Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '16

 
Kategori
Deneme
 

Bilge Sohbetleri

Bilge Sohbetleri
 

Saat akşam altı civarında çarşıda dükkânlar yavaş yavaş birer ikişer kapanmaya yüz tutmuştu. Çay ocağında çalışan ocakçı son demliği yeni açmıştı, son çaylarını satıp ocağı kapatıp evinin yolunu tutacaktı. Her gün bir diğerinin aynısıydı. Sabah altıda ocakçı gelir. Günlük hazırlığını yapar, çaylarını demler çarşı  maliklerinin birer ikişer gelmesini beklerdi. Genellikle küçük esnafın çalıştığı dükkânların bulunduğu çarşı akşam yedi sekiz gibi kapanır, günler birbirinin aynısı, takvimden düşen yapraklar gibi  eder, günler  dururdu. Çarşının eski ve tarihi yapısıyla benzerlik taşıyan çarşı esnaflarının çarşıdaki eskilikleri esnafların ömürleriyle yakından bağlantılıydı. Kimi zaman bir babanın yerini evladı alırsa da genellikle babanın yerini alma alışkanlığı bu çarşıda pek nadir olurdu. Gençler hem çarşıyı hem de babalarının yaptıkları işleri nedense kendilerine yakıştıramıyorlardı. Hızlı tüketim alışkanlıklarını çarşıdaki işlerle yapılan işlerden sağlanacak gelirlerle gidereceğine inanmayan gençler, böyle bir çarşıda buçuk esnaf olmayı kendine yediremiyorlardı. Saat tamircisi, oyuncak tamircisi, deri mont tamircisi gibi meslekler. Zaten çarşının yıkım kararı alınmış, esnaflar bu kararın geri alınması için ilçe ve ildeki siyasetçilerinin belediye başkanının yolunu tutmuşlar. Ancak tüm çabalar yıkım kararının daha ileri bir tarihe ertelenmesini sağlayabilmişti.
 
Çarşının yaşlı sahibi öleli iki yıl olmuştu. Zaten ne olmuşsa ondan sonra olmuş, çarşının yeni sahipleri çarşıyı satıp paralarını aralarında paylaşmayı tercih etmişlerdi. Çarşının yeni sahipleri ise kiracılarla uğraşmak yerine yıkıp lüks bir iş merkezi yapmayı ve daha çok kazanmayı umut ediyordu. Hem daha fonksiyonlu hem de daha çok kar elde etmeyi umuyordu. Bir nevi  beton daha renkli kâğıda dönüşecekti. Para da en nihayetinde matbaada basılan kâğıt değil miydi?
 
Çarşının esnafları orta yaşın üzerinde güngörmüş insanlardı. Çoğu kırkını aşmış ama yaşama sevincini kaybetmemiş bir çarşı. Mutluluk da bu değil midir zaten? Para "bank note" tapılası güzellik! Çarşı eşrafından iki kişi esnaftan sıra dışılıkları ile ayrılıyorlardı. Bunlardan birisi Saat tamircisi, Hasan Efendi ile uzaktan kumandalı araba tamircisi Hüseyin Efendi. Hasan Efendi ile Hüseyin Efendiler yıllarca bir kamu kurumunda birlikte çalıştıktan sonra ayrılmışlar, hobileri olan meslekleri yaparak zaman geçiriyorlardı. Hasan Efendi de Hüseyin Efendi de hobileri olan ve genel kültür seviyesi yüksek insanlardı. Zira okumayı araştırmaya bayılırlar, belli bir yaşa kadar düzenli olarak yurtdışına gitmişler, Avrupa başta olmak üzere Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinden bazılarına gitme fırsatı bulmuş, çeşitli dil ve kültürlere aşina olmuşlardı. Meslek dalları yapısı itibariyle bir sınıf teminatının kapısını açsa da görmeyen gözlerin görmesini, duymayan kulakların duymasını, hissetmeyen kalplerin hissetmesini sağlayamazdı. Neticede meslek dalları, seçim ve seçilme kriterleri en nihayetinde otuz matematik sorusundan otuzunu yapanın doktor, yirmi sekizini yapanın mühendis olduğu bir sistemdi. Günümüzden yüzlerce yıl önce modern üniversite kavramı icat edilmeden önce yüzlerce filozof yetiştirmişken, eğitimin ticaretin egemenliğine girmesinden sonra en büyük icadı bağımlılık icat etmekti. Bazı insanlar gerçekte birçok hastalığın neticesinin bulunamamasının sürekli bağımlılık ilişkisini sürdürebilmeye hizmet ettiğini iddia ederler. Ne derece haklılar bilinmez, ancak insanlar yüz binlik kümeler halinde öldürmek konusunda en ufak bir tereddüt göstermeyen ulusların köleliği kaldırmaları ne kadar çelişkili bir durumsa öldürmeyi gaye edinenlerden şifa beklemek de o derece çelişkili ve de saçma olmalı.
 
Hasan ve Hüseyin Efendi yaşlı ancak dinç ihtiyarlardı. Her gidenin son kez geriye dönüp anlamlı anlamlı bakmaları nasıl bir duyguysa yaşlılık da öyledir. Anlamlı anlamlı son kez bakarlar ve de gelmemek, dönmemek üzere gidiverirler. Herkes bu gidişi bekler de, yine de toz kondurmaz, itiraf edemez. Yazmayı, okumayan bir toplumda konuşabilmek de bir erdem kabul edilmelidir. Bu iki garip yolcu olan bu iki ihtiyar da her günün akşamı işyerlerini kapatır, hem günün bir muhasebesini yaparlar hem de genel konular üzerinde birbirleriyle söyleşirlerdi. Söyleşmek saygı çerçevesinde yapılırsa ne kadar da tatlı olurdu. Yaşlıların sohbeti ise bambaşkadır. Çoğu dalda kurumuş yaprak olduğunu bilir. Aslında söylediği her sözün son sözleri olabileceğinin farkındadır. Bilinçli olan ihtiyarlar, boş yere de konuşmazlar. Dinleyebilen onlardan birçok dersi bedavaya alabilir. Heybetli kürsülerden konuşmazlar, sözler süslü olmayabilir. Yeterince az da olabilir. Anlayana çok şeyler söyler hem yaşlılar hem de yaşlılık. Yaşlılık insanın son gerçekliği ve geleceğidir. Onlara bakıp da kendini göremeyen, fark etmeyen çok sayıda insan vardır. Hatta bir insan bebeklerde ve çocuklarda geçmişini, yaşlılarda kendisini görmüyorsa gerçekte kendini asla göremiyor demektir. Çocuklar ve yaşlılar insanlar için derstir. Lakin çocuklar, yaramazlık ve haşarılıklarıyla yaşlılar ise bunaklıklarıyla değerlendirilir. Sanki değerlendirme yapan herkes daha önce çocuk olmamış veya gelecekte yaşlanmayacakmış gibi…
 
Ben de normalde çok yoğun geçen bir akşamında işlerimi bitirmiş, bir keyif çayı içmek üzere bir yer ararken söz konusu çay ocağında otururken tanıdım bu iki yolcuyu. Yolcu yolcuyu gözünden tanır. Siz de dikkatli bakarsanız, sizin gibi yolcularla göz göze geleceksiniz. Kimi yolcu gitmek istemez. Yolcu olduğunu unutur, hana bağlanır. Bu dünya denen handa kimsenin sonsuza dek kalamayacağını hep unutur nedense. Bir tabure çekip, oturdum. Çay dağıtan orta yaşlı biri olan çaycı önüme bir çay ve çay adedini gösteren bir kâğıt koyarak ocağa doğru yöneldi. Tam da o sırada iki yaşlı adam ağır adımlarla benim tam sırt tarafımdaki taburelere iliştiler. Kısa bir hal hatır sormadan sonra ocaktaki görevliye işaret ederek çaylarını istediler. Artık, yaşlı, aksakallı, ak saçlı iki ihtiyar yoğun geçen bir günün akşamında tatlı tatlı çalıştıkları iş hanının çay ocağında oturmuş, sohbet ediyorlardı.  Belli ki, bunca yaşlarına rağmen miskin ihtiyarlardan değillerdi. Takriben altmış beş yetmiş yaşları civarında olan ve güngörmüş iki ihtiyarın muhabbeti baldan tatlı, yoğun ve doyurucuydu. Normalde benim onları dinlediğim yoktu. Ancak bazen dinlemek zorunda kalırsınız. Özellikle yalnızken. Yalnızken ne çok dinler insan hiç düşündünüz mü? Rüzgârın sesini, dalların, dalgaların hışırtısını, kuşların cıvıltılarını. Kendi kendinizi dinlemek güzeldir. Soru sormak ve iç sesten cevap almak güzeldir. İnsan aslında belki de çoğu zaman içsesinin kendisine cevap vermesini beklerken, iç sesine hiç de aşina olmayan sesleri duyunca kızar, hayal kırıklığına uğrar. İnsanın yanılgısı kim bilir, iç sesini her yerden duyabileceğini düşünmesidir. Onaylanacağını beklemesidir. Hâlbuki iç sesler konuşsaydı ortaya ne ilginç talepler çıkardı. “Belki de bir gün yüz mimik okuma yerine iç sesleri okuyan bir yazılım, algılayıcı dahi yapılır” dediğim anda belki de yapılmıştır bile. Neticede binlerce kasla duyguyla yönetilen bir organizma taşıyan insan beden ve ruh ilişkisi kas ilişkisi çözüldüğü anda bu dahi mümkün olabilir. Ne dersiniz? O zaman insana dair hiçbir sır kalmaz. Reklâmlarda çizgi romanlarda insanların tepesindeki konuşma veya düşünme baloncuklarının yakın gelecekte gerçeğe, ya da kullanıma sunulmayacağını kim bilebilir ki?
 
Tavşankanı çayını yudumlayan iki ihtiyardan Hasan Efendi; "Bazen geriye baktığım zaman, güzel bir gelecek bırakamadık torunlarımıza diye üzülüyorum, daha güzel bir gelecek bırakabilirdik. Ama görgümüz bilgimiz bu kadardı. Keşke demek kötü bir şey lakin keşke daha güzel bir ülke ve eğitim sistemi bırakabilseydik."
Hüseyin Efendi cevap verdi: "Eğitimi biz nesil olarak, pekiyi anlamadık. Eğitimi din eğitimi zannettik. Dini öğrendik zannettik, ezberledik. İçeriğini esas mesajları kavrayamadık. Allah'ın yarattığı kulları ile tercümanlar vasıtasıyla anlaşmaya ihtiyacı olmadığını kavrayamadık. Doğal olarak da gerçek mesajları tavsiyeleri anlayamadık. Heba oldu bir ömür vesselam."
Hasan Efendi: "Yalan girer, iman çıkar dedi dinimiz. Biz önce kendimizi sonra esnaflık yapacağız diye başkalarını sözde kandırmaya çalıştık. Ömür gitti. Takke düştü, kel göründü. Yalanı kısacık ömrüne ilke edinenlerin arkasından gittik. Yalan bize daha bir hoş geldiğinden daha cazip geldi herhalde.  Hoş belli yaştan sonra insan yalan söyleme yaşını geçmiş oluyor. Yalan söylesen de gerçek güneş gibi parlıyor. Yalan sönüyor. Yalan günü geçirme aracı sadece."
 
Hüseyin Efendi: "Düşünüyorum da bir toplumu yok eden en kötü huy yalanın adet edinilmesi. Yalan söylemeden hiçbir suçun işlenebilme ihtimali var mı? Kesinlikle yok. İşin kötü tarafı yalan söylemeden siyaset yapmanın ne derece zor olduğu. Özellikle bu ülkede."
Hasan Efendi: "Yani dükkânını bir yalancıya teslim edebilir misin? Ya da yalan söylediğini bildiğin halde ticaret yaptığın adama saygı duyabilir misin? Önemli bir prensiptir; İlk kez beni kandırıyorsan sen suçlusun ancak beni ikinci kez kandırıyorsan artık, suç sende değil bendedir. Ticarette kandırılıyorsan bu işi yapamazsın. Yapamadığın işi yapmayacaksın. Ders alacaksın. Yaşadığın her olay, bir tecrübe aynı zamanda bir derstir de aynı zamanda"
Hüseyin Efendi: "Çok doğru söyledin, azizim. Bir baba, ata, çocuğunun helak olmasını ister mi, hiç? Bu konuda bir hikâye vardır. Anlatırlar; Bir gün bir adamdan düşmanları yapamayacağı bir şey istiyorlar. İki binanın arasına balkonları arasında bir urgan bağlıyorlar. Diyorlar ki, kurtuluşunun tek bir çaresi var karşı balkona kadar ip üzerinde yürüyeceksin. Bir adamın ip cambazı olsa dahi zorlanacağı şartları görünce adam kendi kendine düşünüyor ve "tereddütsüz; öyle olsa öleceğim böyle beni vurun daha iyi" diyor. Bunun üzerine adamın on yaşındaki oğlunu getirip, "karşıya geç, yoksa oğlun ölür" Adam kıyamıyor yavrusuna ve soruyor derhal; "bina kaç katlı" Yani kendisi için almak istemediği riski evladı için almak için tereddüt etmiyor. Buna rağmen nasıl oluyor da biz insanlar, çocuklarının gelecekte helak olmasına neden olacak her şeye evet diyebiliyor, anlamak mümkün değil."
Hasan Efendi: "Her şeyin başı eğitim kardeşim. Ama nasıl bir eğitim? Farz-ı misal bir öğrenci, ilkokula gitti. Sonra ortaokula, sonra da liseye. Liseyi bitirmiş bir öğrenci varsayalım ki, trafik dersi aldı. Trafik kurallarını öğrenmiş olmalıdır."
 
Hüseyin Efendi: "Kuralları biliyor olmak, kurallara uymuyorsa bir anlam ifade etmez. Aksi takdirde sadece kitaplardaki bilgiler bir süreliğine çocuğun hafızasına yerleştiriliyor, sonra ise bilgilerin herhangi bir kalıcılığı olmaksızın derhal geri siliniyor. Bu durumda, öğretmene ödenen maaş, öğrencinin zamanı boşa geçirilmiş oluyor. Trafik dersini alan bir kişiden göstermesi gereken davranışların gerçek hayatta ne kadarını gösterdiğini kimse sorgulamıyor. Hâlbuki basit bir trafik kazasını ele alalım. Birincisi, kazadan dolayı yitirilen zaman var. İki araba birbirine hafif çarpsa ve de içinde sadece birer şoför olsa tutanak tutulacak, kişiler arasında anlaşma sağlanamazsa trafik polisi çağrılacak. Eğer bu kazayı yapan kişiler herhangi bir işyerinde çalışıyorlarsa, işten güçten kayıp olacak. Trafik kazası sonucunda ortaya çıkan masraflar sigortadan dahi ödenmiş olsa bile neticede hiç uğruna heba olan emek var. Bu kazada kaybedilen her emek ve para aslında kesinlikle kayıptır. Bu kayıp ise aslında "israftır." İsraf ise her dinde onaylanacak bir şey değildir. İslam dinine göre ise, bu fiil kesinlikle haramdır. En büyük israf ise ömürden yapılan israftır. Konuşmak dahi iyi bir amaca hizmet etmezse kullanılan kelimeler dahi giden ömürdendir. Ne derler; dil konuştukça ya iyi kelam söylemeli, ya da susmalıdır. Kötüyü defalarca söylemenin, söyletmenin haykırmanın kime, neye faydası var? Gerçi nice güzel mesajları, ayetlerden okuyoruz. Lakin genellikle ne anlam ifade ettiğinden bihaberiz. Bu da gerçek mesajları özümsememize engel oluyor."
 
Hasan Efendi: "Çok güzel söyledin, lakin bu dahi bir hasbıhal oldu. Eleştiri olarak kabul etmeyin ama senin söylediğin tavsiyelerin çok güzel. Ancak ben harfiyen aynı şekilde düşünüyorum. Keşke yanımızda nasihat edebileceğimiz genç insanlar olsaydı. Bu dolu bardağın dolu bardağı doldurması gibi oldu. Ama biz de böyle bir milletiz. İki kişi bir araya gelince önce vatan, kurtarıyor "ben olsaydım" diye başlıyoruz. Bazen de bilen ve inanan insanlara anlatıp ikna olmuş insanları ikna etmeye çalışıyoruz. Adam Cuma günü zaten camiye gidiyor. Cuma namazına giden insana İslam dinini anlatmaktan kolay ne var? Zaten insanlar, sus-pus olmuşlar huşu içinde Allah'ın huzuruna gelmişler. Saygıda kusur etmiyor, huşu içinde dinliyorlar. İtiraz ya da fikir beyan etmiyorlar. Kimisi bildiği şeyi defalarca tekrar dinlemiş oluyor, kayıp-kazanç açısından değerlendirildiğinde Allah'ın emirlerini ayetlerini tekrar dinlemek çok güzel. Ancak ilaç hastaya verilir, yemek aç olana verilir. Aşı yapılırken anaç ağaca yapılır. Aşılı ağaca aşı tercih edilmez. Hiç bahçede elma armut ağacına tekrar aşı yapan kimse gördünüz mü?  Aşı öncelikle aşılanmamış ağaçlara yapılır. Din dahi kuralları bilmeyenleri, kurallara uymayanları, aydınlatsa daha güzel olmaz mı? Söz gelimi zina yapan birine zinanın haram olduğunu, ilerde topluma kişilerin kendilerine, geleceğine, çocuklarına zarar verme kapasitesi dini ve kurallarına hâkim uzmanlarca verilmesi uygun olmaz mı? Hırsızlık keza aynı şekilde. Adam hayatında bir kez dahi hırsızlık yapmamış, ancak ellinci defa hırsızlığın haram olduğunu dinliyorsa, doğal olarak sıkılacaktır. Hâlbuki tam da aynı zamanda camiye gelen müminin ya evi soyuluyor, ya da ayakkabısı ayakkabılıktan çalınıyor. Bu durumda mesaj kime ne şekilde etki etti? Bu dahi bir kayıp değil midir?"
Hüseyin Efendi: "Pek doğru güzel söylüyorsun azizim. Bu durumda ben de bir ders çıkarmam gerek. İhtiyaç sahibine ihsanda bulunmak güzeldir. Yapılan her iş; amacına ulaşmışsa güzel olur. Hedefe atılan ok hedefi vurmazsa hedefe atılmamış gibidir. Şayet ok atmanın amacı eğitim veya korkutmak değilse. Ya da bir deney. Öyle ya bir buluşu gerçekleştirmek için onlarca veya yüzlerce belki de binlerce deney gerekir. Tabi bunları aynı şekilde değerlendiremeyiz"
Konuyu tekrar eğitime getirirsek, eğitim ister dini, isterse milli türü ne olursa olsun. Birincisi gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmak önemlidir. İnsanın yeteneklerini geliştirecek gerçek uzmanları tespit etmek önemlidir. Yakın ve uzak hedefleri net olarak ortaya koymak önemlidir. Yerellik dahi önemlidir. Bilirsiniz, her ülkenin insanları farklı farklı olur. Hatta iklimleri dahi farklı olur. İnsanı, insanla insanı doğayla barıştırmak önemlidir. Doğa yasalarına karşı gelen nice uluslar, kavimler en nihayetinde doğaya teslim olmadılar mı? Doğanın yasalarına karşı gelmek, insanın hem doğasına hem kendisine hem de insan geleceğine yapılacak en büyük ihanet olsa gerektir"
Hasan Efendi: "Bilgi, kule yapmaya benzer. Bizim mesleğe ilk başladığımız zamanları hatırla, ne çok şey öğrendik. Her gün de öğreniyoruz. Öğrendiklerimizi üst üste koysak, ileride belki de faydalanılacak bir eser dahi meydana getirebiliriz. Bilgi uluslararasıdır. Değerli bilgi ise daima millidir. Sırdır. Sırlara ulaşmak ise hakikaten zordur. Çömlekçi hikâyesi vardır: Bir zamanlar bir çömlekçi varmış. Çömlek yapar, kıt kanaat geçinir gidermiş. Bir gün dükkânına bir kadıncağız gelmiş. Kadın: Beyim bu benim oğlum, babası yıllar önce vefat etti. Ben de kıt kanaat büyütmeye çalıştım oğlumu. Lakin şimdi büyüdü. Elinin bir iş tutması bir zanaat öğrenmesi gerek.  Oğlum size çıraklık ediversin de bir meslek sahibi oluversin. Çömlekçi olur dedi, ne de olsa bir yetimi hem himaye ederek sevaba girecek hem de yardımcıya da ihtiyacı vardı. Çocuğa atölyeyi tanıttı. Ona iş kıyafetleri temin ederek, yapması gereken işleri anlatarak "hadi hayırlı olsun" diyerek işinin başına döndü. Çocuk düzenli olarak işe gelip gidiyordu. İkinci hafta olmuştu ki, çocuk gelmemeye başladı. Çömlekçi ustası ilk gün belki hastadır ondan gelmemiştir diye düşündü. İkinci ve üçüncü gün de gelmeyince, usta kalktı, çocuğun evine gitti. Belki bir yardıma ihtiyaçları vardır. Kapıyı çaldı. Kapıyı çocuğun annesi açtı. "Oğlunuz işe gelmiyor, üç gündür. Bir rahatsızlığı mı vardı?"  Kadın : "yoo" dedi. Çömlekçi ustası: "E o zaman bir hatamı yapmışım ki? Bilmeyerek bir hata mı yapmışım. " "Yok" dedi, kadın. Benim oğlum artık işi öğrendi, bundan sonra sana çalışmayacak. Kendi çömlekçi dükkânını açacak." Usta şaşırdı. "Nasıl olur" dedi. Kadın: "sizin yaptığınız işte ne var ki? Çamuru alıyorsunuz, kalıba yerleştiriyorsunuz. Çeviriyorsunuz, sonra kalıbın şeklini alan hamuru fırında pişiriyorsunuz"  Adam şaşırdı: " Vay çakal, kendi öğrendiği yetmezmiş gibi, annesine de öğretmiş" Bilgi, hop diye gökten zembille düşmez. Bilgi için çok çalışmak gerek. Ne der dinimiz: "İlim Çin'de de olsa alınız."  Dolayısıyla bilgi, yereldir. Millidir. Çoğu zaman da sırdır. Ticaridir, aynı zamanda. Orta Çağ ve öncesindeki mason hareketi de bina yapıcılarının bilgilerini, sır olarak saklamalarından doğmamış mıydı?" Sözümüz güzel, muhabbet de hoş. Ancak evdekiler bekler azizim. Allah ömür verir yine sohbet ederiz."
Hüseyin Efendi: "Haklısın azizim, evdekilerin de üzerimizde hakları var. Arkadaş hakkı hanım hakkı, Han’ım hakkı. Üzerimizde onların da emekleri var"
Çaylarını bitiren iki ihtiyar, evde kendilerini bekleyen ev halkını fazla da bekletmemek için bir yandan sabırsızlanıyorlar, diğer taraftan da biraz daha sohbet etmeyi istiyorlardı. Neticede ihtiyarlık, güngörmüş insanlar açısından daldan düşen sarı yapraklar gibidir. Daldan ne zaman düşeceğine ya şiddetli bir yağmur, ya da bir rüzgâr o da olmazsa ağacı kimi zaman sallayacak afacan bir çocuk yaramaz bir "çelik" kanatlı kuşun kanat rüzgârlarından etkilenen imi zaman yemyeşil, kimi zaman da zaten gözü toprakta olan sarı yaprakları gitmesi gereken yere bir an önce ulaştırıyor, daldan düşürüyor hayattan koparıyordu, birer ikişer. Bu bilinçle ihtiyarlar yavaş hareketlerle yerlerinden kalkarak helalleşip evlerinin yolunu tuttular.
....
Ertesi günün akşamına doğru iki ihtiyar adam yine bir önceki akşam olduğu gibi kararlaştırmış oldukları saatte çay ocağının kapısından içeri yavaş adımlarla girdiler. Yine ufak bir hoş beşten sonra ocaktaki çalışana elerliye işaret ederek, çaylarını istediler. Çaylar geldi. Ve iki yoldaş olmuş adam çaylarını içmeye başladılar. Hemen sırtlarında bulunan meraklı kulak onları dinlemeye başladı. Dün akşamki konuşmaları ilgisini çekmişti. Can kulağıyla dinlemeye çalışan meraklı kulakların sahibi adam bir yandan da masadaki gazeteye göz gezdiriyordu. Bu iki yaşlı adam bu akşam ne konuşacaklardı, dinleyip duymak için sabırsızlanan adam dinlediğini de çok belli etmek istemiyordu. Çünkü her insan alıştığı ve güvende olduğu ortamda daha rahat konuşur. Söz ne kadar güzel olsa da muhatabıyla değer bulur. Bu en değerli taşı binlerce değersiz taş arasından, güzel bir müzik eserini oldukça kalabalık bir meydanda gürültüde dahi ayırt edebilmek gibidir. Ne kadar önemli, değerli söz söylerseniz söyleyin, karşınızdakinin alacağı algılayabildiği kadar değil midir? Hatta son yıllarda yapılan araştırmalar da göstermiştir ki, halk liderlerinin birçoğunun çok basit bir dil kullandığı ve onları basit sözlerle bir güzel ikna ettiği kanıtlanmıştır. Belki de insanların yalan duymaya olan ihtiyaçlarının kökeninde, gerçeğin kabul edilmek istenmeyecek kadar soğuk olması yatar. Kim bilir, belki de kendilerine olan özgüvensizlikleri. Normalde bir bebek dahi doğru ve yanlışı ayırabilirken, biz büyüklerin çoğu zaman doğruları bulamamamız ya öğrenilmiş çaresizlik, ya da büyüklerin bizi farkında olarak veya olmayarak belli bir norm alana hapsetmelerinden kaynaklanabilir. Bir bebek ise henüz o formata girmemiştir. Karşıdan bebeğe bakan kişinin onu gerçekten mi yoksa yalancıktan mı sevdiğini minicik bir bebek çok rahat algılayabilirken, kocaman insanların bu sevgiyi anlayamaması, anlatamaması büyüklerin zihinsel hapiste olduklarından alıcılarının bozulduğu gerçeğinden başka nasıl açıklanmalıdır ki? Hazır söz bebeklerden açıklanmışken, bir bebek hiç tanımadığı bir insana gülümsüyorsa özünde o insanın çok değerli olduğu ile açıklanabilir. Gerçekte bazı olayları açıklamak için hayvanların dahi kullanıldığı, bilinirken bebeklerin doğru ve yanlış kişileri doğru kişilerden ayırt edebilme yeteneklerinin olması yadırganmamalıdır. İnsan balçıktan ve sudan yaratıldığından ötürü olsa gerek, su gibidir.
 
İnsanın ataları sadece insana mal mülk bırakmazlar. Çoğu zaman da düşmanlıklar bırakırlar. Bir Ermeni’ye niçin Türkleri sevmiyorsun deseler, onlarca neden sayabilir. Aynı şekilde bir Türk’ün de Ermeni’yi sevmeme gerekçeleri aşağı yukarı aynıdır. “Pekâlâ, ikiniz savaşınca birbirinizi yok edince, kim kazançlı çıktı?” diye sorsanız dahi birçoğunun kasten doğru vermek istemeyeceğinden emin olabilirsiniz. Bu hal doktora giden bir hastanın başı ağrıdığı halde midem ağrıyor demesine benziyor. Bu durumda doktor hastaya doğru teşhis nasıl koyabilir ki? Çoğu bitip giden ilişkilerden sonra “bunun böyle olacağını biliyordum ama” ile başlayan bitmez cümleler kurar durular! Ya da çoğu zaman batan bir alacaktan sonra hepimiz öyle demez miyiz? “Ödemeyeceğini tahmin ediyordum lakin yine de toz konduramadım” cümlesi de yetişkinler arasında çokça kullanılan cümlelerden birisidir. Kadın ve erkekler arasında seni seviyorum ama ile başlayan her cümle, aslında “seni sevmiyorum, ben benim isteklerimi yerine getiren birini dolayısıyla kendimi seviyorum” manasına gelir. Bu durum çoğunlukla kişiler arasında ihmal edilir. Sonra birikir ve de en sonunda da patlar. İş bulamadığı için evde kalan kız ve erkeklerin gitgide artması başka nasıl açıklanmalıdır ki? Gerçi hiçbir ilişki matematikle açıklanmaz, belki bir nebze kimyayla.
 
Çayından bir yudum alan Hüseyin Efendi söz başladı: “Biz Türkler gerçekten ilginç insanlarız. İki kişi bir araya gelince Türkiye’yi kurtarırız. Her kahvehanede, meyhanede, cami çıkışında ülke kurtarırız. Anlatırlar: Timur Ankara savaşında Yıldırım Beyazid Han’ı esir almış, çadırına çağırınca başlamış birden gülmeye, Yıldırım Beyazid kızmış ve demiş: Ne gülüyorsun, öldüreceksen öldür de kurtulayım. Timur: Ona gülmüyorum, dünya senin gibi bir körle benim gibi bir topala kaldı ona gülüyorum” demiş. Bu arada Timur aksak, Yıldırım Beyazid’in de bir gözü savaşlarda kör olmuş. Diyeceğim o ki, Türkiye’de eğitimin sorunlarını çözmek bize mi kaldı. Hem biz kimleriz ki bize danışsınlar.”
 
Hasan Efendi: “Bizler, diğer yaşlılar gibi miskin miskin dolaşan yaşlılardan değiliz. her şeyden önce hala işe yarıyoruz. Belediye yardımlarından faydalanmıyoruz. Odun, kömür, bedava bilet kuyruğunda dolaşmıyoruz. Hala üretiyoruz. Bizden fikir alsalar iyi olur. Tecrübemiz var”
 
Hüseyin Efendi: “Eğer, bedava otobüs biletinden bahsediyorsan, o bana belediyece verilmiş bir hak ve ben o hakkı kullanıyorum. Bir başkası için oyun parkı yaparken ben gidip o salıncaklarda sallanabiliyor muyum? Ama neticede eğer bu şehir bir milyonluk bir şehirse benim de milyonda bir hakkım varsa bana da bu verildiyse almalıyım diye düşünüyorum.”
Hasan Efendi: “O açıdan bakarsan haklısın lakin böyle bir bakış açısını sana yakıştıramam. Düşün ki bu otobüsleri ve taşıma araçlarını her gün beş yüz bin kişi kullanıyor. Bunların arasında bizden çok daha az gelire sahip binlerce insan olması muhtemel. Asgari ücretle çalışıp da çocuğunu okula gönderen birisi hem kendi hem de çocuğu için bilet öder ve bizim emekli maaşımızdan daha azı eline geçiyorsa o bu bilete para öderken benim ödememem yakışık alır mı? Bir de üstüne üstlük bu insan aynı zamanda benim otobüs biletimi de ödemiş oluyor.”
 
Hüseyin Efendi: “Olur mu hiç öyle şey efendim.”
Hasan Efendi: “Bu şehirde kaç tane öğrenci, insan otobüs kartı olmadığı için kilometrelerce yürüyor haberin var mı? Her yıl taşradan bu şehre gelip üniversite okumaya gelip, maddi imkânlarının yetersizliği dolayısıyla kaç genç insan memleketine geri dönüyor, ya da okulu terk etmek zorunda kalıyor haberin var mı?”
Hüseyin Efendi: “Ben hiç öyle düşünmemiştim. Çok haklısın. Bizler o durumda av oluyoruz. Ya da ikna ediliyoruz diyelim.”
 
Hasan Efendi: “Ne dersen de ancak ortada bir terslik olduğu aşikâr. Hem bilirsin hayvanlar tuzakla yakalanır, sopayla eğitilir. İnsanlar da kısmen aynı. Onlar da küçücük menfaatleriyle ikna edilme yoluna gidilir. Sınıf, sınıf zümre zümre ayrılır. Din, mezhep, cinsiyet, yaş, meslek vesaire. Öylece ayırınca onları hem parçalamak, yönetmek, rekabet ettirmek, ispiyonlatmak, daha kolay oluyor. Hâlbuki “erdemli şehirde” iyilerin güzel olan şeylerden haklarınca almaları aynı zamanda varsa bir yük, bu yükü ortaklaşa, herkes gücünce iyi niyet çerçevesinde taşımaları esastır.”
 
Hüseyin Efendi: “Doğru söylüyorsun. Haklısın.
 
Hasan Efendi: “Gelelim eğitim konusuna. Modern üniversite kavramı ortaya atılınca aslında dünyada bir şeyler olmuş gibi görünüyor. Eğitim de diğer tüm insana dair olan şeyler gibi metalaştırılıp, ticarileştirilmiş olmalı. Her konuda inanılmaz gelişmeler olup, eğitim konusunda tüm dünyada geriye gidişin bir nedeni olamaz.”
 
Hüseyin Efendi: “Çok doğru söylüyorsun, son birkaç yüzyıldır doğru dürüst bir filozof gelmemesi, bilim adamlarının aynı zamanda para tarafından kontrol edilmeleri, onlara kaynak aktaranların tercihince araştırmaların şekillenmesine neden oldu. Bu da bilim adamlarının yüzyıllar öncesine göre tam bir esir haline gelmesine neden olmuş olmalı. Bir atom bombasının projesinde çalışan onlarca bilim adamı var. Bu insanlar son derece yüksek düzeyde temel ilimler konusunda çok önemli kimseler. Herhalde birçoğuna, “bomba yapacaksınız ve bu kadar insanı bir darbede öldüreceksiniz” denmiş olsaydı. Birçok insan böyle bir suçun sorumlusu olarak anılmak istemezdi.”
 
Hasan Efendi: “Çok doğru, günümüz dünyasında en önemli silahlardan birisi bilgidir. Günümüzde beşler olarak adlandırılan bir grup tarafından kontrol edilen “yönetim bilgileri” diğerleri üzerinde baskı unsuru oluşturduğu gibi dünyayı kafalarına göre zaman zaman paylaşıyorlar. Bu tabiri caizse dünyanın geri kalanını istedikleri gibi kontrol etmelerini sağlıyor.”
 
Hüseyin Efendi: “Yönetim bilgisinden kastın nedir?”
 
Hasan Efendi: “Dünya çeşitli zamanlarda paylaşıldı. Ancak en önemli paylaşım gayet açık olarak 1. ve 2. Dünya savaşlarında gerçekleşti.”
 
Hüseyin Efendi: “Arayan herkes farkında olarak ya da olmayarak yeni bir şeyler bulur. Önemli olan bu bulduğunun yeni olup olmadığını anlayabilmektir. Çoğu kez bizler başkalarının bulduğunu anlamaya çalışırken aslında çalışmazken ömrümüzün hayla huyla bittiğine şahit oluruz. Farkında değiliz. Farkında olduğumuz zaman ise dönülmez bir yoldayız. Farkındalıklarımızı fark etmemiz dahi günlük hayatın akışı içinde oldukça imkânsız hale geliyor. Biz sahneden çekilince diğerleri sahne alıyor. Değişen bir şey yok. Baba babasının, torun babasının rolüne bürünüyor. Bu durumda da insanlar eğitimden çok günlük hayatın peşinde koşturuyorlar”
 
Hasan Efendi: “Kimse uzun süre kendisinin gerçekte ne olduğunu anlamadan yaşayıp gidiyor. Yapılan araştırmalar, tüm dünyada araştırma kabiliyeti olanlar, maddi gücü elinde tutanlarca kontrol ediliyor. Günlük hayatını yaşayan insanın uzun süre “bana neci” tavrı bir süre sonra gerçekte onlar için bir şey yapmaya çalışan insanların da tükenmesine neden oluyor. Bu da gerçekte avutulduğu bir medya, bir siyaset yaşantısı, sözde spor ve iş dünyası arasında gidip geliyor. Zorunlu olarak taraf olmak durumunda kalan insanlar ceplerine daha fazla para girmesi karşılığında suç veya suçları pekâlâ görmezden gelebiliyor. Bu durumda olan kişinin mahkemede rüşvetle ifade veren yalancı şahitten ne farkı var.”
 
Hüseyin Efendi: “Bir ülke düşün, bu ülkenin eğitim sisteminden tut, her şey ülke insanına yabancı. Bir ülkede her yıl beş milyon çocuk okula başlıyorsa bu muhteşem bir güçtür. Bu nesillerin iyi eğitilmesi durumunda o ülkenin ne durumda olacağını düşünebiliyor musun? Her bin kişide aşağı yukarı bir ila beş arasında süper zeki öğrenci var. Matematiğe, fiziğe, kimyaya, resme, müziğe yetenekli olanları ayır. Yani genç insanları hem mutlu, hem de yetenekli oldukları alanlara göre ayır. Sonra bunlar milli bir bilinçle yetiştir. Yetiştirdiklerini izle. Bunun çok zor olduğunu zannetmiyorum. Son zamanlara kadar popüler olan bir grup bunu yakın zamana kadar çok güzel yapıyordu. Halen de yapıyor olması kuvvetle muhtemel. En azından ülkedeki yönetici sınıf, teknik sınıf, eğitici sınıf, için yetiştirilecek öğrencilerin belirlenmesi bu ülkenin yararına olmaz mı?”
 
Hasan Efendi: “Bundan yaklaşık on yıl kadar önce okumuştum. 1800’lerin başından itibaren Osmanlı topraklarında imamlar, şeyhülislamlar Osmanlı toplumunun aydınlanmasının önünde bir set oluştururlarken, Protestan din adamları daha o zamanlar, Güneydoğu Anadolu’da cirit atıyorlar. Yaptıkları en önemli işlerden birisi de Osmanlı toplumundaki Ermeni ayrıştırmasını sağlamak. Osmanlı’da bir şeyhülislam devrin önemli bir rasathanesinin yıkılması konusunda fetva verebiliyor.”
 
Hüseyin Efendi: “Kimdir bu bilim adamı ki?”
 
Hasan Efendi: “1577 yılında III. Murat’ın fermanıyla yapılmış olan rasathane Şeyhülislam Kadızade’nin “Gözlemevleri bulundukları ülkeleri felakete sürükler” şeklinde fetvası üzeine yıkılmıştır. Bu devrin en önemli bilgini olan Takiyüddin Raşit’in çabaları bir fetva ile yok oluyor. İddia odur ki, melekleri gözlendiği düşünüldüğü için böyle bir fetva veriliyor. Kimdir Takiyüddin Raşit! Takiyüddin Raşit, başta matematik astronomi olmak üzere optik ve tıp alanında araştırmalar yapmıştır. Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları ünlüdür. Altmışlık kesir sisteminden onluk kesir sistemine geçiş yapılmasını sağlamıştır. Birçok saat tasarlamış, kuyudan su çekme sistemleri geliştirmiş günlük hayatı kolaylaştıracak bir sürü buluşa imza atan ünlü bilim insanı özellikle Osmanlı’nın duraklamaya başladığı dönemdeki en önemli bilim adamıdır. Özellikle din adamlarının kurduğu saltanat ve yönetimdeki güçleri gerçek bilim adamlarının pabucunun dama atılmasını sağlamıştır. Bu bilginin; Aritmetikten Bildiklerimiz, Gökler Bilgisinin Sınırı, Sultanın Onluk Sisteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu, İnciler Topluluğu ve Görüşlerin İncisi, Otomatlar Üzerine Yüce Yöntemler, Mekanik Saat Konstrüksiyonuna Dair En Parlak Yıldızlar ve Alat El-Rasadiyye li Zic-i Sehinsahiyye ise Takiyüddin tarafından kurulan İstanbul Gözlemevinde kullanılan astronomik aletlerden bahseden bir kitap bulunmaktadır. Önemli sayıda el yazmaları da bulunan ünlü bilginimizin el yazmalarının bir kısmının Kandilli Rasathanesi Enstitüsünde bulunduğu çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.(1)”
 
Hüseyin Efendi: “Özellikle bizler yerel bilim adamlarımız konusunda bilgi sahibi değiliz. Biz biz yapan değerlere düşman, edilmiş bir milletiz. Belki de dünya da böyledir.”
 
Hasan Efendi: “Dünyada kendi dilinde yayın çıkaran ve çıkaramayan ülkeler olmak üzere iki tip devlet vardır. Bu ikinci gruba giren devletlere sömürge denmiyor da az gelişmiş veya gelişmekte olan ülke deniyor galiba.”
 
Hüseyin Efendi: “Bu konuştuğumuz konuların hangisini bu millete sorsanız bizim konuştuğumuz her şeyi üç aşağı beş yukarı biraz nüans farkları olmakla beraber onaylar. Bir ölü toprağı var ki, kimse bu onaylamayı fiile dönüştürme konusunda ilk adımı atabilme konusunda yeterince iyi değiliz. Bu birçok otomobilin parçasını yapan bizlerin bir otomobili yapamamasını gayet güzel bir şekilde açıklıyor.”
 
Hasan Efendi: “Sohbetine doyum olmuyor azizim lakin, evdekiler de malum merak eder. Eve gidince biraz İbn Arabî okumak istiyorum. Geçenlerde Fusûsu'l-Hikem adlı eserini almıştım doğrusu çok merak ediyorlar.”
 
Hüseyin Efendi: “O zaman yarın da eğitim bahsinden konuşalım. Bir ülkede eğitim ve bilginin değeri, korunması, doğru bilgi kaynakları, kaynakların yönetilmesi sorunları var. Para sorunu var. Paradan daha değerli sorun ise inanç sorunu doğal olarak. Bu konulardan birini seçelim konuşalım ne dersin?”
 
Hasan Efendi: “O zaman eğitim konusunda yapılmayan planı biz sohbetlerimizde yapalım. Belki bizi bir duyan anlayan olursa, birisine bir ışık çakar. Ya da şahidimiz olur.”
 
Hüseyin Efendi: “Şahit demişken, bir adamın diğerinde alacağı varmış. Alacaklı borcunu istemiş, borçlu da verecek para yok. Düşünmüş taşınmış, onu öldürmeye ve de borcundan bu şekilde kurtulmaya karar vermiş. Demiş alacaklısına benimle gel. Alacaklısı da gelmiş, normalde iyilik yapanlar, yaptıklarına inananlar kendilerinin iyilik yaptığı birinin kötülük yapacağına inanmazlar. Nasıl inansınlar ki? İnsanın kalbi aynasıdır. Kim ne yaparsa, söylerse kalbinden çıkanı yapar. Bir robot gibi. Kötüye programlanmışsa kötü. İyiye programlanmışsa iyi. Uzatmayalım lafı. Borçlu adam alacaklısını ıssız bir yere götürene kadar yürümüş. Issız bir yere gelince silahını çekmiş. Alacaklı anlamış ama başına gelecekleri. Yine de konduramamış. Sormuş neden durduk diye? Borçlu adam senin alacağından kurtulmanın yolunun seni öldürmekle mümkün olacağına karar verdim ve seni öldüreceğim” demiş. Alacaklı alacağının ödenmediğine mi yansın, yoksa az sonra canının da gideceğine mi, borçlu arkadaşını ikna etmek için bak kardeşim beni öldürmen sorunu çözmez. Beni öldürdüğünü gören olur. Seni de idam ederler. Bu ülke; öldürenin öldürüldüğü bir ülkeymiş. Öyle suçsuz yere ister kaza ile ister bilerek olsun öldüren öldürülürmüş. Kısas. O yüzden bu ülkede hiç iş kazası, yanlışlıkla adam öldürme diye bir şey olmazmış. Borçlu gayet kendinden emin, seni burada Allah’ın dağında öldürdüğümü kim görecek. Şimdi Ellerini bağlayıp suya atarım seni boğulunca da suyun yüzüne çıkarsın. Sonra seni çekerim kenara ellerini açarım bileklerini. Herkes de seni yüzerken boğulmuş zanneder. Adamcağız bak şu taşlar çalılar şahit olur da yine alır senden intikamımı yapma vazgeç demiş. Nitekim borçlu adam dediğini de yapmış. Gel zaman git zaman olayın üstü kapanmış. Olay unutulmuş gitmiş. Katil olan adam bir gün arkadaşlarıyla içerken sarhoşluğun tesiriyle olayı arkadaşlarına anlatmasın mı.?
Tabi, ondan sonra olanlar olmuş, ne derler “sırrını söyleme dostuna, dostun söyler dostuna” olayı duyanlardan birisi hemen güvenlik kuvvetlerine haber vermiş. Diğer arkadaşları da olayı duyduklarına şahit olmuşlar. Hop adam darağacına. Şahitler sadece gördüklerimiz sesimizi duyanlar, duyuyormuş gibi yapanlar değil, gerçek şahitler sözlerimizi anlayanlardır.”
 
Hüseyin Efendi: “Yarın eğitimin planlanmasını konuşalım, uygun olursa”
 
Hasan Efendi: “ Allah izin verir de ömrümüz olursa” diye yanıtlarken bir yandan da çayın parası ve bahşişi masa üzerinde bulunan kül tablasının altına yerleştiriyordu.
 İki ihtiyar adam yavaş adımlarla çay ocağının kapısından çıkıp akşamın karanlığında uzaklaştılar.
Ertesi gün saat akşam saat altıya çeyrek kala meraklı kulak, çay ocağından içeri girdi.  Etrafı kolaçan etti. Her zamanki yerine oturdu. Ocaktaki görevliden çayını bir işaret yardımıyla istedi. Çaycı onu fark etmedi. Bunun üzerine bozuntuya vermeden gazetesini çıkarıp okumaya başladı. Her akşam bu iki ihtiyarı dinlemeye gelebilirdi. Konuştukları konular oldukça ilginç şeylerdi. Merak da ediyordu. İnsanların sohbetinin özü insanların kısa bir özetidir aslında.  Dünyadaki amacını ortaya koyan en önemli veridir. Söz konusu kişilerin tarafsızlığı da menfaat ilişkisinin ulvi olmasında kişiler bir dine inanırcasına yanlış ya da doğru olduğuna bakmaksızın o fikrin peşinden giderken, menfaat ilişkisi kesilince daha tarafsız ve doğru saptamalarda bulunabilirler. Bir Hıristiyan için Müslüman hakkında fikir beyanı ne kadar kolaysa tersi de söz konusu olabilir. Çamur içinde yüzenler o kadar çamura batarlar ki, bir süre sonra çamur normal hale gelir. Tabakhanesinde çalışan kimse bu kokuyu fark etmez. Çünkü alışır. O yüzden başkalarının fikrine de ara sıra kulak vermekte fayda vardır. En büyük yanlışlar en zeki olduğuna inanılan kimselerden gelir. Dağdaki çoban çok zeki bir insan olabilir. Çok saf da. Ancak onun toplumuna verebileceği en büyük zarar sorumlu olduğu sürü kadar olabilir. Hiçbir ülkenin çobanları o ülkeyi doyamazlar. Ülkenin geleceği hakkında bir olumlu ve olumsuz duruma katkıda direk olarak bulunmazlar. Sürü sahibinin talimatlarını uygulamaktan ibaret bir görevleri vardır.
 
Sürü sahibinin görevi ile hükümdarın görevi aslında bağlantı vardır. Sürü sahibi sürüsünün devamlılığını sağlamak zorundadır. Geliştirmek, yeni otlaklar açmak ve sürüsünü çoğaltmalıdır. Yünlerini etlerini sütlerini doğru değerlendirmelidir. İsraf etmemelidir.
-Saat tam akşam altı sularında iki ihtiyar adam tam da zamanında kapıda göründü. Yüzlerinde derin çizgiler bulunan iki yaşlı adam saat gibi dakik olmaları doğrusu takdire şayan bir durumdu. Kendine saygısı olan insanlar her daim dakik ve düzenlidir. Prensiplidir. Zamanın, ömürden bir sermaye olduğunun bilincindedirler ve beklemekten, bekletilmekten nefret ederler…
 
İki ihtiyar bilge adam yine her zaman olduğu gibi yerlerine oturdular. Ocakta bekleyen ocakçı onları görünce aileden biri gelmiş gibi gülümsedi. Uzun zamandır birbirlerine aşina olan insanlar birbirlerinin isteklerini gözlerinden anlarlar. Hoş aslında sözlerinden yazılarından vurgularından da anlarlar ya genellikle. Ancak sosyal ve kültürel pozisyonları onları engeller, dinleri engeller. Örfleri engeller. Yoksa göz göze bakar, dikkatli bakarsa, göz gözün derdini söze dahi gerek bırakmaksızın anlar. Ocakçı da anladı tabi ihtiyarların çay isteğini. Çaylar geldi. Tavşankanı çaylar. Birçok Türk’ün kanını sulandıran, şüphelinin dahi dilini çözen, onu bile bülbül gibi öttüren çaylar iki dostu konuşturmaz da ne yapar? Hasan Efendi çayından bir yudum çektikten sonra söze başladı: “ Eğitim planlaması hakkında konuşmak istiyorduk. Belki sıralama yanlış oldu. Ama neyse. Eğitim planlaması önemli bir iştir. Nedenine gelince, her ülkenin insan kaynakları ve ekonomik kaynakları sınırlıdır. Tüm kaynakların bilinçli olarak kullanılması gerekir. Ekonomik kullanılmayan her kaynak biter. İyi planlanmamış her eylem başarısızlığa uğrar. Uğranılan her başarısızlık ise kişide ve toplumda özgüven kaybına neden olur. Özgüveni olmayan bir milyonluk bir ordu, on bin kişilik bir ordunun karşısında duramaz.”
Hüseyin Efendi: “Hiç böyle düşünmemiştim. Yani her başarısız eylem sizinle dalga geçenlerin çok olduğu bir ortamda sizi denememeye veya başkalarından sonra yapmaya teşvik eder.”
 
Hasan Efendi: “Bu da sizin daima sonuncu olmanızın nedeni olur.”
 
Hüseyin Efendi: “Aynı zamanda sürekli olarak yeni sistemler denemenize neden olur. Ancak asıl yanılgı burada başlar. Her ülkenin insanlarının birçok özellikleri özünde birbirinden farklıdır. Dolayısıyla Alman’a uygulanan bir sistem Türk’te aynı neticeyi vermez. Bu durumda da daima olayın özü kaçırılmış olur. Planlamadan kasıt amacına asla ulaşamaz. Bir ülkenin eğitimini planlaması için yakın uzak ve çok yakın ve çok uzak planlarının olması gerekir. Planlamayı yapanların özellikle planlama yaptıkları insanlarının özelliklerini çok iyi bilmeleri gerekir. Ülkenin ihtiyaçları net olarak ortaya konmalıdır. Ekip çalışması özendirilmelidir. Çünkü yalnızlık artık dünyada iş yapabilen başarı elde etmeyi sağlayabilen bir yöntem olmaktan çıkmıştır.”
 
Hasan Efendi: “Eğitim, sağlık, adalet gibi birçok hedef devlet politikası olmalıdır. Çok sık değişen programların şöyle kötü birkaç neticesi oluyor. Birincisi artık kimse sisteme inanmıyor. Ne eğitim yöneticisi, ne öğretmen, ne öğrenci, ne de veli. Ne olursa olsun hiç kimse inanmadığı bir sistemi öğrenmek ve geliştirmek için çabalamaz. Hiçbir inek yoktur ki, iki senede buzağı versin, ağaç aynı şekilde. Kısa süreli verim sağlayan ürünler yok mu mısır, kabak, patates vesaire. Onları işyerlerinde yapılan uyum eğitimi olarak adlandırabiliriz.”
 
Hüseyin Efendi: “Bu durumda sıkça değiştirilen sistemler aslında yok hükmündedir. Yoksa bu kadar vergi mükellefi düşünmelidir ki vergiler neden çarçur edildi. Özellikle birden fazla aynı okulların olduğu meslek okullarında yapılan büyük hatadır. İki kilometre ara ile aynı bölümler ve aynı atölyelerin kurulması maliyetin iki kez yapılması demektir.”
 
Hasan Efendi: “Uzatmaya gerek yok sözü. Bir babanın elli milyon evladı olsa ne yapar? Sağlıklı bir baba akıllı bir adamsa önce evlatlarını yeteneklerine göre ayırır. Yönetici olma kapasitesi olanları yönetici, mühendis olma kapasitesi olanları mühendis, doktor olması gerekeni doğru ve sağlıklı şekilde tespit ederek herkesi görev ve sorumluğuna göre ödüllendirmek ve görevini yükseltmek zorundadır. Çocuklar arasında öz üvey gibi durumlar birtakım sorunlara neden olsa da adaletle hükmetmelidir. Adaletten şikâyet edenler, tembeller, yalakalar, hilebazlar, kötü huylular illaki elli milyonluk bir ailede olacaktır. Elli milyonluk ailenin içinde çürük elmalar olması kuvvetle muhtemeldir. Planlamanın işte burada amacı, herkesi yeteneğine göre görev ve sorumlulukla donatmak ve ödül-ceza sisteminin dedikoduya mahal vermeksizin ayıklanmasını sağlamaktır. Nasıl ki çekirdek aile aile sırlarını uluorta konuşmuyor, göstermiyorsa aile bireylerinin de uluorta açıklarını ve sırlarını konuşmaması gerekir. Düşmana karşı, dosta karşı sırlar asla ifşa edilmemelidir. Aile arası parçalanma, ailenin adaletle yönetilmemesinden, kaynaklanabilir. Aile içindeki çürük yumurtaların kokmasından kaynaklanabilir. Bu durumda çürük yumurtaların ayıklanması gerekir. Özünde erdemli kentin insanları eşit hukuk kuralları ile yönetilmelidir ki, sorun çıkmasın. Aile arası şiddetli geçimsizlik aileyi parçalar. Kuvvetli liderler asla buna izin vermemişlerdir. Bir öğretmenin çocuğu kendi sınıfında olsa o öğretmen ceza vermeye başlarken kendi çocuğundan başlamazsa asla adalet duygusunu o sınıfta inşa edemez. Aynı şekilde, ödül verirken de en son kendi çocuğuna ödülünü vermek zorundadır. Hiçbir eve misafir gelince kendi hanesinin çocuklarının aç kurtlar gibi sofraya saldırdığı bir aileden övgüyle söz edildiğini duydun mu? Mümkün değil. Burada asıl sorunu oluşturan tembeller, aylaklar ve dedikoduculardır. Tembeller, ödüllendirilirse, çalışkanlar da artık çalışmamaya başlarlar. Bu durumda adalet duygusu sarsılır. Bu da ailenin üretiminin düşmesine neden olur. Geliri giderini karşılayamaz. Gelir gideri karşılayamayan her hane bir süre sonra bir şeylerini satmaya başlar. Bu hane bu durumda iyi yönetilemiyor demektir. Hanenin satacak bir şeyi kalmayınca en son insanları başta en hainler olmak üzere haneyi terk ederler. Ne derler “Gemide yangın çıksa gemiyi ilk fareler terk eder” Kalanlar savaşır, mücadele eder. Ancak bu durumda kalanların savaş sanatları konusunda uzman olmaları gerekir. Aslında o aile için yavaş yavaş yok oluş çanları çalmaya başlar. Ailenin dağılması da adının sanının tarihten silinmesi demektir. Bu durumda ailenin uzun soluklu planlarının olması, dost ve düşmana karşı daima çalışkan olması, küçük olayları için aile bireylerini feda etmemesi şarttır. Bir babanın oğlunun kötülüğünü nasıl düşünebilirsiniz. Devletler; aile ciddiyetinde çalışmadıkları sürece tarihten silinmeye mahkûmdurlar. Bu yüzden planlama ciddi bir iştir. Eğitim planları devletler için millidir. Özeldir. Hedef bazlıdır. Sonuç almaya odaklıdır. Ülkenin salahiyetini muhafaza etmeye yöneliktir. Dünya tüm dinlere göre iki menzilde yer alır. Bir ölümlü dünya, ikincisi öldükten sonraki dünya. Bir dünyayı diğerine tercih edenin varlığını sürdürmesi, geçmiş tecrübeler göstermiştir ki mümkün değildir. ”
 
Hüseyin Efendi: “Tabi ki eğitimden kasıt, sadece burada anlatılan eğitim değildir. Sağlık eğitimi, beden eğitimi, savaş eğitimi, üretim eğitimi, eğitim eğitimi, mühendislik eğitim, doğru ve anlayarak dini eğitim, siyaset eğitimi, dost ve düşmana karşı hile sanatları ve siyaset eğitimi, tarım eğitimi, hayvancılık eğitimi, çocuk yetiştirme eğitimi, doğal kaynakların korunması eğitimi gibi daha şu anda aklıma gelmeyen her konuda eğitim.”
 
Hasan Efendi: “ Eğitim, bilgi dünyadaki en değerli hazinedir. Parasını ödeseniz dahi gerçek eğitimi sizden olmayan biri size asla vermez. Veremez. Aksi takdirde seni her an vurabileceği tek silahı sana vermesini rakibinden nasıl beklersin?”
Hüseyin Efendi: “Çaylar bitti, yarın kısmetse devam ederiz. Yarın da eğitim kurumlarını konuşalım arzu edersen”
 
“Olur” dedi Hasan Efendi cüzdanından çay parasını çıkarırken. Parayı özenle bardağın altına koydu ve ocakçıya baktı ve göz işaretiyle bardağın altındaki parayı işaret etti. Ocaktaki adam “tamam” manasında başını salladı ve tebessüm etti, “sizde param mı kalır benim a dostlar dercesine”
 
Yaşlılar yavaş yavaş toparlandılar ve dikkatli adımlarla çay ocağının çıkış kapısına akşamın karanlığına doğru yöneldiler. Bir akşam bitmişti. Ve çay ocağında meraklı kulak ve ocakçıdan başka kimsecikler kalmamıştı artık. Ocakçı, meraklı kulağa baktı. Kulak duyduklarından sonra bakışın manasını bilmezlikten gelemezdi. O da çayının parasını fazlasıyla bardağın altına sıkıştırarak hızlı adımlarla çıkış kapısına doğru yöneldi…
 
 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..