Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mart '15

 
Kategori
Öykü
 

Beyin törpüsü

Beyin törpüsü
 

“Beyinsiz bir adam olarak ölmektense, beyin kanamasından ölmeyi tercih ederim.”


      “Beyinsiz bir adam olarak ölmektense, beyin kanamasından ölmeyi tercih ederim.”

Aslında her şey, küçük bir sineğin vızıltı sesleriyle başladı. Hani insanların tüylerini diken diken yapan ve zamanla tüm vücuduna sirayet etmeye başlayan mide bulandırıcı bir ses vardır ya, öylesi bir ses düşünün.

O anda bir insanın kendini kaybetmemesi kadar doğal bir durum olmasa gerek.

Tamam, kabul ediyorum: Galiba her şey, küçük mide bulandırıcı bir sineğin havasız bir cam kavanoz içine hapsedilmesiyle başladı.

Belki anlatacaklarımdan sonra, bana karşı içinizde ucu bucağı belli olmayan bir nefret hissi taşıyabilirsiniz. Hazırlıklıyım. Ama emin olun, şu anda içinde bulunduğum vaziyet, bu durumu önemseme ihtimalimi dahi sıfırlıyor.

Hazırsanız, hazin hikâyeme başlıyorum dostlar...

Temmuz sıcağının en kavurucu olduğu günlerden biriydi. Öyle ki sıcak hava, dışarı çıkan bir kişiye nefes aldırmayacak kadar yoğundu.

Haliyle, sinek ve her türden böcek sülalesinin saltanatını sürdürdüğü bir gündü.

Kendimi bildim bileli, her türlü haşerattan nefret etmişimdir. Buna bir tür böcek fobisi diyebilirsiniz. Ayrıca ne düşünürseniz düşünün, umurumda bile değil! Benim böceklerden korkan pısırık biri olduğumu dahi düşünmekte özgürsünüz. Yalan değil, ben de “Sinek küçük, ama mide bulandırır” sözünü benimseyenlerdenim. Ne zaman, nerede bir sinek yahut böcek türüne rast gelsem iştahım kaçar, midem bulanır. Her türlü yaşamsal fonksiyonum, dondurulmuş bir pizza gibi öylece dona kalır.

Neyse, sözü daha fazla uzatmanın gereği yok. Ne kadar bu tür küçük yaratıklardan nefret edebildiğimi tahmin etmişsinizdir.

Yine sineklerin kulağımın dibinde vızır vızır uçuştuğu bir gün, bir elimde yastık diğer elimde sineklikle kahraman bir sinek avcısı olarak göründüğümü tahmin edersiniz. Yahut acımasız bir sinek katili... Tamamıyla seçimi size bırakıyorum.

Yatak odamdaki biri kara, ikisi sivrisinek olmak üzere üç sineği sol elimdeki yastık sayesinde etkisiz hale getirdim. Size sol elimi ne kadar iyi kullanabildiğimi söylemedim değil mi? Solak amatör bir boksör olarak size bunun garantisini verebilirim. Sol elimle sinek avlamada üzerime yoktur desem, kendime iltifat etmiş olmam.

Yalnız dostlar, öyle bir sineğe denk geldim ki, sormayın gitsin! Sinek adeta baş belası! Çıkarttığı rahatsız edici vızıltı seslerinin yanında, bana meydan okuyan bir hali vardı.

             “Senden korkmuyorum!” diyordu bana...

             “Senden korkmadığım gibi sana savaş ilan ediyorum!”

              Yaptığım birkaç yastık ve sineklik tearuzundan kurtulan sinek, aralıklarla dinlenip benim üzerime doğru saldırıyordu. Arada bir saçıma, koluma konuyor ve tüylerimi diken diken etmeyi kolaylıkla başarıyordu.

             “Evinde sinek ilacı yok muydu? Sıkıp, bitirseydin işini!” dediğinizi duyar gibi oldum. Evet, belki sineklerden oldum olası nefret ettim, hatta onları düşman olarak görecek kadar... Ama hayatım boyunca hiç “hain” olmadım, dostlar. Ben, “Sinek ilaçları bulundu, mertlik bozuldu!” diyenlerdenim. Hainlikle bir savaşı kazanmak, benim karakterime göre değildir. 

Neyse, uzun süren savaşı -yaklaşık iki saat- sonlandıran küçük bir pusu planı oldu. Evet, sineği ancak yaptığım bir pusuyla ele geçirebildim. Şeffaf cam bir bardakla...

Sineğin masaya konduğu bir anda, elimdeki cam bardağı usulca üzerine doğru sürükledim.

              “Ee, senin mertliğin nerede kaldı!” diyebilirsiniz. Ama savaş ortamında her şeyin mubah sayılabileceğini de hatırlatmak isterim. Gerek sinek, gerekse ben oldukça yorulmuştuk. İki taraftan birisi bir şeyler yapmalıydı ki, savaş nihayete ersin. Ben de bileğimin gücünü ve kıvraklığını kullanarak, düşmanımı pusuya düşürmeyi başardım.

Yapacağınız bir şey yok dostlar, “Bükemediğiniz eli öpeceksiniz!” Tabii ki, şayet ısıramıyorsanız! Düşmanım savaş sonrasında o kadar bitap düşmüştü ki bırakın ısırmayı uçmaya dahi mecali yoktu. Bir savaşçı en iyi bildiği şeyi de yapamayacaksa yenilgiyi kabullenmiş demektir, bilirsiniz.

Sonuçta, kara kuvvetleri, hava kuvvetlerine üstün gelmiş ve savaşın galibi belli olmuştu.

               Ezeli düşmanım, havasız cam bardak içerisinde çırpınıyor, ancak çabaları fayda getirmiyordu. Çıkarttığı vızıltı sesleri, adeta kulaklarımı tırmalıyordu. Her bir seste tüylerim diken diken oluyor, midem bulanıyordu.

Bir süre düşmanımın çaresiz halini, hain bakışlarla süzdükten sonra, başarımı kutlamak için kendimi buz gibi bir limonatayla ödüllendirmek istedim. Bunu hak ettiğimi düşünüyordum. Düşmanım son nefes alıp vermelerini gerçekleştirirken, ben karşısına geçmiş elimde buz gibi limonatayı nispet yaparcasına yudumladım.

Aslında isteğim, sadece belirli bir süre, o anın tadını çıkartmaktı. Yoksa bir sineğe işkence çektirmek gibi bir niyetim yoktu. Cam bardağa hapsedilmiş düşmanım, hiç ölmeyecekmiş gibi vızıltılarını çıkartmayı sürdürüyordu. Arada bir can havliyle bardağın kenarlarına çarpıyor, “Beni kurtarın!” diye haykırıyordu. Anlayacağınız, az evvel ki kibirli ve korkusuz hallerinden eser kalmamıştı.

O anda başarının verdiği hazla, düşmanıma karşı hiçbir acıma duygusu hissetmedim. Ta ki, cam bardak içerisinden yükselen vızıltı seslerinin kesilmesine dek...

Önce tam olarak durumu anlayamadım çünkü o anda buz gibi limonatayı tüketmekle meşguldüm. Bardaktaki son limonata damlasını da, mideme yolculadıktan sonra ayağa kalktım ve cam bardağa doğru hafif adımlarla yaklaştım.

Bana sıkıntılı saatler yaşatan düşmanım, ters dönmüş öylece yatıyordu. Cam bardak onun mezarı haline gelmişti.

Aslına bakarsanız, düşmanımı tam pencereyi açıp azad etme düşüncesine sahipken gerçekleşen bu beklenmedik ölüm beni az da olsa üzmüştü. Elbette, bu benim ilk cinayetim değildi. Ama diğerlerinden de farklıydı. Diğer cinayetlerim, anlıktı, işkencesizdi... Oysa bu... Düşmanımın gözlerine baka baka ölümünü seyretmiştim.

Biraz düşündükten sonra; “Bana yakışmadı.” Diye mırıldandım. Daha mertçe savaşı kazanabilirdim. O anda kendimi acımasız bir diktatör gibi hissettim. Beynimden ayaklarıma doğru tarifini edemeyeceğim bir pişmanlık hücum etmeye başladı.

Ama düşman da olsa, acımasız bir şekilde öldürdüğüm sineğe son görevimi yapmak istedim.

Bu kadar acı çekerek ölen bir sineğin, kendine ait bir mezarı olmalıydı. Bu cinayetin ardından, sineğin küçücük cesedini bir çöp poşetinin içerisine atamazdım. Çünkü öyle bir durumda ben ben olamam ve kısa zaman sonra vicdan azabından ölebilirdim.

              Cinayeti işlememe yardımcı olan cam bardağı, artık sineğin cansız bedeninin üzerinden usulca aldım.

             O anda istediğim tek bir şey vardı aslında:

             “Keşke dirilsen de, savaşımıza mertçe kaldığımız yerden devam etsek.”

             Evet, “Mertçe!”...

              Ama sinek, artık benim isteğime karşılık veremeyecek kadar acizdi. Artık benden kaçması için hiçbir sebep kalmamıştı. Çünkü korumak ve sakınmak istediği şeyi, az evvel yitirmişti. Hem de benim yüzümden!

              O anda aklıma, benim de ölümümün bu şekilde gerçekleşebileceği ihtimali geldi. Havasız bir ortamda kalarak, nefes alıp veremeden can verdiğimi...

              Kısa süren bir titreme nöbetinden sonra kendime geldim. Orada oturmuş, neler düşünüyordum. Öldürdüğüm alt tarafı küçük bir sinekti. Her sinek yahut böcek öldüren suçlu olsaydı, dünyada suçsuz insan kalır mıydı?

             Bu rahatlatıcı düşüncelerin ardından, sineğin cansız bedenini küçük bir gazete kâğıdı üzerine taşıdım. Hala evimin bahçesine gömmekte kararlıydım. Aksi halde vicdanım beni rahat bırakmayacaktı.

              Kısa bir cenaze töreninin ardından, sineği sardığım gazete kâğıdıyla birlikte bahçeye indim. Düşmanını kendi elleriyle gömen, istisna kişilerden biriydim muhtemelen. Ama olsun, acımasızca öldürdüğüm düşmanıma son görevimi yerine getirmeliydim.               

              Bahçemde çiçeklerin olmadığı bir bölge vardı, sadece toprakla örülü küçük bir alan... Arada bir ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkarır, o toprak üzerinde yürürüm. Bir gün benim yeniden doğmama sebep olan bu toprak birikintisinin, bir cenazeyi örteceğini hiç tahmin etmezdim.

               Ancak yaşam o kadar garipti ki, her türden ilginç yaşantılar tüm çevrenizi bir anda çepe çevre sarabiliyordu.

      

               Küçük düşmanım için, büyüklüğü kadar bir yer araladım. Akabinde elimdeki gazete kâğıdını, içine bakmaksızın, açtığım yere usulca bıraktım. Sineğin cansız vücudunu tekrardan görmeye cesaretim yoktu.

               O anda beni korkutan şey, sineğin dirilebilme ihtimali değildi şüphesiz. Onu gördüğümde sahip olduğum yoğun acıma ve tiksinti duygularımdı.

               Bu sebeple, sineğin cesedini kaplayan küçük gazete kâğıdı kefen görevini üstlenmiş oluyordu. Düşmanımı tıpkı bir insan gibi yolculadığımın idrakine o anda varabildim.

               Kısa bir süre sonra, küçük gazete kâğıdı görünmez oldu. Toprak yine hâkimiyetini sağlamış, düşmanımın bedenini örtmeyi başarmıştı.

               Mezarın yeri belli olsun diye, ağaç ve bitki dallarından kopmuş çalılıklardan birini alıp küçük mezarın uç kısmına diktim. Bu haliyle gerçek bir mezarı andırıyordu. Gerçekliği tartışılmaz elbette ama kastettiğim bir insan mezarıydı.

      

              Bu işi de bitirdikten sonra eve girdim. Ve ister inanın, ister inanmayın o günden sonra evime hiç sinek girmedi. Hatta bırakın girmeyi, evimin penceresine dahi uğramadılar.

              Kerelerce, sineklerin arkadaşlarını kaybetmeleri üzerine yasa girdiklerini düşündüm.   Evet, uzun bir süre beynimi bu saçma sapan düşünce işgal etti.

               Bir müddet daha sineksiz günler sürdürdüm. Yazın ortasında olmamıza rağmen tek bir sinek bile kapımı çalmadı.

               Ta ki, görmeye başladığım rüyalara kadar...

                Neredeyse her gece rüyalarımda, bir sinek sürüsünün tüm bedenimi ele geçirdiğini görüyordum. Tıpkı toprak misali, yattığım yatakta üzerimi örtüyorlar ve beni görünmez kılıyorlardı. Onlar her yerdeydiler... Göz bebeklerimin, ağzımın, kulaklarımın hatta burun deliklerimin içerisinde çıkarttıkları vızıltı sesleriyle adeta mini bir konser sunuyorlardı.

                Her ne zaman bu rüyalardan uyansam kan ter içinde kalıyordum. Yatağımın ucunda, karşımdaki duvarda, televizyonumun ve bilgisayarımın ekranında, kısaca her yerde öldürdüğüm küçük düşmanımla karşılaşıyordum.

                Önce varlığını hissettiren sinek, ardından bir anda kayboluveriyordu.

               Daha sonraları kendimle istişare ettikten sonra, bu şeyin öldürdüğüm sineğin ruhu ya da hayaleti olduğuna inandım. Belki komik bir düşünceydi, ama benim için gerçekten de öteydi.

    

                  En sonunda kararımı vermiştim. Bahçemde gömülü olan sineği alıp, atabileceğim en ücra bir köşe arayacaktım. Çünkü o sineğin bedeni oradayken, bana rahat yoktu.

                 Böyle bir şey, içinde bulunduğum duruma çare olur muydu, bunu ancak yaşayıp görebilecektim.

     

                 Bu planımı gerçekleştirebildim mi, bundan ben bile emin değilim. Çünkü her şey aniden oluverdi. Tıpkı bir arının iğnesini batırıp kaçması kadar hızlı...

                Sineğin cesedini mezarından çıkartabilmek için akşam saatini bekledim. Emin olun, bunun sebebini hala ben de bilmiyorum. Belki biraz olsun içinde bulunduğum durumu, daha ne kadar olabilecekse, daha korku-gerilim içerisine sürüklemek... Belki de gündüz saatinde diğer insanların gözü önünde böyle bir şeyi yapmamak... İtiraf ediyorum; deli gibi gözükmek istemiyordum. İnsanların küçümseyici, deli yerine koyan bakışlarından oldum olası nefret etmişimdir.

    

                 Önce yakın zamana kadar kendi ellerimle gömdüğün küçük mezarın yanına tekinsizce yaklaştım. Ortamın karanlık ve sessiz oluşu, bacaklarımın titremesine yol açıyordu. Hayatım boyunca içimin bu derece ürpertiyle dolduğunu hatırlamam. Adeta korku isimli zehirli iksir, yavaş yavaş tüm benliğime saldırıyor, beni ele geçirmeye çalışıyordu.

                 O anda gerçekleşebilecek her şey için hazırlıklıydım. Arkamdan sineğin küçük cesedi çıkıp bana saldırabilirdi. Yahut çok daha büyük ceset arkadaşlarıyla belirebilirdi arkamda... “Sonunda intikam vakti geldi!” diyebilirdi. Arkamdan ölüm beyazıyla kaplanmış, soğuk bir el tutabilirdi çökmüş omuzlarımdan... Kaçmam için bana fırsat dahi vermeyebilirdi.

                 Kabul ediyorum, zamanında çok korku filmi izledim. Ama şunu iyi bilin ki; hiçbir korku filmi, bir insanın kendi korkularından daha korkunç olamaz. En azından yaşadığım o korku dolu dakikalarım, bana bu acı tecrübeyi kazandırdı.

                 Titrek ellerimle küçük mezarı eşelemeye başladım. Öncelikle, toprağa diktiğim küçük mezar taşını çıkarmam gerekti.

                Bunu yaparken de, ortamdaki ölüm sessizliğini dağıtmak için; “Kusura bakma küçük düşmanım, seni rahatsız ediyorum, ama mecburum.” Diye mırıldanıyordum. O anda korkudan ses tellerimin dahi değiştiğini hissetmiştim. Korku sesime de yansımış, bambaşka bir ses haline getirmişti.

                Sonunda mezarı eşeleme işim bitti. Ancak bir de ne göreyim, toprağın altında kefen niyetine sardığım küçük gazete kâğıdından başka bir şey yok!

                Önce bu sahnenin, beynimin bana özel oynadığı bir görsel oyun olduğunu düşündüm. Çünkü böyle bir şeyin gerçekleşmesi mümkün değildi. Küçük gazete parçası, yırtılmış ve dağılmış bir halde toprağın koynunda öylece yatıyordu.

                Emin olabilmek için kâğıdı elime alıp, incelemeye başladım. Gazete parçasını toprağa yerleştirirken düzenli bir şekilde istiflediğime yemin edebilirim. Ayrıca kâğıdın hiçbir yırtık yanı da yoktu. Sonradan zarar gördüğü belliydi. Bunu ne ben yalanlayabilirim, ne de başkası...

                Ardından sağ elimdeki yırtık gazete parçasını sol elime verip, sağ elimle mezarı eşelemeye başladım. Belki zamanla sinek gazeteden kurtulmuş, başka bir bölgeye sürüklenmiş olabilirdi. Belki de mezarında rahat uyuyamamıştı hayvancık...

                Bu düşüncenin gerçek olabilmesi için her şeyimi verebilirdim. Bazen insan gördüğü yahut yaşadığı olayların şakadan ibaret olması gerektiğini öğrenmek istiyor. Nasıl ki, sevdiğiniz birinin ölüm haberi sizi şaşkınlıktan güldürüyor ve ardından ağlatıyorsa bu da benzer bir durum... Ama maalesef gerçek!

                 Düşmanım yaptığım tüm arama çalışmalarıma rağmen bulunamamıştı. Adeta tüm parmaklarımı bu iş için seferber ettiğimi hatırlıyorum. Zabıta misali, tüm parmaklarım mezarı ters yüz etmiş, ancak iyi haberi bana ulaştıramamıştı.

                Sinek yoktu, sanki yer yarılmış, yerin içine girmişti.

                 Sonrasında ise bu gördüklerimin-daha doğrusu göremediklerimin-bir rüya olduğunu düşünmeye başladım. Son dönemlerde gördüğüm tatsız rüyalardan biri olabilirdi. En azından tatlandırıcıya ihtiyacı olan korkunç kâbuslardan...

    

                 Başlarda baya direnmeme rağmen, pes etmek zorunda kaldım. Gördüklerim ne bir rüya, ne bir kâbustu... Her şey, evet, her şey gerçeğin de ötesindeydi. Resmen bir korku filminin ortasına atılmışım gibi hissediyordum. Binlerce kişinin konuk olduğu bir sinema filminin baş karakteri olduğumu...

   

                 Bir süre toprak üzerine çökmüş vaziyette, bu düşüncelerle cebelleştim. Artık kesinkes emindim: sineğin bizzat cesedi bana tebelleş olmuştu. Bundan sonra sahip olduğum küçük, hortlak bir sineğim vardı.

                 Artık orada durmamın bir manası yoktu. Evime gitmeli ve bu olağanüstü durumun kendimce muhasebesini yapmalıydım. Üniversitede muhasebeyle ilgili derslerimin berbat olduğunu hatırlıyorum. Ancak insan kendi muhasebesine gelince, uzman bir muhasebeciye dönüşebiliyordu. Çünkü böyle bir muhasebede sürekli kullandığımız matematiksel formüllere ihtiyaç yoktu. Bu muhasebe, başka bir muhasebeydi.

                 Gazeteyi yerine bıraktım ve üstünü toprakla örtmeye başladım. Ardından belki sinek bey yine teşrif ederler diye, mezar taşını tekrardan eski yerine diktim.

                 Tam doğrulup, ayaklanacaktım ki; işittiğim cılız bir ses üzerine tüm tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

                 Bu bir sinek sesiydi.

                  Öncekilere göre çok daha mide bulandırıcı ve her şeyden önemlisi, korkutucu bir sese sahipti.

                  Refleksle başımı sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Yani sol tarafıma... Ama maalesef artık her şey için çok geçti.

                  Sesin sahibi, inanılmaz bir atiklikle sol kulağıma ulaştı ve tırmalamaya başladı. Sakın sineğin sol kulağımı ısırdığını düşünmeyin. Kulağıma hiçbir şey yapmamıştı. En azından eve gittikten sonra kulağımın yerinde olduğunu fark edince, bu kanıya vardım.

                 Ancak dostlar, sineğin sol kulağıma vardığındaki sesi o kadar iğrençti ki bir an sineğin sol kulağımı koparmak üzere olduğunu düşünmüştüm. İnanın, o anda o kadar çok korkmuştum ki...

                  Ölü sinek sonunda benden intikamını aldı, diye geçirdim aklımdan. Sol kulağımı olduğu gibi kopardı. Canının diyetini, bana bu şekilde ödetti.

                 Ah, dostlar, ah... Şimdi düşünüyorum da, keşke öyle olsaydı. Keşke sadece sol kulağımı alıp gitseydi. Ama “gidebilseydi” işte...

    

                Az evvel söylediğim gibi, eve gelip aynaya bir bakış attığımda o anda korktuğum şey başıma gelmemişti. Kulağım yerinde duruyordu.

                 Peki öyleyse, o iğrenç vızıltı neydi? Neredeyse kulak zarımı patlatacak kadar güçlü olan o tiz ses...

                 Ayrıca, düşmanımın o anda bana bir şeyler yaptığı kesindi. Her ne kadar kendimi koruyamasam da hissetmiştim.

                  Bir süre de olsa bunları düşünmemeye çalıştım. Bu olaydan ucuz kurtulduğumu düşünüp, bundan sonra o küçük mezarın yanına dahi yaklaşmadım. Sonuçta böylesi bir tecrübe, bana fazlasıyla ders olmalıydı, haksız mıyım?

    

               Bir sabah, müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. Sanki... Sanki beynimin içinde, beynimi kemiren bir şeyler vardı. Beynimin küçüldüğünü, tırmalandığını hissediyordum.

                Sonunda bu baş ağrılarım iyice sıklaştı ve halen şiddetleri her geçen gün dozunu arttırmaya devam ediyor.

               Evet, bu ağrıların sebebini anlamakta gecikmedim.

                Sebep oldukça açıktı. Beynime davetsiz bir misafir konuk olmuştu. Her gün az az da olsa beynimi törpüleyen bir “Beyin Törpüsü”...

                Ucuz kurtulduğumu sandığım o olay esnasında, sol kulağımı ulaşım aracı olarak kullanmış düşman bir sinek tarafından esir altındayım.

                Düşmanım artık benimleydi. Benimle birlikte yaşıyor ve düşünüyor. Beni merak ediyorsanız, artık onun beynimin içinde attığı vızıltı naralarından bıktım! Elbette bir de beynimi törpülemesinden...

     

               Doktor mu? Elbette, doktora gittim. Hem de iki-üç farklı doktorun kapısını aşındırdım diyebilirim. Peki, ne söyleseler beğenirsiniz?

               Onlara göre beynimde gözle görülür bir küçülme varmış. Her geçen gün beynim az da olsa küçülüyormuş. Ancak bunun sebebini henüz bulamadıklarını ve yakın zamana kadar bulacaklarını söyleyip duruyorlar. Onlara kerelerce beynimin içinde bir sineğin olabileceğini, bunu görebilmeleri içinse beynime dikkatli bakmaları gerektiğini söyledim. Ancak gerek onların söylemleri gerekse çekilen beyin tomografileri beni haksız çıkartıyorlar. Çünkü onlara göre beynimde gözü çarpan hiçbir şey yok!

               Sonraları kerelerce düşündüm, “acaba deliriyor muyum” diye... Ancak beynimdeki düşman sineğin bir hayalet sinek olduğunu hatırlayınca durulmak zorunda kaldım. Bu sinek sadece bana gözüküyor, sadece bana zararı oluyordu. Çünkü benden alacağı intikamı vardı ve o bu yolu tercih etmişti.

               Anlayacağınız artık kabullendim. Ve en kısa zamanda beynimin tükenip, beni öldürmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Çünkü bu zamandan sonra ölüm benim için ancak kurtuluş olabilir.

              Çektiğim baş ağrıları dayanılmaz bir hal aldı, bunu söylemiştim değil mi? Ne bir ilaç, ne de başka bir şey bu ağrılarıma çare olabiliyor. Kafamı duvarlara, taşlara vuruyorum ki, beyin kanaması geçirip ölebileyim diye... Çünkü dostlar, beyinsiz bir adam olarak ölmektense, beyin kanamasından ölmeyi tercih ederim.

               Ama daha çekecek acılarım varmış ki, hala yaşıyorum. Beynim, küçük bir sinek tarafından törpülenip afiyetle tüketilinceye kadar da yaşayacağım gibi gözüküyor.

               Böyle bir durum, Kral Nemrut’un da başına gelmişti hatırlarsanız. Kötülüklerinin bedelini, beyninin içine giren küçük topal bir sinekle ödemişti. Başını duvarlara vurmasına, adamlarına başını tokmaklatmasına rağmen o dayanılmaz acıyı tatmıştı.

                İnsan, bu hikâyeyi dinlerken “Oh olsun!” der durur. Ve güler geçer... Şimdi ben Nemrut’u çok iyi anlıyorum ve çektiği acıları bizzat beynimin derinliklerinde yaşıyorum.

               Şu anda merak ettiğim tek bir soru var:

                Ben de en az Kral Nemrut kadar günahkâr biri miyim acaba? Canlılara zarar veren, en az Nemrut kadar kötü bir şahsiyet...

                Belki her şeyin bir bedeli vardır. Ben de yaptıklarımın bedelini çekiyorumdur, ne dersiniz?                     

 
Toplam blog
: 7
: 983
Kayıt tarihi
: 07.03.15
 
 

Gazeteci, araştırmacı, gizem kitapları tutkunu... ..