- Kategori
- Basın Yayın / Medya
Ben ölürsem
“Ben ölürsem akşam üstü ölürüm” derdi ya şair, ben de , “ben ölürsem Tuna Tan göbeğinde ölürüm “ desem yeridir. Bu kadar büyük, nerdeyse ortasında mısır yetiştirilecek kadar büyük bir göbeğe ne gerek vardı, yol neden bozuldu demek için geç tabii. Aziz Duran’ın garip ve gereksiz icraatlarından biri de bu. (Vagon yolundaki yeni yol da bir diğer saçmalık) Benim de her sabah ve her akşam korkulu rüyam yeni Kampüs yolu ile Tuna Tan arasındaki göbek. Dön dön bitmez, sağdaki soldakine, yandaki yanına yol vermez, kimse dur işaretine uymaz, dolmuşlar üzerine sallar direksiyonu sen kaçarsın, kaçtığın yerde bilmem ne kursunun sürücü adayı vardır, telaşla arabayı stop eder. Sen ani bir ren yaparsın, Ders zili çalmış, Ata geç kalmıştır. Her sabah bir dolmuş bir araca çarpar. Yani trafiği kolaylaştırması gereken göbek büyüklüğüne yakışır bir şekilde kazalara davetiye çıkarır. Bunu hala göremeyenler, oraya trafik ışığı sistemi getirmeyenler umarım hemen müdahele ederler.
Adapazarı büyüdükçe sorunların da büyümesi kaçınılmaz tabii ki. Eğer küçük ve tenha kalsaydık yani çocukluğumdaki gibi , daha mutlu olabilirdik. Bu şehir hayallerimizden bile daha hızlı büyüyor. Kampüs yolu mesela... Adapazarı’nda istediğim yere ev yapabilme şansım olsaydı nereye yapardım biliyor musunuz? Kampüse çıkan yeni yolun tam ortasında, ATSO evlerine gelmeden hemen sağ tarafta meşe ağaçları var… İşte tam oraya.
Orası benim çocukluğumun en güzel anılarının yaşandığı yerler. Biz oraya kaynak derdik. Çünkü o yolun tam ortasında bir kaynak vardı. Hiç durmadan su çıkan bir kaynak ve ulu bir ağaç. Sait Faik’in deyimiyle Sarduvanlılar, Lojmanlar sakinleri Pazar günlerini ve Hıdırellezleri , Mithatpaşa okulunun öğretmen ve öğrencileri 23 Nisan’ları orada , kaynakta piknik yaparak geçirirlerdi. Ulu yalnız ağaç, o kaynak sayesinde çocuk sesleriyle , şarkılarıyla tanışır, koyun sürüleri , kurbanlıklar ve adaklıklar ertesi gün, domates ve hıyar kabuğuna, köpekler kediler kemik ve et parçalarına doyardı. Biz de (annem, babam ve dört çocuk) Pazar günleri ellerimizde mangal, ekmek, köfte, meyve dolu piknik sepetleriyle lojmanlardan çıkar, şimdiki SAÜ Koleji o zamanlarda Demirsporun idman yeri top sahasından geçer, kavaklıkları aşar, böğürtlen toplayarak birbirimizi ite kaka ama hep gülerek bizim lojmanların sınırını belirleyen tel örgülerden geçer, firar etmiş tutsaklar gibi koşmaya başardık. Adını bilmediğimiz ama hep kıyafet ve para yardımı yaptığımız “fakir kadının evi”ni de geçer en maceralı bölüme gelirdik. Önümüzde aşılması gereken bir dere vardı. Şimdi üzeri betonla kapatılarak yol olan o dere, o yıllarda hele baharsa çağlayarak akar, sadece sığ bir noktada büyük taşlara basarak karşıya geçilirdi. Bu zorlu yerde babam bu sığ yere bir iki büyük taş daha atar , suya batmamızı engellerdi. Önce babam geçerdi karşıya kucağında en küçüğümüz. , sonra abim. Ben de geçerdim çamura batmadan. Ama Nihal . Her seferinde ilk taştan sonra dengesini kaybeder, “dur, düşme , taşa bas, eyvahhhhhhhhh” sesleri arasında dizine kadar çamura batardı. Böylece şenlik başlar, annemin azarları bizim gülmelerimize karışır, bu arada bir koyun sürüsü de aramıza katılırdı.
Yokuş yukarı çaydanlık ve bardakların sesi bizi aşka getirir, şarkılar söylerdik. Baharsa yaban erikleri, sonbaharsa ceviz toplayarak devam ettiğimiz yolda acıkmaya başlar, hızlanırdık. Tam ağacın oraya sererdik kilimi. Annem salata yaparken babam ateşi yakar biz de çimenlere yatar yokuş aşağı bırakırdık kendimizi. Döne döne, kahkalarla metrelerce yuvarlanır, elbiselerimiz yemyeşil ot lekesi olmuş ama yine de mutlu tekrar çıkardık kaynağa. “Akan su kir tutmaz “dan hareketle kana kana içerdik kaynağın buz gibi suyunu avcumuzla. Sonra mis gibi mangal ve çay. “Hadi kekik toplayın” derdi annem. Mis gibi kekikleri ellerimizle toplarken bir yandan da papatyalardan taç ve kolyeler yapardık. Ebeleme oynarken yakalanacağını anlayan abim “ gööllll, gölü gördüm” diye bağırır biz de hani nerde diye telaşla koşardık. Demek göl buydu. Tam zirveden aşağı bakınca , sislerin arasında griye çalan bir mavilik görürdük sadece. Olsun.. Girmiş de yüzmüş gibi biz de başlardık.. “ Gölllllllllllll”
Akşam ezanı okununca annemin “gidiyoruz toplanın” uyarısıyla küçük canlar sıkılır, ertesi gün okul var düşüncesi pazartesi sendromundan habersiz bu çocukların keyfini kaçırır, ödevini bitirmeyenler ödevlerini , yakasını ütülemeyenler ütüyü düşünürdü oflayarak. Aceleyle toplanılır bu kez daha kolay ve daha çabuk, yokuş aşağı aynı yollardan geçilir, bizimle gelen sürü yine bize katılır, çıngırak sesleri eve gidişin sesi olurdu. İşte sizin sadece kampüse gider zannettiğiniz o yol benim anılarımın yoludur.
Sonra şöyle devam ediyor şair: Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Alıp başımı gitmek isterim
Bir akşam bir kente girerim
Kayısı ağaçları arasından
Gidip denize bakarım
Bir tiyatro seyrederim
Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlık bir çocukluk bulutu
Gerçeküstücü bir ressam
Dünyayı değiştirmeye başlar
Kuş sesleri, haykırışlar
Denizin ve kırların
Rengi birbirine karışır
Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde bir gökyüzü
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar