Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '18

 
Kategori
Öykü
 

Bir Gelecek Öyküsünde Bugünün Viadük Faciası / Hacı Gülbeyli Nasıl Öldü?

Geçen yıl yayınlanan "Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Türkiye Meydan Okuyor" adlı kitabımda Sinop'tan Mersine uzanan Trans Karadeniz-Akdeniz Otoyolunda bir viadük inşaat kazasını öyküleştirmiştim.Bir amacım da bu inşaatlarda ölen işçilerin dramına dikkat çekmekti..Öykü günümüzden 8 yıl sonra geçiyor ama bu gidişle seksen yıl geçse de devam edecek..

“ Eski çağlarda sincaplar daldan dala atlayarak, Karadeniz’den Akdeniz’e varırlarmış “

 - Eski bir söylenceden -

Temmuz 2026, Bolu Yedigöller Orman Araştırma Enstitüsü

             Bitki genetiği alanında araştırmalar yapan Baş Mühendis İsmail Göral kendini son derecede yorgun hissediyordu. Uzun bir süredir, geceli gündüzlü, orman bitkileri genetiği üzerinde akla ziyan çalışmalar yapmıştı. Emrinde çok iyi yetişmiş, doktoralı, konularında otorite mühendisler olmasına rağmen en fazla gayreti o göstermişti. O kadar ki, gündüzleri gözlerinde yeşil yeşil bir şeyler uçuşurken, geceleri düşleri hep yeşil üzerine oluyordu. Aynı şeyleri ekibi için de söylemek mümkündü ama hedeflerindeki  “kızıl elmaya “ henüz ulaşamamışlardı.

            Bolu Yedigöller’e bakan araştırma enstitüsünde her zamanki yoğun çalışma günlerinden biri daha bitmek üzereydi. Başmühendis İsmail Göral günlük çalışmaları özetleyen raporları okumuş ve akşam toplantısında söyleyeceklerini kafasında şöyle bir tasarlamıştı. Şimdiye kadar ekibine fazla yüklenmemişti ama bu akşam biraz farklı davranmaya karar vermişti. Onların da en az kendisi kadar gayret gösterdiğini iyi biliyordu ama son zamanlarda usanca benzeyen bir yavaşlama sezinliyordu. Bu yüzden ekibe tatlı sert bir ayar vermeyi düşünmüştü.

            Toplantı salonunun uzun masası dolduğunda İsmail Göral hızlı adımlarla gelip yerine oturdu. Haziruna şöyle bir göz gezdirdikten sonra söze başladı:

            - Arkadaşlar, ben dahil herkesin bu sıkıcı salonda toplanmak yerine, bir an önce eve gitmek istediğinizi biliyorum. Burada oturmuş, sıkıcı bulacağınıza emin olduğum laflarımı dinleme yerine havuzun ılık sularında kulaç atmak çok daha çekici olabilirdi.

            Mühendisler şimdiye kadar alışık olmadıkları bir tarzda konuşan İsmail Bey’e kulak kesilmişlerdi:

            - Ancak biraz önce okuduğum raporlarınızda görmüş olduğum gibi hâlâ bir arpa boyu yol alamadık. Halbuki meraklı olanlarınızın duymuş olduğu gibi Sinop-Mersin Otoyolu çoktan başladı. Hatta bazı kesimlerde asfaltlama yapıldığı haberi geliyor. Buna karşılık yolun her iki tarafında açılan alanlara tek bir fidan dikemedik. Evet, elimizdeki geleneksel kaynakları değerlendirip kavak ve Paulownia dikmekle işe başlayabiliriz ama biz ne söz verdik beyler? Bizim keyfimizi bekleyen alanlara bilinen ağaçlar dikilecek ve yıllarca büyümeleri beklenecekse burada ne arıyoruz bize söyleyebilir misiniz? Neden devlet bize milyonlarca lira ödeyip, lüks arabalarla gittiğimiz konak gibi lojmanlar tahsis ediyor?

            Belki bu iş bittiğinde kazandıracağımız değer bize harcananlara bin kere değecek ama Ankaradakiler bizden iş bekliyor beyler. Sinop’tan başlayan yol Çorum’a varıp da kenarlarında bir şey göremeyince tek zararlı çıkan biz olacağız.

            Amirleri olmasına rağmen her zaman onlardan biri gibi davranan İsmail Bey’den böyle bir çıkış beklemeyen mühendisler şaşırmışlardı. Cevap vermekle, susmak arasında kıvranan biri en sonunda dayanamadı:

            - Nasıl çalıştığımızı siz de biliyorsunuz İsmail Bey, diye sitem etti.

            - Akşam yorgun argın eve gitmemiz çok görülüyorsa burada da yatıp kalkabiliriz.

            İsmail Bey önce” Ne münasebet canım..Böyle bir şey aklımdan geçmez” diyecekti ki birden vazgeçti. 24 saati enstitüde geçirmek? Neden olmasın ki? Bir zamanlar ”Devrim otomobilini “  yapan mühendisler bir atölyeye kapanıp o zamana göre imkânsızın ötesinde bir işi başarmışlarsa kendileri de burada kalıp aynı başarıyı tekrarlayabilirlerdi. Üstelik enstitü o eski atölyeye göre beş yıldızlı otel gibiydi.

            - Neden olmasın Doktor? diye güldü.

            - Bütün zamanımızı buraya hasredersek bu işi bitiriz.

            Uzman mühendis doktor Tuncay Ersoy “ Ben ne dedim? “ diye hayıflanırken İsmail Göral tekrar konuştu:

            - Hiç kimse kalmasa bile ben 24 saatimi burada geçireceğim. Üstelik hemen bu akşam başlıyorum.

            Çevik bir haraketle ayağa kalkıp odasına doğru giderken son sözü kapıda söyledi:

            - Şimdi ben yerime gidiyorum. Aranızda konuşun. Kalmak isteyenleri odamda görmek istiyorum.

            Baş mühendis salondan çıkınca mühendisler aralarında hararetli bir tartışmaya giriştiler. Hatta bu tartışma itişmeye doğru giderken Tuncay Ersoy birden kapıya doğru yürüdü: Yüksek sesle:

            - Ben İsmail Bey’in yanındayım, dedi.

            - İsteyen ardımdan  gelsin. İsteyen de hemen şimdi çıkıp evine gitsin.

            Birazdan salonda kim varsa İsmail Bey’in bürosundaydı. Kimi Tuncay Bey gibi gönüllü olarak. Kimi de sürüden ayrılmamak için 24 saati burada geçirmeye karar vermişlerdi.

       

Hem viadük hem de rüzgar enerji tesisi...

 Ağustos  2026, Sinop  - Mersin Otoyolu, Kabalı Şantiyesi

             Acı haberi cep telefonuyla bildirdiler. Gün boyu şantiyede çalışmış, bir hayli de yorulmuştum. Biraz dinlenmek ve kafamı dağıtmak için Gerze’ye, sahildeki bir kafeye gitmiştim. Ak köpüklü dalgalarla dövülüp duran kayalıklara bakan kafede bir yandan çayımı yudumlarken bir yandan da okumaya fırsat bulamadığım günlük gazetelere göz atıyordum. Cep telefonum acı acı çaldığında olur olmaz izin isteyen mühendislerden biri zannettim. Arayan viadük inşaatında çalışan formenlerden biriydi. Kesik kesik konuşuyordu. Ağlıyordu galiba? Önce ne dediğini anlayamadığımdan:

            - Hayırdır Usta, ne oldu? diye sordum. Bu defa aldığım cevapla yerimde mıhlanmış        kalmıştım.

            - Hacı düşmüş beyim..Viadükten aşağı uçmuş..

            - Ne diyorsun? Ne zaman olmuş bu?

            - Biraz önce..

            - Durumu nasıl?

            - Sizlere ömür beyim..

            Bir an soluksuz kaldım. Gayri ihtiyari ayağa fırlayıp telefona:

            - Geliyorum, dedim boğuk bir sesle.

            - Savcılığa da haber verin.

            Bardağın yanına çayın parasını bıraktıktan sonra koşar adım arabaya yöneldim. Aracı geri vitese alıp Sinop yoluna girerken direksiyonu tutan ellerimin titrediğini hissettim. Bu halle Kabalı’ya kadar gidemezdim. Hemen kenara çekip sakinleşmeye çalıştım.”Hacı ölmüş ha”.Zihnimde cümleler dolu dizgin gidiyor ve durmadan Hacı’nın öldüğünü tekrarlayıp duruyordu.

            Hacı orta yaşlarda bir amele çavuşuydu. Viadük inşaatlarının piriydi. Şimdiye kadar onlarca viadük inşaatında çalışmıştı. Bu devasa yapıların her santimini bilirdi. Nasıl olmuştu da böylesine tecrübeli bir insan viadükten düşerek can vermişti? Değişik bir insandı Hacı..Hiç kesmediği kısa, beyaz bir sakalı vardı. Kazandığı parayla hiçbir zaman hacca gidemeyeceği bilindiği halde herhalde bu beyaz sakalında dolayı ona hacı diyorlardı. Zamanla bu lâkaba ben de alışmış, asıl adını bırakarak Hacı demeye başlamıştım. Yalnızca viadükte çalışmasına rağmen bütün otoyol işçilerinin ağabeyi gibiydi. Bir sorunu olan Hacı’ya gider, fikrini almaya çalışırdı. Paraya şıkışanlara yardım eder, bana ve patronlara onun vasıtasıyla mesaj iletirlerdi. Bazı işçilerin babası gibiydi. Hastalandıklarında başlarında bekler, ağır olanların yanında hastaneye giderdi. Hatta birkaç işçiye kız istemek için memleketlerine gitmişti.

            Hacı Karaorman Otoyolunun tam anlamıyla sevdalısı bir insandı. Hatta bir defasında bana:

            - Yaşımız Kemale erdi beyim, demişti.

            - Emri Hak vaki olmadan bu yolun bittiğini görmek istiyorum.

            Bu düşüncelerle zor bela Kabalı Şantiyesi’ne vardığımda Hacı’yı viadüğün dibinden çıkarıp şantiyenin önündeki düzlüğe getirmişlerdi. Savcı çoktan gelmiş, incelemesini bitirmişti. Büromda beni beklediğini söylediler.

            Üzerindeki örtüyü aralayıp merhuma baktığımda içimin ürperdiğini hissettim. Zavallının vücudunda kırılmadık yer kalmamıştı. Her tarafı kan içindeydi. Ancak beyaz sakallı yüzünde hiçbir iz yoktu. Hafif bir gülümsemeyle uyuyor gibiydi. Örtüyü hafifçe kapatıp beni arayan formene döndüm:

            - Nasıl olmuş?

            - Viadükte beton dökülmüştü. Rahmetli Haci Abi kontrol için iskeleye çıkmış. Nasıl olduysa boşluğa gelmiş ayağı. Biz bir çığlık duyduk o kadar. Sonra kıyamet koptu tabii.

            - Bu Hacı’nın görevi değildi ki? Neden çıkmış oraya?

            Formen başı önünde cevap verdi:

            - Galiba kalıbın açıldığını görmüş. Muayene etmek için çıkmıştır.

            İçimden “Ah, Hacı!” diye bir acı sitem koptu. Bu gerçekten senin işin değildi ki? Gene birilerinin yapmaya çekindiği bir işi bizzat üstlenmek istemişti.

 


 

Viadük inşaat kazaları..Ne ilk ne de son..           

          Büromda konuştuğum savcı iş kazası olduğu için adli tıbba kaldırılacağını söyledi. Ayrıca sigortanın göndereceği bağımsız iş güvenliği denetmenleri gelip rapor verecekmiş. Savcı beyi yolcu ederken aklım denetmenlere takıldı. Acaba bir yerlerde yanlış mı yapmıştık? Böyle bir şey varsa işin sonu şantiyenin kapatılmasına kadar giderdi. Bu durum bizim için büyük kayıp olurdu ama asıl büyük kayıp Hacı gibi bir insanın yitirilmesiydi.

            Birazdan naaşı bir ambulansa yükleyip adli tıbba götürdüler. Ambulans şantiyeden çıkıp Samsun’a gitmek üzere yola girerken içimden kopan bir yemin sessiz bir feryat gibi Hacı’yı uğurlamıştı : “ Rahat uyu Hacı..Belki bu yolun bittiğini göremeyeceksin ama senin adını verdiğimiz son şantiyeyi mutlaka kuracağız “

 ………..……………………………….

Ekim 2026, Orman Araştırma  Enstitüsü,  Bolu Yedigöller

             Dolunay halindeki ayın ışığı yedigölleri çevreleyen tepelerin arasından süzülerek gecenin en sessiz anını yaşayan gölü yalamaya başlamıştı. Odasının ışığını söndürmüş, ayakta durduğu pencereden bu manzarayı seyretmekte olan Baş Mühendis İsmail Göral uzun bir süre öylece kaldı. Başka zaman olsaydı saatlerce kalabilirdi ama aşağıda beklendiğini düşünerek kapıya doğru yürüdü. Vakit gece yarısını geçmiş olmasına rağmen bütün enstitü ayaktaydı. Tam salona giderken çaycı yanında bitti.

            - Çay getirmemi ister misiniz efendim? dedi saygıyla. İsmail bey gülerek:

            - Bu saatte kim içer bilmem ama bana getir Tahsin Efendi, dedi.

            - Biraz uyanık kalsam iyi olacak.

            Sessizce kapıyı açıp içeri girdiğinde salonu dolduran mırıltılar kesildi. Herkes adımlarını takip ediyor gibiydi. Yerine oturur oturmaz ilk sözü:

            - İyi akşamlar arkadaşlar, oldu.

            - Gerçi akşam çok geride kaldı ama başlangıçlar hiçbir zaman eskimez. Tıpkı bir yıl önce bu işe başladığımız gibi. Hâlâ o heyecanı sürdürüyoruz ancak nasıl her başlangıçtan illâ bir sonuç beklenmeyeceği gibi bu işten de bir sonuç alamadık. Hepimizin bildiği gibi bu aynı zamanda bilimsel araştırmaların da kaderidir.Çok çalışmak, gayret etmek ama hiçbir somut sonuca varamamak..Bu defa da öyle oldu. Geceli, gündüzlü çalıştık, evimize barkımıza gidemedik. Çocuklarımız yüzümüze hasret kaldı ama bizim hasret kaldığımız o sonuç bir türlü gelmedi. Ne yapalım? Beylik lâftır ama çok doğru bir lâftır: Sağlık olsun. Başka yerlerde, başka konularda başarılı olup bunun acısını çıkarabiliriz. Ben özellikle son birkaç aydır geceleri de çalışarak gösterdiğiniz üstün gayrete, yüksek fedakârlığa çok teşekkür ediyorum. Yarından itibaren çalışmalara son veriyoruz. Ben yarın Ankara’ya gidip durumu bildireceğim. Döndükten sonra tekrar bir araya gelip neler yapacağımızı konuşuruz. Birazdan servisler gelip lojmanlara dağıtım yapacak. Hepinize iyi geceler diliyorum.

            Salondakiler birer birer ayağa kalkıp, başları önünde dışarı çıkarken Tuncay Ersoy en sona kalmıştı. İsmail Göral masadaki cep telefonunu alıp ayağa kalkarken:

            - Hayrola Tuncay? diye sordu.

            - Gidecek yerin yok galiba?

            Tuncay Ersoy yerinden kalkamayacak kadar bitkin görünüyordu. Oturduğu yerden konuştu:

            - Arkadaşlarım ve kendim adına konuşuyorum efendim. Biliyorsunuz iki gün sonra 29 Ekim. Ankara’da bayram tatili hazırlıkları çoktan başlamıştır. Bu yüzden oraya gitseniz bile görüşecek kimseyi bulamazsınız. Bize son bir hafta verin. Raporlarda somut bir şey yok ama arkadaşların göz bebeklerinde garip bir pırıltı var. Son derece üzgünler ancak hâlâ ümitlerini yitirmemişler. Ankara’ya bir hafta sonra gidin. İnşallah hepimizin beklediği müjde ile gideceksiniz.

            Tuncay Ersoy tam sözlerini bitirmişti ki çaycı içeri girdi. İsmail Göral pür neşe:

            - Bize iki çay bırak Tahsin Efendi, dedi.

            - Tuncay Beyle karşılıklı içeceğiz.

             Herkes o gece evine gitti ama takip eden bir hafta boyunca geceler gündüze karıştı. Yemeklerini bile çalışma masalarında, laboratuarlarda yediler. Belki de ileride ülkenin bilim tarihini yazacak olanların değinmeden geçemiyecekleri  “destan günler” yaşandı. Haftanın sonuna doğru hemen herkesin korkuyla “ Yine mi hüsran?” diye sormaya başladıkları bir sırada bir müjde çığlığı duyuldu.

            Gen laboratuarında çalışan araştırmacılar belki onlarca defa yaptıkları deneyi son bir defa yinelemişler ve sonucu görmek için endişeyle beklemeye başlamışlardı. Bu yaptıkları son denemeydi. Tam bir hafta boyunca başlarında durup, onlara cesaret aşılayan Tuncay Ersoy artık dayanamayıp sandalyede uyumuştu. Gece sabaha devrilirken kimsede mecal kalmadı. Herkes nerede çöküp kaldıysa oracıkta uyuverdi.

            Sabahın ilk ışıklarıyla nasılsa uyanan birisi ümitsiz bir şekilde mikroskopa gözünü dayayınca öyle bir çığlık attı ki Yedigöller’de uyuyan hiç kimse kalmadı. Mikroskopta görülenler büyük ekrana verilince herkes birbirine sarılmaya, tebrik etmeye başladı. Gün boyu enstitüyü sallayacak bayram havası çoktan başlamıştı. Haksız da sayılmazlardı hani. Tam bir yıldır üzerinde çalıştıkları şeyi sonunda başarmışlardı. Ağaç genetiğinde tam bir devrim yaşanacaktı. Burada elde edilen süper ağaç türü inanılmaz bir hızla büyüyüp yayılacak, Sinop’tan Mersin’e uzanacak Karaorman otoyolunun her iki tarafını yeşil bir cennete çevirecekti.

 


 

Pozantı - Adana - Mersin Otoyolu       

 Haziran 2028, Sinop – Mersin Otoyolu, Hacı Gülbeyli Şantiyesi Pozantı

            Patronun yanından nasıl dışarı çıktım hatırlamıyorum. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. Muhtemelen tansiyonum tavana çakmış olmalıydı. Ellerim titriyor, ayaklarım birbirine dolanıyordu. Arabama yönelmeden önce bir banka oturup kendimi toparlamaya çalıştım. Beynimde “Niçinler, nasıllar” çılgınca dans ediyordu. Bir an yerimden fırlayarak, kapıyı tekmeleyip içeri dalmayı ve istifamı adamın yüzüne haykırmayı bile düşündüm. Ancak merakla dönüşümü bekleyen arkadaşları düşünüp bundan vazgeçtim.Biraz daha..Az biraz daha bu lanet yerde olmalıydım. Sonra bu düşüncemi zevkle yerine getirecektim.

Tam iki yıl süren zorlu mesai bitmiş, rekor sayılabilecek kısa bir zamanda Karadeniz-Akdeniz “Karaorman Otoyolunu” bitirmiştik. Gerçi bizim işimiz Pozantı yakınlarında sona ermişti. Çünkü buradan Mersin’e bir otoyol zaten vardı. Biz gözyaşımızı kanlarımızla yoğurarak Karadeniz’in serin ruzgârlarını Toros Dağları’na taşımıştık.

Şimdi biz bu kocaman emeğimize nokta koyduğumuz yerde küçük bir şantiye kurarak, iki yıl önce bu eser için canını veren rahmetli Hacı Gülbeyli’ye verdiğimiz sözü yerine getirmek istiyorduk. Ancak şirket hemen karşı çıkmış, işlerin hemen hemen bittiğini, kalan imalatlar için Niğde şantiyesinin bol bol yeteceğini bildirmişti. Yani bu durumda gereksiz harcama yapmak istemiyorlardı. Halbuki daha bir hafta önce otoyolun bitiş şerefine Antalya’da lüks bir otelde yaptıkları görkemli kutlamada hiçbir masraftan kaçınmamışlar, işçiler hariç herkesi çağırarak çılgınca eğlenmişlerdi. Yaptıkları harcama ile on tane Hacı Gülbeyli şantiyesi yapılabilirdi.

İşte patronun odasında bunları söylemiş, tekrar aynı cevabı alınca çılgına dönmüştüm. Kaza yapmaktan korktuğum için arabayı park ettiğim yerde bırakıp otobüsle Niğde’ye döndüm. İşçiler, mühendisler herkes heyecanla beni bekliyordu. Başımdan geçenleri anlatınca gariptir çok fazla tepki vermediler. Kısa bir mırıltı uğultusu o kadar..

            - Böyle olacağını biliyorduk mühendis bey, diye konuştu işçilerin sözcüsü.

            - Üzülmenize değmez. Arkadaşlarla karar verdik: O şantiyeyi biz yapacağız.

            - Siz mi nasıl?

            - Şimdiye kadar nasıl yaptıysak öyle. Emeğimizi gözyaşlarımızla yoğurarak..

            Ertesi gün işi olmayan yüzlerce işçi otobüslere doluşarak Pozantı’ya gittiler. Mühendislerin çoğu da onlarla birlikteydi. Prefabrik malzeme dolu kamyonlar da arkadan geliyordu. Görevim gereği onlarla birlikte gidemedim ama cep telefonumdan her şeyi takip edebiliyordum.

            Karaorman Otoyolu’nun eski yolla birleştiği yerde el ele, gönül gönüle vererek küçük bir şantiye inşa ettiler. Olayı duyan şirket yöneticileri hemen koşup geldi ama yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Çünkü işçiler izin günündeydi ve buraya yaptıkları her şeyin bedelini kendileri karşılamıştı. Şantiye tamamlanınca gösterişli bir giriş kapısı yaptılar ve üzerine de büyük bir tabela yerleştirdiler: Pozantı – Hacı Gülbeyli Şantiyesi..

            Açılış kurdelasını kesmek için davet ettiklerinde bir tuhaf oldum. Rahmetli Hacı’ya o sözü veren bendim ama yerine getirmek bana değil omuz omuza verdiği arkadaşlarına nasip olmuştu. Kurdelayı keserken yaptığım konuşmada bunu dile getirdim:

            - Kuvvetle eminim ki Hacı şimdi aramızdadır, diye söze başladım.

            - Aramızdadır ve arkadaşlarıyla gurur duyuyordur. Demek ki sarfettiği bunca emek boşa gitmemiş. O bu yolun bittiğini göremedi ama herkese bir şey öğretti: Bazı şeyler parayla ölçülmez. Dostluk, arkadaşlık ve vefa duygusu gibi..

            Niğde’ye döndüğümüz gün şirketten çağrıldığımı söylediler. Herhalde işçilerle beraber hareket etmem hoşlarına gitmemişti. Patronun odasına girerken hiç olmadığım kadar kararlıydım. Ters bir şey söylerse oradan işsiz bir mühendis olarak dışarı çıkacaktım. Ancak içeri girince güler yüzle karşılayıp, hal ve hatırımı sordu. Birazdan kahvelerimizi karşılıklı içerken,

            - Sizden özür dilemek istiyorum, dedi.

            - Sizden ve bütün işçi arkadaşlarımızdan. Özellikle de rahmetli Hacı Gülbeyli’den. Gerçekten çok ayıp etmişiz. Akıl tutulması gibi bir şey bu. Arkadaşlarımızın yaptığı tüm masrafları şirketimiz ödeyecektir. O şantiyenin bulunduğu yerde bir dinlenme tesisi yapmayı planladık. Adını da “Hacı Gülbeyli Tesisleri “ koyacağız. İzin verirseniz yarın şantiyeye gelip bunu onlara bizzat söylemek istiyorum.

            Gerçekten de patron sözünü tuttu. O küçük şantiye büyük bir dinlenme tesisine dönüştü. Sinop’tan Mersin’e, Mersin’den Sinop’a yola çıkan herkes orada mola verdiklerinde Hacı Gülbeyli’nin kim olduğunu, bu yola neler verdiğini öğrendiler.

            Aradan yıllar geçtikçe otoyolun iki yanındaki yeşil bant genişleyip gürleşerek adeta sonsuz bir ormana dönüştü. Uzaydan bile rahatça görülebilen bu yeşil bant; zümrüt bir gerdanlık gibi ülkeye ümranlık getirdi. Aynen o eski söylencede olduğu gibi sincaplar hiç yere inmeden Karadeniz’den Akdeniz’e ulaştılar.

....................

(Bu öykünün aslı Türkiye Meydan Okuyor Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı kitabında "Karaorman Otoyolu" ismiyle yayınlanmıştır.

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..