan yada onarılacak olan yapıların üzerlerine tarihi değer olduklarını gösterir levhalar yerleştirilmiş.

Bu konaklardan sokağın başında yer alan ve günümüzde otel olarakta kullanılan Sinan Bey Konağını izin alarak gezdik. Bana Safranboludakilere oranla daha naif göründü nedendir bilinmez.

Etnografya Müzesi olarakta kullanılan Liva Paşa konağını ise gezmedik.

Sokaklarda gezmek, o konağı göreyim deyip kaybolmak. Köşe başındaki akmaz olmuş çeşmelere hüzünle bakıp sayısız türbenin kenarından sessizce dualar mırıldanarak geçmek. Kastamonu gezisi bu aslında. Bursadan sonra en büyük kentlerden biri geldi bize. Bayramın ikinci günü sabahın kör saatleri. Yollar tenha. Tektük dükkan açmaya çıkan kişiler, bayramlık almaya giden gençler. Yolda sağda kime aittir bilinmez ıssız bir hamam. Sağlam görünüşüne karşın yalnız. Kapısının üzerindeki kufi yazıyı okuyamadığımız için sanki bize biraz içerlemiş gibi.

Yol bizi başladığımız yere otelin arkasındaki alana getiriyor. Burada Cem Sultan ‘ın şehzadeliği sırasında yaptırdığı bedesten var. Şansımıza açık. İçine giriyoruz. İki katlı , orta boylu bir mekan. 1469 yılından kalma.

Buradan çıkınca günümüzde otel olarak kullanılan , iyi bir restorasyondan geçirilmiş Kurşunlu Han mevcut. Ortada şadırvan, çift katlı bir yapı. Cinci Hanı gibi kulesi yok. 1441 yılında Candaroğlu İsmail bey tarafından yaptırılmış.

Hemen önünde bir zamanlar toprak altında kalan ve geçtiğimiz yıllarda yeniden günyüzüne çıkarılan Frenkşah Hamamı. 1262 yapımı. İçine giremedik. Karşısında Nasrullah Camii ve şadırvanı görülmekte. 1506 yılında Kadı Nasrullah tarafından yaptırılan cami tipik ulu cami yapısında. Çok sayıda küçük kubbe kalın kolonların üzerinden kemerlerle taşınmakta. İçinde kalem işi çalışılmış. Çini yok yada biz farketmedik. Ama güzel, renkli camlar zevk okşamakta.

Caminin karşısında , Kurşunlu Han ‘ın yanında Aşirefendi Hanı. Berikinden epeyce küçük ama yinede şirin bir yapı. Bilimum tuhafiyeci vb dükkanına ev sahipliği yapar olmuş. Bu da 1748 yılında Reis-ül küttap Hacı Mustafa Efendi tarafından yaptırılmış.

İlerlerseniz Yılanlı Camii ve içerisindeki Abdülfettah-ı Veli Türbesi karşılıyor sizi. Yapı uzaktan manastır görünümlü. İçine giremedik. Genelde camiler saat on ikiden sonra açılmaktaysa da bu camiyi açık yakalayamadık. Cami aslında günümüzde belli belirsiz görülen bir külliyenin parçası ve 1271 yapımı.

Burada duran taksi durağındaki şoförlerle bayramlaştık. Kaleye taksi ile çıkıp enerjimizi koruyalım diye düşünüyoruz. Bu sırada da ev kaya mezarlarına uğradık. Sabah ilk gezdiğimiz yerlerinde epeyce uzağında kalmakta. Taksi ile gitmekle akıllıca hareket etmişiz.

MÖ 7. yy ‘da Paflagonyalılarca yapıldığı sanılmakta. Kaya mezarlarının içi epeyce pis. İçen serseriler çöplerini de orada bırakmayı tercih etmiş. Kimi kapı girişlerinde arapça birşeyler yazılı.Belki de bir dönem mescit olarakta kullanıldı. Bunu zemine kazınmış bir namazgahda desteklemekte.

Buradan kaleye geçtik. Bu gezi 10 YTL ‘ye mal oldu bize. Parasında değilim ama meydanda Aşirefendi Hanı ‘nın önünde tanışıp konuştuğumuz ingiliz çift ile tekrar karşılaşmak sürpriz oldu. Dünyanın küçüklüğü üzerine bir iki saçma sapan espri yapıp kaleye doğru uzanan yolu arşınlamaya başladık. Bu tip yerlerde görmeye alıştığımız gibi el işleri, hatıra eşyaları vb satan ağırlıklı kadın esnaf yer almakta.

Kale restore edilmiş. Özellikle kale kapısına uzanan yolun taşlarının düzenlenmiş olması akılcıl bir davranış. Öte yandan kalenin sahip olduğu konum nedeni ile tüm şehri görebiliyorsunuz. Pekte kolay kuşatılıp düşürülebilecek bir kale değil. 12. yy ‘da Komnenoslar tarafından inşa edilmiş. Zaten Kastamonu isminin etimolojisindeki olası ihtimallerin başında Komnenosların kalesi anlamına gelen kastrokomnenos gelmekte. Kale içinde pekte sağlam bir şey kalmadıysa da yapılar Candaroğularına ait.

Buradan çıkışa göre saat dokuz yönünde ilerleyerek (ki yön duygumu kaybetmiştim) Pir Şaban-ı Veli türbesine gidebiliyorsunuz. Bu kişi şehrin en büyük evliyalarından biri. Türbe, cami, şadırvan ve müze olarakta kullanılan iki konaktan müteşekkil külliyesi biz gittiğimizde ziyaretçi ile dolup taşmaktaydı.

Cami kısmında mihrap ve minberde işçilik güzel. Döneminin yöresl örnekleri gibi kubbesiz, düz, ahşap bir tavana sahip. Özellikle vaiz kürsüsü oldukça güzel.

Civarda çok sayıda türbe var. Hatta Kesikbaş Evliya Türbesi ‘ne gidelim dedik ama epeyce bir bayır çıkmamıza rağmen bulamayıp geri döndük.

Buradan itibaren yolumuza kaleden baktığımızda belirlediğimiz rotayı izleyerek gidiyoruz. İlk durak Kırkdirekli Camii de denilen Atabey Camii. Çobanoğlu Hüsamettin Bey tarafından kale düşürüldükten sonra şehrin bazilikası olan bu yapı camiye çevrilmiş. Fetih camii olduğu için Cuma namazlarına imam kılıçla çıkmakta imiş. Biz gittiğimizde yine bir restorasyon furyası içinde bulduk kendimizi ve içeri giremedik.

Can sıkan şey ise caminin doğu kısmında yer alan türbenin içler acısı hali. Türbe epeyce harap olmuş. Sandukaların baş kısmı parçalanmış. Türbenin içi kırık mezartaşı parçaları ile dolu. Uğur bu konuda epeyce dellendi. Zaten döndüğümüzde bu konuda da internette bir yazı yayınladı.

Şartlar kendi sonuçlarını yaratmakta. Kalenin yokuşundan çocuklar kendi yaptıkları kızaklarla kayıyor kimi zamanda yokuş yukarı inildeyerek çıkmaya çalışan araçlarında altında kalıyorlar. Allahtan birşey yok. Oyun sürüyor. Sürsünde...

Yola devam. Şimdiki durak Yakup Ağa Külliyesi. Tahminen eski bir Bizans tapınağının üzerine kurulu. Bahçesinde bu günlerden kalan bir sütun var. 1547 yılı yapımı külliyenin camisinin kapısında kündekari tekniği kulanılmış. Zaten epeyce bir parçada dökülmüş gitmiş. Cami kısmında tek bir kubbe var. Caminin içerisinde en azından bize göre bir farklılık yok. Caminin arkasında kıble yönünde birde hazire mevcut.

Küliiyede caminin yanısıra imaret, medrese, sıbyan mektebi ve misafirhane gibi bölümler var. Temiz ve bakımlı bir yer. Uğranması gereken bir mekan.

Buradan haritalarda Osmanlı sarayı denilen yapıyı bulmak için yola devam ettik. Saray denilen yapı aslında bir nevi son dönem belediye binası.Zaten günümüzde otel olarak kullanılmakta. Bununda içini izin alarak gezdik. Hoş, sade bir yapı.

Karşısında güzel bir hamam var.Sanırım Araba Pazarı Hamamı. Ama yanılıyorda olabilirim. Öyleyse 1500 ‘lü yıllardan kalmalı. Bursadaki hamamları görünüş olarak andırmakta.

Az biraz ötede Yanık Han. 1616 ‘lı yıllardan kalma.

Buradan pazarı ve el işi göz nuru eşyaların satıldığı çarşıyı gerimizde bırakıp Penbe Han ‘a varıyoruz. Burası da yeni restore edilmiş ve gerçekten kurtarılarak topluma kazandırılmış yerlerden.

Tekrar Nasrullah Caminin yanındayız. Yılanlı camiye girmeye çalışıp gene giremiyoruz. Buna karşın Nasrullah Camii ‘nin ardında kalan Münire Medresesi ‘ne uğradık. 1746 yılında Aşir Efendi Hanı ‘nı yaptıran zat tarafından yaptırılmış. Günümüzde daha çok kafeterya, turistik ve hediyelik eşyaların satıldığı dükkanlarca kullanılmakta.

Kuzeye doğru çarşı içinden ilerlerseniz hiç ummayacağınız şekilde kimisi iki kimisi üç katlı art neuveu tarzı binalara bile rastlıyorsunuz. Biz durup bu binaları çeşitli açılardan çekmeye çalışırken insanlarda durup bunlar neyi, neden çekiyorlar diye bakıyorlar. Ama işin güzel yanı ne işinize karışan nede ukalalık edip can sıkan kişiler var.

Daha da kuzeye gidiyoruz. Önce Topçuoğlu Camiine uğradık. 1727 yılından önceki bir tarihte bu isimde bir hayırsever tarafındaninşa edildiği yazılsa da kaynaklarda etrafta konuştuğumuz ahali caminin çok eski olduğunu, yapıyı osmanlı ordusunda topçuluk yapan bir zatın yaptırdığını inşa ettirdiğini, inşaatta rumların çalıştığını anlattı. Bununla beraber caminin içerisinde birşey yok. Dışında ise güdük minare denilen bir stilde yapılmış bir minare var.

Dahada ileride ara sokaklarda Karanlık Mescidi adında tarihi bir ibadethane var ama kapalı. Tekrar geldiğiniz yola çıkarsanız Toprakçılar Konağı’nı görebiliyorsunuz. Burası da güzel bir konak. Zaten yolu üzerinde daha pek çok güzel konak var.

İsmail Bey Küliiyesi de yine restorasyon çalışmaları nedeni ile kapalıydı. 1454 yapımı külliye de sarı taştan tek minareli bir cami, medrese, imaret, şadırvan yolun karşısında bir hamam görünmekte. Ayrıca aynı dönemden kalan Deve Hanı da külliyenin içinde kaldığından giremedik.

Buradan ilk sağdan girdiğinizde ana caddeye çıkabiliyorsunuz. İsmail Bey Camiinin üzerinde olduğu kaya kütlesinin üzerinde bir iki kaya mezarı daha görülebilmekte. Şehinşah Kaya Mezarı olarak adlandırılan bu kaya mezarları 2. yy Roma dönemine tarihlendirilmekte.

Buradan caddeye ulaştık. Kastamonu ‘nun tarihi yapısını binalarını geride bırakıp modern bir alışveriş merkezine girdik. Burada fotoğraf çektirtmiyorlar.

Sinop yollarındayız. 20 YTL ‘ye üç saati aşkın bir sürede Taşköprü üzerinden Sinop ‘a gidiliyor. Taşköprü ‘ye gelmeden haritalarımıza göre kaya mezarları olması gerekli. Geçen seferde olduğu gibi bu kezde göremedim. Taşköprü taraflarında ise Pompeopolis taraflarına giden bir ok var. Bir gün uğrarız diyoruz.

Birde yol üzerinde Erfelek denilen bir yerleşim geçiliyor. Buradaki kaya oluşumları biraz Kapadokya ‘yı hatırlatmakta. Aşağı yukarı benzer oluşumlar mevcut.Tabii artık bu aşamada tanıtım, reklam gibi unsurların etkisi (yada etkisizliği) önemini hissettiriyor.

Geçen sefer geçtiğimiz o virajlı dağ yolundan gün battıktan sonra geçtik. Bu kez hareket halinde, loş ışıkta hilal şeklindeki ayı çekmekle uğraştığımız için pek dikkat edemedik virajlara.

Artık Sinoptayız. Bizi hemen Diyojen heykeli karşılıyor. Heykel pembe ışık ile aydınlatılmış.

İlginç bir şehir. Üçlü, dörtlü kız grupları rahatlıkla dolaşmakta. İndiğimiz yerden dümdüz ilerlediğimizde önce surları geçiyor, ardından tarihi hapishaneyi geride bırakıp Adliye Sarayının olduğu meydana ulaşabiliyorsunuz. Bizde buraya bakan bir otelde yer bulduk. Pekte güzel bir yer değil ama insanın kafasını sokabileceği bir yer sonuçta.

Eşyaları odada bırakarak sahile indik. Modern bir şehir. Genç nüfus çok fazla.Bunun nedenide şehirde fen edebiyat fakültesinin bulunması. Sahilde biraz dolandıktan sonra Beşiktaş ‘ın maçını seyretmek için bir canlı müzik yapılan bir bara girdik. Bu arada Beşiktaş dört tane yiyince birşey görecek göz kalmıyor insanda.

Maç bitince sahilde tekrar turladık. Balıkçılar sahile gelmiş ağlarını boşaltmakta. Ağlarda takılı palamutlar dikkat çekmekte.

Gün 5

Sabah 8 gibi uyandık. Dün geceden su toplamış ayak parmaklarım hala iyileşmemiş durumda. Ama idare edeceğimi umarak yollara düşüyorum gene. (Zaten başka seçenekte yok) Planımıza göre Sinoptaki belli başlı noktaları gezip İnebolu ‘ya geçmek; orada belki bir iki saat gezindikten sonra Bartın yada Amasra ‘ya geçmek vardı. Meğer ne büyük bir hayalmiş bu......

Önce çantalarımızı otele emanet bırakıp otelin hemen karşısında yer alan abideye uğradık. Sinop baskını sırasında şehit edilen askerlerimize ait kemikler anıtın altındaki bir odacığa yerleştirilmiş. Rusların, Batum limanından dönerken fırtınaya yakalanıp Sinop limanına sığınan oniki gemilik filotillayı yok etmesi sonucu 2, 700 şehit ve on bir gemiye mal olmuş.

Denize düşen askerlerimizin üzerine Rusların yağlı ve neftli bezler atarak öldürdüklerini okuyunca Ruslara olan nefretim bir kat daha arttı.

Sinop Müzesi ikinci durak. Sinop Şehitleri anıtının yanında, adliye sarayının ardında yer almakta.

İki katlı müzenin üst katı idari bölümleri içermekte. Müzede çeşitli kazı ve rastlantılar sonucu bulunan çeşitli parçalar sergilenmekte. Özellikle iki aslan tarafından parçalanan geyik heykeli dikkat çekici. Ayrıca çok sayıda büst ve değişik mezar ştelide görülebilir. Öyleki iki mezar ştelindeki işlemeler son dönem Osmanlı mezar taşlarındaki desenleri andırmakta.

Ayrıca salonun sağında, üzerindeki kabartmaları hayli belirsizleşmiş olsa da iki adet yelkenlinin işlendiği bir lahitte mutlaka görülmeli.

Müzenin en harika yeri ise fotoğraf çekilmesine müsaade edilmeyen ikona galerisi. Sadece bu galeriyi görmek için bile onca yol çekilir.

Sinopta oniki kilise olduğu söylenmekte. Bunlar zamanla tahrip olmuş. Bunlardan toplanan bu ikonalar 18 ve 19. yy ‘a tarihlendirilmekte. Genel olarak boyutları 50*80 cm civarında suntamsı tahtanın üzerine pastel renkler kullanılarak dini temalar resmedilmiş.

İsa ‘nın yüzü buradada değişik. Vaftizci Yahya ise iki-üç yerde kanatlı olarak temsil edilmiş. Bir anlam veremedik , zaten bununla ilgili açıklayıcı birşeyde bulamadık.

Müzenin orta salonunda Sinopta bulunan bir yer mozayiği sergilenmekte. Ayrıca duvarlarda da çeşitli mozaik plakalar asılı.

Müzenin bahçesinde de devasa küpler, Osmanlı ve Selçuklu döneminden kalma mezar taşları ve taş sandukalar görülebilmekte. Ayrıca müze binasının dış duvarlarında da mozaik plakalar asılı olarak sergileniyor.

Fakat bahçedeki en önemli nesne Serapis Mabedi ‘nden kalanlar.

Müzeden çıkınca bir karar vermek zorunda kaldık. Ya Balatlar Kilisesine gidecektik ya da pas geçecektik. Müze görevlisinin tarifi gözümüzü korkutunca sahile yöneldik. Tam bu sırada bitirim bir arkadaş “ madem fotoğraf çekiyorsunuz yukarıda tarihi bir kilise var , ona da gidin “ dedi. Afalladık. Yerin yakın olduğunu söyleyerek yolu da tarif etti.

Merakımıza yenik düşerek kiliseye gittik. Burası Bizans dönemine ait bir kilise. Büyükçe bir alana yayılmış bir yapılar topluluğu aslında. Duvarlarda az sayıda fresk kalmış. İnsan boyunda olan yerlerdeki freskler grafitici zulmüne uğramış.

Kilise harabesinden merkeze doğru dönerken bakımsızlıktan epeyce hırpalanmış eski ahşap binalara ve çeşmelere rastladık.

Sahili adımlayıp tarihi surların etrafından geçip yolumuza devam ederken balıkçıların ağlarını temizledikleri alanda tek bir sütuna rast geldik. “Rast gele” diyerek balıkçıların yanına rampa ettik. Sanırım amcamın bahsettiği limandaki antik kalıntılardan kala kala bir bu kalmış.

Sahilden hapishaneye gidiyoruz. Gidiyoruz da yine bize yolda ahşap evler, boy boy çeşmeler ve hamamlar eşlik etmekte.

Hapishane merkeze uzak değil. Aslında Sinop oldukça küçük bir şehir olduğu için herhangi bir yerden başka bir yere gidiş pek zor olmamakta.

Yaklaşık bir yılı çok az bir zaman geçtikten sonra tekrar Sinop hapishanesine dönmüş bulunuyorum. Bu kez kendi başımıza gezmenin avantajı ile hemen hemen her yere girdik. Çekilen diziden sadece baş gardiyanı oynayan aktörü idari binanın balkonunda görebildik.

Birde hapishanede çekim yapılan koğuşların içine eşyalar konmuş. Kapılar sürgüsüz ve kilitsizdi.Ama kapalı olduğundan açmayı ve içeri girmeyi uygun bulmadım. Ama kapının üzerindeki o küçük, sürgülü delikten içeri baktığınızda sanki hala mahkumlar varmışcasına eşyaları görmek epey etkileyici. Ne diyelim Allah düşürmesin.

Hapishanede olumlu değişikliklerde var. Örneğin hücrelerde artık fotoselli lambalar kullanılmakta. Ayrıca bu kez mahkumların zanaat öğrendikleri kısım ile çocukların tutulduğu binaya uğradık. Bu son binaya üşendiğim için ben girmedim ama Uğur epeyce turladı.

Hapishaneden sonra Alaaddin Camiine girmek istediysekte restorasyon yapıldığı için içeri girebilmemiz mümkün olmadı. Yapının tüm dış duvarları elden geçirilmiş. Göze biraz batıyorsada napalım hayırlı olsun.

Sinop ‘un bir başka önemli yapısı da Alaaddin Camii ‘nin ardında kalan Pervane Medresesi. Burası günümüzde turistik bir mekan olmuş. Sinop 'taki turizm bürosu da burada ama tatil nedeni ile kapalıydı. Medresenin girişe göre saat bir yönünde Gazi Çelebi ve kızına ait iki de mezar var.

 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..