- Kategori
- Öykü
Bin Bir Can

Hasta odası (Temsili)
Martın son günleriydi. Gökyüzünde yüzen bulut parçaları güneşi bir anda yüz türlü şekle sokuyordu. Güneşin her bulut ardına girip çıktığında, baharın geldiğinden henüz habersiz yatan otları, börtü böceği uyandıran, öncekinden daha parlak, öncekinden daha sıcak ışıklar saçtığı hissediliyordu.
Yakında hastaneye yatan Mirrahimov, ufak tefek bir adam. Kendisine oldukça büyük gelen mavi sabahlığına bürünmüş, delikten başını çıkaran fare gibi pencere önünde oturmuş, caddeye bakıyordu. Birden bire öfkelendi: Hava böyle olacak, eli ayağı sağlam adam sokağa çıkamayacak ve pencere önünde böyle oturup bakınacak…
Mirrahimov’un cüssesi ufak tefek olmakla birlikte sesi oldukça gürdü ve üstelik sesini yükseltmeden konuşamazdı. Hemşire koşarak içeri girdi. Mirrahimov’un durumunu, sağlığını sordu. Sonra tahammülün her derde galip geleceğini, bu hususta Mesture Aliyeva’dan ibret alması gerektiğini belirtti.
Mesture Aliyeva, sekiz aydan beri koğuşundan çıkmadan yatan ağır hasta bir hanımdı. Onu hastanede herkes bilirdi ve çok kişi görmüştü. Mirrahimov’un insanlığı tuttu:
— Şu zavallı kadını bir ziyaret edelim! Üç günlük ömrü ya kalmıştır ya kalmamıştır. Sevaptır derler…
— Evet, oldukça ağır hasta, dedi hemşire. On yıl dert çekmek kolay mı?
Kapı dibindeki karyolada, yattığı yerde kitap okuyan Hacı ağabey iri gövdesinden beklenmeyen bir çeviklikle başını kaldırıp gözünden gözlüğünü çıkardı:
— On yıl… On yıldan beri hasta mı?
— Evet, on yıl oluyor. Zavallı evleneli bir yıl olur olmaz bu hastalığa yakalanmış. Boğazından hiçbir şey geçmiyor. Gıdaları karnına veriliyor. Onun için kesilip yer açılmış. Bazen kendisi, bazen kocası…
Hacı ağabeyin gözleri yuvasından fırladı:
— Kocası… Kocası var mı?
— Var. Beş aydır birlikte kalıyorlar, dedi hemşire. Doktorlara yalvarıp yakarıp koğuşa bir karyola koydurabildi.
Hacı ağabey, dertlere bu kadar tahammül eden daha fazla böyle vefalı kocayı görmek istiyordu. Sabahlığının bel bağını sıkıca bağlayıp terliklerini giydi.
— Haydi, yürüyün. Değerli insanlarmış. Bir görüp gelelim.
Hemşire, Mesture ile kocasına haber vermeye gitti.
Çok geçmeden karnı öne doğru çıkan Hacı ağabey önde, uzun koridordan onuncu koğuşa doğru yol aldık. Koğuş kapısının önünde bizi Hintliler gibi kapkara, kocaman gözleri çakmak çakmak bir delikanlı yüz, Mesture’nin kocası saygıyla karşıladı ve her birimize ayrı ayrı teşekkür edip içeri aldı. Koğuşa girdik. O sırada güneş yine bulutların arkasına girdi ve koğuşu akşam karanlığı bastı. Büyük pencerenin solundaki karyoladan zayıf, hayır zayıf değil yumuşak ve pürüzsüz bir ses işitildi:
— Buyurun, gelin… Teşekkür ederim. İnsan insana güç kuvvet veriyor. Çok teşekkür ederim. Ekremcan, sandalye getiriver…
Güneş ortalığı aydınlattı. Mesture’nin yüzünü gördük… Gözlerimizin önünde hasta değil ölü, gerçek bir ölü, sapsarı deri ve kemikten ibaret bir ceset, içerisine gömülmüş gözlerini kocaman kocaman açmış yatıyordu… Tabutta yatan ölünün eli veya ayağı herhangi bir sebeple gayriihtiyarî sallansa gören insan neler hisseder? Onun ölüm perdesiyle kaplanan yüzünde ışıldayan gözlerini gören insan sanki aynı şeyleri hissederdi.
Bir müddet sonra bizi karşılayan delikanlı sandalye getirdi. Mirrahimov’la ikimiz oturduk. Hacı ağabey iri gövdesiyle Mesture’yle aramıza girip dikildi. Yanımdaki sandalyeyi sürüp Hacı ağabeyin eteğinden çekeyim desem karnı sarsılacaktı… Acaba bu adam neye gülüyor diye yüzüne baktım ki ne göreyim… Rengi solup gitmiş. Onun korktuğunu anlayan hemşire hemen araya girdi:
— Ya Hacı ağabey, size ilaç vermeyi unutmuşum. Haydi yürüyün, dedi ve Hacı’yı alıp çıktı.
Hacı koridora çıkıp yıkılır mı diye düşünüyordum ama hayır… Çok şükür, gümbürdeyen sesi işitilmedi…
Hemşire bir yolunu bulup Hacı’yı alıp çıkarmasına çıkardı ya Mesture işi anladı. Çok kötü oldu. Mirrahimov’la ikimiz ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemedik. Bu hal hastayı nasıl etkiledi diye hafifçe baktım. Mesture, kansız dudaklarındaki tebessümle kocasına döndü:
— Ekremcan, defterinize yazın. Üç kahraman adam beni ziyarete gelmişlerdi. Birisi güç bela kaçtı ve ikisi kaçmayıp oturdular.
Mesture, kıkırdayarak güldü. Yine güldü. Küçük çocuklar gibi kendini tutamayıp kıkırdayarak gülüyordu. Bu alaycılık ve özellikle gülüşü korkutucu, insanın vücudunu ürpertecek derecede korkutucu bir halde işitildi. Sonra nasıl oldu anlamadım; Mesture’nin yüzündeki ölüm perdesi kaldırılmış gibi hayat dolu gözleri, ölü yüzüne can vermiş gibi oldu. Mirrahimov, Hacı ağabeyin durumu hakkında bir şey demek için söze girmişti. Mesture sözünü ağzından aldı:
— Böyle şeyler beni etkilemiyor, dedi. Ekremcan! Bunlara tabut olayını anlatsanıza… Hayır, hayır. Ben anlatırım. Bundan beş yıl kadar önceydi. Gözümün önünden gitmiyor… Kalın kar yağmış bir gündü. Ben pencerenin karşısında işte şöylece yatıyorum. Ekremcan çorabını yamıyordu herhalde. Birden sokak kapısı açıldı ve kırmızı bir şey girdi. Neymiş diye baktım ki tabut! Ekremcan’ın iki arkadaşı tabutu omuzlayıp evimize gelmişler. İçim cız etti. Vay zavallı ben, nasıl ölmüşüm… Aklımı başıma toplayıp Ekremcan’a bir şey söyleyinceye kadar tabutu duvara dayayıp bıraktılar, eve girdiler. Eve girdiler ya beni görünce bir an ikisi de Hacı ağabeyiniz gibi aptallaşıp kaldılar. Ekremcan şaşkın… Ben akşama sabaha gidecek vaziyette yatıyordum ya… O gün otobüste ağlayarak giden bir çocuk görmüşler, kardeşime benzetmişler ve bundan dolayı öldü diye haber yayılmış. Tabutu parçalayıp ocağa attılar. Beni bu bile etkilemedi. Böyle şeylerin ölümü bekleyerek yatan hastaları etkilemesi mümkündür. Ben asla ölümü beklemedim, beklemiyorum da! İşin aslını sorarsanız ben insanoğlunun ölümü bekleyeceğine yani dünyadan umudunu keseceğine inanmıyorum. Hatta konuşmakta zorlanan hastanın helallik istemesi de dünyadan umudunu kestiğinden değil belki “Hakkını helal et desem ‘daha erken’ der mi?” diye bir umutla; dünyada eşi, benzeri olmayan bir umutla bakışı diye bilirim.
Ekremcan’ın, Mesture’nin bizimle rahatça oturmasından ne kadar memnun olsa da kendini fazla yormasından çekindiği görülüyordu. Onun için Mesture’yi sık sık dinlendirmek için bizi daha çok konuşturmaya, kendisi konuşmaya gayret ediyordu. Mirrahimov’a döndü:
— Sizin ne derdiniz var?
Mirrahimov, hemen üç tane hastalık adı söyledi.
— Vah zavallım, dedi Mesture. Şu kadarcık canınıza ha. Şu cüssenize üç tane dert sığdı mı?
Gülüştük. Özellikle Mirrahimov neşeyle güldü. Hastalık, ölüm hakkındaki konuşmalar bitince sohbete katılan Ekremcan, Mesture’nin başlattığı espriyi devam ettirdi. Espride çok ustaymış. Dünyada dert neymiş, ölüm neymiş tamamen unutup epeyce gülüştük. Ne yazık ki Mirrahimov’un gür sesi sohbetimizin bozulmasına sebep oldu: Doktor, koridordan geçerken -onun kahkahayla gülüşünü işitmiş olsa gerek- kapıyı açtı ve Mesture’nin durumuna bakıp yüzünde yorgunluk belirtisi görmüş olmalı ki bizi dışarı çıkardı. Ekremcan da peşimizden çıktı. Bizim bu iltifatımızın Mesture’ye nasıl güç verdiğini söyleyerek sevinçle, yaş perdesine bürünen gözlerinde görünen sonsuz minnettarlık duygularını anlata anlata bitiremiyor; Mesture’nin bir dakikalık rahatı için sağ gözünü oyup vermeye hazır olduğu yüzünden anlaşılıyordu.
Koğuşumuza döndük. Hacı ağabey karyolasında yaslanıp oturmuş şekerli çay içiyor, kendine gelmeye çalışıyordu. Olup biten utandırıcı iş hakkında o da konuşmadı, biz de sesimizi çıkarmadık. Hacı ağabeye bir şey demek bir yana, Mirrahimov’la ikimiz de akşama kadar birbirimize bir şey söylemedik. Yüzlerimizden, Mesture ile meşgul olduğumuz; her şeyi içine alıp çeviren bir rüzgar gibi duygular, düşünceler ve üzüntüleri ifade edecek söz bulamıyorduk.
Gece oldu. Hacı ağabey hafifçe horlayarak uykuya daldı. Mirrahimov, bir o yana bir bu yana dönüyordu. Nihayet benim uyumadığımı anlayarak başını kaldırdı.
— Bu kadının bir değil bin bir canı var, dedi. Şimdi tükenen mum gibi titreyerek yanan canı sönüp gitse bin tanesini yine yakar, sonra yine söndürür. İşte bu inanç Mesture’ye ölümü yaklaştırmıyor.
Mirrahimov uzun müddet sessiz kaldıktan sonra yine birden:
— Kocası, ya kocası? Bu delikanlının da gidişine… Gençlik çağı bin bir tane ve bunlardan birini Mesture’ye kurban ediyor.
Ertesi gün Mesture hakkında yine üzücü bir haber işittik: Zavallının boğazından bir şey geçmediği gibi karnında sık sık su toplanıyormuş…
Günler gelip geçti, hepimiz dağıldık. Mirrahimov tarım aletleri istasyonuna, Hacı ağabey kaplıcalara gitti.
Aradan epey zaman geçtikten sonra o tarafa yolum düştü ya hastanenin önünden geçip gidemedim. Girip tanıdık bir hemşireden öğrendim ki Mesture bir saat sonra ameliyata girecekmiş. Doktorlar “Ameliyat masasından kalkamaz.” Diye beş aydan beri onun isteğini geri çeviriyorlarmış. Sonunda olmamış. Mesture, “Ölsem de şikayetçi değilim.” Diye dilekçe vermiş.
Girip görüşeyim dediysem de doktor izin vermedi. Benim ziyarete görse, teselli edici birkaç söz söylesem belki faydası olur diye bekledim.
Zamanı geldiğinde hemşire ile Ekremcan Mesture’nin iki yanından destek vererek çıktılar. Lakin kapıdan çıkar çıkmaz Mesture ikisini de birer tarafa itip kendisi yürüdü. Güçlü adımlarla ameliyathanenin kapısını kendisi açıp girdi. Ekremcan’ın bütün dikkati hanımında olduğu için beni fark etmedi. Mesture ise bana bir kez baktı ve tanımamış olmalı ki sesini çıkarmadı.
Doktorların ameliyata istekli olmadıklarını, hastanın durumunu bildiğim için Mesture’nin ölümün yüzüne bu kadar dik bakışı “Karanlıkta korkan kişinin türkü söylemesi gibi değil mi? Aklımdan geçirdiğimden ameliyatın sonunu beklemedim. Geç vakit hastaneye telefon etmeyi düşündüğümde doğrusu, korkudan telefonu elime alamadım. Hayret, olamaz… Mesture, ameliyat masasından sağlam kalkmıştı. Öyle söylediler.
Ondan sonra ben uzun bir yolculuğa çıktım ve Mesture’den haber alamadım. Lakin onu sık sık hatırlıyordum. Bu metanet sahibi, demirden canlı insanın iyileşmesini, yaşamasını, ömrünün uzun olmasını da çok istiyordum. Bu sebeple, aradan üç yıl geçtikten sonra Ekremcan’ı yabancı bir kadınla gördüğümde nerdeyse acıyla “İmdat!” diye bağıracaktım
Pamuk festivali hiçbir yerde Mirzaçöl’deki kadar ilgi çekmese gerek. Çünkü burada ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen insanların kendi bölgelerinin türkülerini, oyunlarını da alıp getirdikleri söylenir.
Pamuk festivalini arkadaşlarla birlikte Gülistan ilçesinde kutladık.
Ekremcan’ı az önce söylediğim kadınla orada, Gülistan ilçe merkezinin çıkışında gördüm.
Orta boylu, zarif, bedeninden gençlik gücü ve gayreti yağmur gibi yağan esmer mi esmer bir genç kadın, at üstünde elma yiyerek yol boyunda duruyordu. Ekremcan kendi atının kolanını bağlıyordu. Ekremcan beni görüp genç kadına bir şeyler söyledi. Kadın hemen attan indi. İkisi birlikte koşarak geldiler. İkisi de benimle eski dostlarım gibi hal hatır sordular. Ancak ben ne kadar kendime hakim olmaya çalışsam da koğuştan çıkıp ameliyathaneye giden Mesture gözlerimin önünden gitmediğinden onlarla samimi görüşemedim. Ekremcan’ı öylesine kucaklamış oldum, kadına ise elimin ucunu uzattım. Kadın:
— Amca, beni tanımadınız mı, dedi ve heybesinden iki tane elma alıp birini bana verdi.
— Bir yerlerde görmüş gibi oldum, lakin…
Genç kadın elindeki elmayı üst üste birkaç kere dişledi ve doğru dürüst çiğnemeden yuttu.
— Şimdi de mi tanımadınız?
Tanıdım… Yalnız, gözlerinden tanıdım. Gülümseyerek dünyaya tebessüm saçan bu genç kadın işte o Mesture idi. Ne diyeceğimi bilmeden:
— Buralarda ne yapıyorsunuz, dedim.
Mesture güldü:
— Gücümü, gayretimi bir sürü işe verdim, dedi.
— Ameliyata girerken ben koridordaydım. Heyecandan olsa gerek, tanımadınız.
— Yok, amca, dedi Mesture biraz utanarak. Özür dilerim. Bilerek sizinle görüşmedim. Görüşsem bana teselli verecektiniz. O zaman bana teselli vermek için söylenen her bir sözün inancımı eksiltmesi, gönlüme telaş salması mümkündü.
Uzun uzun sohbet ettik. Karı koca atlarını çekerek beni epey bir yere kadar geçirdiler. Sonra vedalaşıp sol tarafa doğru atlarına atlayıp gittiler.
Ben çölde şahin gibi uçup giden Mesture ile Ekremcan’a uzun müddet bakakaldım.
İkisi de ufukta kaybolurken biri geriye döndü, hemen yanıma geldi. Bu Mesture’ydi. Yoldan birazcık ötede durup:
— Amca! Hacı amcama selam söyleyin, dedi ve ufukta bekleyen Ekremcan’a doğru atını sürüp gitti.
Şehre döndükten sonra Mesture’nin emanetini iletmek üzere Hacı ağabeyi buldum. Lakin selamını iletemedim: Zavallı Hacı ağabey vefat etmişti.
Abdullah Kahhar
1956
Özbekçe aslından Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü