Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Bir Karınca Yiyenin Nevrotik Haz Oyunu

Bir Karınca Yiyenin Nevrotik Haz Oyunu
 

BİR KARINCAYİYENİN NEVROTİK HAZ OYUNU

HOMO LUDENS’DEN ANTEATER LUDENS’E

 


“Deli olduğumu söylediler. Ama deliliğin, zekânın en üst düzeydeki temsilcisi olup olmadığını, görkemli olan şeyin-ve derin olan şeyin-hastalıklı düşüncelerden, sıradan aklı feda etmek pahasına yüceltilen ruh durumlarından fışkırarak çıkıp çıkmadığı sorusu hâlâ yanıtlanabilmiş değil” Edgar Allan Poe

 

Yazmak bir oyundur. Ne kadar ciddi, ne kadar zahmetli görünürse görünsün… İster ak sakallı Tolstoy, ister melânkolik Proust, ya da intiharı soluyan Plath imgesine bürünsün, tüm yaratıcı yazarlar tek kişilik oyunlarını, şizofren kalemlerine yazdıran oyun kuruculardır aslında.

Oynamak zorunda olduğu en büyük oyun “hayat” olan insan, kimi zaman “yazar” kılığında, büyük oyundan kendi küçük oyun alanına kaçar. Hayat oyununda, zorlu kuralların altında ezilen, duyuramadığı itirazlarla incinen yazar, Büyük Oyun Kurucu’ya inat, bu defa kurallarını kendisinin belirlediği bir “edebi hayat oyunu” tasarlayacaktır.

Yaratıcı yazar, babasının papuçlarını hevesle sürüyen ya da annesinin topuklu ayakkabıları üstünde düşmeden durabilmeyi deneyen küçük bir çocuk gibi, otoriteyi ve gücü taklit ederek, kahramanlarının kaderini ellerinde tutma hevesinin ruhuna kaç beden büyük geldiğini fark etmeyecektir. Gözyaşı yerine kan döktüğünü iddia eden, kalemini acıya batırıp yazdığını söyleyen yazarların arkasında bile muzip bir çocuk saklanır. Başkalarının oyununa girmek istemeyen, yalnızca kendi belirlediği kurallara güvenen, istediğini oyuna davet edip, istemediğini çıkaran, kaprisli, kavgacı, bencil, yalancı, hatta mızıkçı bir oyun kurucudur yazar…

Eski Mısır’da bilgelik tanrısı olduğuna inanılan Thoth yalnızca yazının değil, büyünün, simyanın ve oyunların da mucidir. Thoth’un izinden giden yazar, aldatma gücü ve yalanlarının yaratıcılığı ölçüsünde başarılı sayılacaktır. Yazar metamorfoz etkisini, simyayı kelimelerinin gücüyle yaratır.

Nietsche, “Bireyin korunma aracı olduğu müddetçe akıl, temel güçlerini başka kılıklara girerek geliştirir; kılıktan kılığa girmek aslında bir araçtır, bu araç sayesinde zayıf, çelimsiz bireyler hayatta kalırlar; çünkü onlar yırtıcı canavarın boynuzları ya da keskin dişlerine karşı bir varoluş mücadelesi yürütmekten acizdir. İnsanda, bu başka kılığa girme sanatı doruğuna erişir”[1]der. Özellikle yazı sanatı ile uğraşan usta yazarın, usta gözboyayıcı olması kaçınılmazdır o halde.

 

YAZARIN OYUN BAHÇESİ

 

“Yaratıcı bir yazı, tıpkı bir gündüz düşü gibi, çocukluktaki oyunların bir devamıdır ve bunların yerini tutar” diyen Freud, yaratıcı yazarı, düş gören adamdan ve oyun oynayan çocuktan ayırt etmemizi sağlayan en önemli özelliğin, fantezilerini kabul görülebilir hâle sokmasındaki becerisi olduğunu anlatır. Yazar, eserini kurgularken tıpkı oyun oynayan çocuk gibi, kendi yarattığı dünyayı istediği biçimde düzenleyecek, ancak oyununu gerçek dünyadan ayrı tutmaya çalışsa da dünyanın kavranabilir ve görünür detayları ile ilişkilendirmek zorunda kalacak, gerçek dünyadan ödünç aldığı kelimelerle hayâl dünyasını meşrulaştırmayı deneyecektir.

Çocukken oyun oynadığı dünyayı yazarak yarattığı dünya ile “değiştiren” yazar, bir zamanlar yaşadığı hazdan vazgeçemeyen, onu başka bir hazla değiştiren yetişkin bir çocuktan başka bir şey değildir. Ergenlik fikirlerini çocukluk fikirleriyle karşılaştıran Winnicot, “eğer büyümenin başlarında fantezide ölüm varsa, ergenlikteki fantezide de cinayet vardır” diyecektir.[2] Ona göre, bilinçdışı fantezide büyümek tabiatı gereği saldırgan bir edimdir.

Freud hayâl’i bir istek doyurma, tatmin edilmemiş bir gerçekliğin düzeltilmesi olarak tanımlar: “Büyüyen çocuk oynamayı bıraktığında hiçbir şeyden değil ama gerçek nesnelerle oyun arasında bağ kurmaktan vazgeçer; oynamak yerine artık düşlemlemeye başlar. Gökyüzünde kaleler inşa eder ve gündüz düşleri olarak adlandırılan şeyleri yaratır.”[3] Bunu yaparken dil devreye girer. Dil çocukların oyunu ile şiirsel yaratı arasındaki ilişkiyi korumaya devam edecektir.

Oyun oynamanın en önemli özelliği yaratıcılığı beslemesidir. Bir çocuğun ya da yetişkinin tüm kişiliğini işin içine kattığı oyun oynama süreci onun kendini keşfetme sürecidir de.

Johan Huizinga, “eğer, oyuna bir öz yükleyen bu faal ilkeye zihin dersek aşırıya kaçmış oluruz; eğer ona içgüdü dersek, hiçbir şey söylememiş oluruz. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, oyunun bu ‘kasıtlı’ karakteri, bizatihi özünün içinde yer alan maddi olmayan bir unsurun varlığını ortaya koymaktadır”[4] sözleriyle, oyunu yaşamın doğrudan gereksinimlerini aşan ve eyleme anlam katan bağımsız bir unsur olarak değerlendirir. Şiirin yaratılma sürecini(poiesis) de oyunsal bir işlev olduğunu savunan Huizinga "Şiiri anlayabilmek için, tıpkı sihirli bir elbise giyer gibi, çocuk ruhuna bürünmek ve çocuksu bilgeliğin yetişkininkinden üstün olduğunu kabul etmek” [5] gerektiğine inanır.

 

“Bizlerin ‘sanatsal’ dediğimiz ifade biçiminde tüm kültürel noksanlıkları belirgin kılan, dünya düzelticileri için mümkün olmasa da, kavramak için belirgin kılan radikal bir oyun dürtüsü de dahildir. Bir insanın kendisini, onun için iyi bir yaşamdan daha çok şey anlamına gelen, sembolik bir davranış sayılan oyuna sokması da buna dahildir. Bu oyun ve onun parçalarının karşısında artık yerel terapiden bahsedilemez; çünki eğer bu bir şeyde belirginse o zaman kuşatıcı bir terapinin uyandırılmasında belirgindir”[6]

‘Oyun oynama’ kaygının geçici olarak parantez içinde alındığı bir karşılaşma olarak”[7] tanımlanabilir mi gerçekten? Çocuksu oyun oynama yeteneğinin yeniden keşfedilmesi ile özgün olanın yeniden değer kazandığına, yaratıcılığın, özgünlük ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğduğuna inanan psikanalist Rollo May, yaratıcılığı bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyası ile karşılaşmasına benzetir. May, terapiye aldığı kişilerin rüyaları üzerinde sürdürdüğü çalışmaların sonunda ortak bir özellik fark etmiştir; bu ‘biçim tutkusu’ dur. Hasta bilinç dışında bir oyun kurar, bir başlangıcı vardır, bir şeyler olur ve bunlar ‘sahnede parlayıp yiterler’ ve sonra bir çeşit akıbete varılır. “Düşlerdeki biçimlerin tekrarlanışı, elden geçirilişi, yeniden kalıba sokuluşu ve sonra parçaların anlamlı bir bütünde toparlandığı bir senfoni motifi gibi erinç içinde tekrar boy gösterişi hep dikkatimi çekmiştir” diyen May’ın, “biçim tutkusu”nu bir tür yaratıcılık süreci olarak değerlendirir. Bu tutku, “kişide olup biten, edilginlik ya da diğer nevrotik semptomlarla gizlenmiş bile olsa, bunalımın hüküm sürdüğü bir yaşamda anlam yaratmaya yönelen çelişki dolu bir tutkudur”. [8] Yaşamın anlamını bulmaya ve kurmaya uğraşmanın yolu olan sanatsal yaratıcılık bu tutkunun ürünüdür. Psikanalist olarak May’ın altını çizgiği nokta, insan imgeleminin bütünü biçimlendirmek, anlamlı kılmak üzere bir tür güzellik anlayışının peşinde olduğudur.

Dünyayı bilme sürecimizde, dünyayı biçimlendirmemizde rol oynayan sadece entelektüel anlayışımız değil, imgelemimiz ve duygulanımlarımızdır. Bilinçdışından taşımayı becerdiğimiz kavrayışlarımız, entelektüel açıdan doğru, hatta faydalı olduklarından değil, kişide eksik olanı tamamlamak üzere belli bir biçime sahip oldukları için farkına varmadan seçtiklerimizdir. Dünyayı biçimlendiren sadece akıl değil arzuları ve ihtiyaçları ile ‘bilinç eşiği’dir. “Nesneler bizimle, basit bir biçimde konuşmazlar; kendilerini, bizim onları bilme yollarımıza da uydururlar da. O halde zihin dünyayı etkin bir biçimlendirme ve tekrar biçimlendirme sürecidir”[9] Yaratıcılık sürecinde imgelem biçimle ortak hareket eder. Ancak imgelem, May’ın özetlediği gibi “ipleri koparmak, kişinin önünde açılan ufukta yeni demir atma şanslarının var olduğu inancına sarılışı ve zihnin uzanışı” ise imgelemimizi nereye kadar salabileceğimiz, düşünülemezi düşünmeye cesaret edip edemeyeceğimiz, kendimizi gerçeklik dediğimiz şeye oturtmamızı sağlayan sınırlarımızı yitirip yitirmeyeceğimiz gibi soruları ile karşılaşırız. Bu sınırların farkına varma sorunudur psikanalistin gözüyle, “psikolojik dille konuşursak, bu birçok kişinin psikoz(çıldırı) olarak yaşadığı durumdur. Bu yüzden bazı psikotikler hastanelerde duvarlara yakın yürür. Kenarlara yakın olmayı kollayıp, dış çevredeki yerlerini devamlı muhafaza ederler” [10] May, bir hastasının ismini kağıda yazması istendiğinde , kenara yakın bir köşeye yazmasının da açık alanlarda yitme olasılığının göze almaması ile ilişkilendirir. Sınırların her zaman net ve görülebilir halde tutulması gerekir. Biçimleri kaydırabilme yetisini yitiren hastalar, dünyalarını kökten bir biçimde kesintiye uğramış olarak bulurlar. May’a göre “imgelem biçime yaşam verirken, biçim de psikoza sürüklenmekten korur. Bu sınırların nihai gerekirliğidir. Sanatçılar özgün görünümleri görme yetisinde olanlardır. Tipik olarak, güçlü imgeleri ve aynı zamanda, felâket durumuna düşmelerini önleyebilecek kadar gelişmiş bir biçim duyguları vardır. Onlar biz geri kalanların önü sıra geleceğin keşfi için giden öncü kâşiflerdir. Onların özel düşkünlüklerini ve zararsız kendine özgü sapkınlıklarını muhakkak hoş görebiliriz”[11]

İYİ OYNAYAN ŞAMAN KAZANSIN

“Dünya bir tiyatro sahnesi” ise “tiyatro sahnesi de yazarın dünyasıdır.” İki sahnede de oyun oynanır. Bu yüzden kavranabilir nesnelerle ilişkilendirilmeye gerek duyan imgesel yazı biçimlerine oyun adları veririz; “Spiel-oyun”, “Lustspiel” ya da “Trauerspiel” den, “komedi” ya da “tragedya”dan, “haz oyunu” ya da “yas oyunu” diye bahsederiz. Yazar, oyununu yetişkinliğine taşımaya ahdetmiş büyük çocuk, temsili gerçekleştiren “Schauspieler- oyuncular” ya da başka bir söyleyişle “gösteri oyuncuları” da onun oyun arkadaşlarıdır.

Amerikan Kızılderilileri arasında şamanlığı anlatan Colin Wilson yabancılaşma ve yaratıcılığı konu alan “The Outsider” isimli kitabında şamanın ayrıcalıklı yerini özetler:

“Avcılıkla geçinen Kızılderili toplulukları arasında bir kişi vardır ki, her haliyle diğerlerinden farklı oluşuyla dikkati çeker. O belki de o hiçbir zaman ava gitmemektedir. Kabile üyelerinin iki seçeneği vardır: Ya onu dışlayıp ölüme terk edecek ya da gelecekte muhtemel bir kriz yaşadıklarında, işlerine yarayabileceği düşüncesiyle onu besleyeceklerdir. Dolayısıyla, Amerikan Kızılderilileri arasında 'şaman’ın rolü, kimsenin anlamadığı şifreli dilinin de etkisiyle, giderek kutsal bir yere gelmekte; şamanın toplum içindeki saygınlığı giderek artmaktadır” [12]

Performans sanatçılarının atası olan Kızılderili şaman, oyunculuk gücü ve kimselerin bilmediği “büyücü dili” sayesinde imtiyaz kazanarak, ayrıcalıklı olmanın keyfini çıkaracaktır.

Orta Asya şamanı, hem oyun oynayan bir büyücü, hem hekim hem de şairdir. Yakutlar, yalnızca şamana “oyun” demekle kalmaz, Metin And, Oyun ve Büyü[13] isimli kitabında, orta şamana ‘orta-oyun’ yüce şamana ‘ulahan-oyun’, Türkistan’da şaman töreninin tümüne “oyun” dendiğini belirtir. Türkçe’de “oyun” ve “ozan” kelimeleri arasında etimolojik bir ilgi kuran, M. Kayahan Özgül: “ ‘ozan’ kelimesi ‘oymak’ fiilinin partisipidir. Her ne kadar, Doerfer, Türkçe’de ‘oymak’ diye bir fiilin bulunmadığını söylese de Ramstedt böyle bir fiilin varlığından ve mânâsının ‘saz çalmak, oynamak, rol yapmak’ olduğundan bahseder… Yakutlar şâir’e ‘oyun’ derken bu fiili kullanırlar. Samoiloviç’in Türkmence’de tesadüf ettiği ‘ozon’ kelimesinin de buradan geldiği düşünülebilir.”[14]

Gölgelerle oynadığı oyunun gerçekliğine inandıran sanatçıdır şaman. Oyun oynamaya saygınlık kazandıran, yeteneğini mesleği haline getiren şaman, öncü bir “oyun oynayan insan/ homo ludens”tir. Onun ‘oyun oynayan insan’dan, başkalarının duymadığını duyan, görmediğini gören, bilmediğini bilen ‘oyun kurucuya/ kâhine’ dönüşme süreci, kendinden geçme, oyunundaki maharetini sergileme sürecine denktir.

Taklit ederek oyun oynayan insan, bu taklitte ne kadar özgünse, ortaya çıkardığı eser taklit edilenin ruhunu ne kadar özümsemiş, bunu başka bir gerçekliğin ruhuna dönüştürebilmeyi ne kadar başarabilmişse o kadar yetenekli bir oyuncudur. “Yaratıcı imiş gibi” yapan sanatçı, “gerçek imiş gibi” duran bir hayâle “inan-mış gibi” yaparak, gerçeği kopyalar. Kopya, aslının gölgesi olmakla kalmayacak, gölgenin gölgesi, yeni bir gerçeklik alanında yeniden şekillenecektir. Yaratıcı yazar da sanatçı/ şaman gibi gölgelerle “oynuyor -muş gibi” yapmaktadır.

 

AKIL İLE OYNAYAN YAZAR

İnsanın hayatı algılayışı ve kendini ifade edişi, akıl oyunlarındaki gücüne bağlıdır… Modern psikiyatri, beyin trafiğinin, frontal loblar (alnın tam arkasında bulunan bölge) tarafından idare edildiğini keşfettiğinde, bu bölgenin duygusal sistemi yönetmek ve duyusal bilgileri değerlendirmekle de yükümlü olduğunu fark etti. Ön beyin, yaratıcılık aşamasında yoğunluğu ne kadar artarsa artsın trafiği kontrol eden, denetleyen karmaşık ancak sistemli bir ağ oluşturan, gerçek ile hayal arasında sınırı belirleyen bir “oyun kurucudur”. Şizofreni gibi bazı ruhsal hastalıkların en önemli belirtisinin bu bölgedeki anormal hareketsizliktir. Aklın oyun ihtiyacı, insana halüsinasyon yaşatarak giderilir. Hayalle, gerçeğin birbirine karıştığı noktada şizofren “oyun bilincini” yitiren kişidir. Trafik yoktur, trafik polisi de, kontrol mekanizması da, otorite de… Üzerindeki baskılar kalktığından, gerçeklik yerini, halüsinasyonların gerçekliğine bırakır.

Şizofrenik halüsinasyonlar sırasındaki beyin faaliyetlerini inceleyen bilim adamları, şizofreninin parlak fikirlere zemin hazırlayabileceğine ancak bunları herkesin anlayacağı bir şekle dönüştürmenin pek mümkün olmadığına inanırlar; tedavi edilmeyen şizofreni vakalarında hasta o kadar kötü haldedir ki, bırakın roman yazmasını veya beste yapmasını, günlük yaşamındaki sıradan işleri bile beceremez. [15] Gerçeği, olduğu gibi görmenin yaratıcılık sürecini beslemeyeceği bilen sanatçı, dünyayı “şizofren-miş gibi” algılamayı tercih edecektir. Sanatçı, “alıcılarının ayarı ile oynarken” oyunda olduğunu kendine hatırlatmaktan da, trafiği kontrol etmekten de vazgeçmeyen, gürültülü bir akıl terbiyecisidir.

NEVROTİK HAZ ORTAKLIĞI: YAZMA-OKUMA İLİŞKİSİ

 

“Eğer düşlemler, aşırı geniş ve aşırı güçlü hale gelirse bir nevroz ya da psikoz başlangıcı için koşullar oluşur. Dahası, düşlemler hastalarımızın yakındığı sıkıntı verici belirtilerin yakın zihinsel habercileridir. Bu noktada patolojiye geniş bir yol uzanır” [16] diyen Freud, mutlu bir insanın asla düş kurmadığını, yalnızca doyumsuz olan kişinin bunu yaptığını iddia eder. Bu tespit doğruysa, yalnızca yazarların değil düşlerle işi olan tüm sanatçıların yaşadığı mutsuzluklara ve hayâl kırıklıklarına çok şey borçluyuz demektir. Bu açıdan bakıldığında mitlerin de tüm ulusların fantazilerinin çarpıtılmış kalıntıları, “genç insanlığın dünyasal düşleri” olma ihtimâli yabana atılacak bir iddia değildir.

Yazarın okuyucuya sunduğu estetik haz, gerçekten bir tür suç ortaklığı, bir tür rüşvet midir? Hiç şüphesiz okuyucunun eserden aldığı zevk, zihnini özgürleştirir, gerilimlerini azaltır. Şayet Freud haklıysa, yazar kendi gündüz düşlerini bizimle paylaşarak, bize de kendi düşlerimizi meşrulaştırma imkânı sağlamaktadır. Rolleri yeniden özetlememiz gerekirse; yazar oyun kurucu, okuyucu yazarın kurallarını baştan kabul ederek oyuna katılan kişidir. Yazar, kendi doğrularına iman edecek müridi, başkasının düşlerine giren okuyucu ise bu yolculuktan aldığı cesaretle, kendi düşlerini anlamlandırabilmenin yolunu aramaktadır. Nevrotik haz ortaklığından bahsedebileceğimiz nokta birbirlerinin dilini anlayan yazar ve okuyucunun buluştukları yerde başlar.

 

“Littera scripta manet” Yazılan söz kalır’ diyen Horace, ‘manet’ sözcüğünü Barry Sanders’a göre Latincede manes ‘ölülerin kalıntıları-gölgeleri’ ile eş anlamlı kullanmıştır; “Yazılı sözcükler kağıt üzerinde hareketsiz ve ölüdür; okurun gözünün önünde, daha doğrusu okurun gözü ‘sayesinde’ hayata dönerler. Okuma, sahnelerin ve karakterlerin bir an için şaşılacak bir biçimde canlandığı, ancak okur bir sonraki satıra geçtiğinde ya da kitabı kapattığında tekrar ortadan yok olduğu bir oyuna dönüşür. Böylesine oyun dolu olan okuma-ve yazma- etkinliği yine oyunu andıran bir alma-verme biçimine bürünür.”[17] Yazarın kelimeleri canlandırabilmesi için zihninde ilüzyonlar yaratabileceği seyirciye/okuyucuya ihtiyacı vardır.

 

-II-

 

PATOLOJİK BİR KURGU OLARAK YAZARLIK

 

Çocuklar oyunu kimin kurduğundan çok, aldıkları keyfi hatırlarlar. Oyun kurucu yazarsa, oyununa katılacak kişilerin alacağı haz ikinci plandadır, önemli olan kendi oyununu kurgulamaktır. Yazarın “gündüz düşleri”, bu mutsuz narsistin ihtiyaç duyduğu bir tür otorite oyunudur. Zamanında kendi oyununu kuramamış her mutsuz çocuk, yetişkinliğinde kendi eserini yaratan, kendi oyununu kuran bir sanatçıya dönüşerek, geçmişten ve gerçekten intikamını alır. İmgelem ve akıl arasındaki bölünmenin kişinin nevrotik ya da sanatçı olmasına neden olduğuna inanılsa da, başından itibaren yaratıcı yazarlık zaten patolojik bir kurgudur.

Massachusetts’deki tarihi McLean akıl hastanesi, Amerika’nın “en edebi akıl hastanesi” ünvânını taşır. [18] Yaratıcı sanatçılar bu hastaneye neredeyse gönüllü “iltica” eden, daimi müşterileridir. Burada tedavi gören, Sylvia Plath, Pulitzer ödüllü iki şair, Robert Lowell ve Anne Sexton, hastanenin zengin aristokratların kabul edildiği bir sanat okulu gibi popülerlik kazanmasına neden olur. McLean’daki misafirlikleri bu üç şaire yalnızca dinlenme imkânı vermekle kalmamış, zengin bir malzeme de sunmuştur. Delilik, yazılarında sık sık ortaya çıkıyordu. İncelikle Delilik, isimli kitapta hastane biyografisi, sanat ve kültür alanında oynadığı rol ve burada kalan sanatçıların arşiv bilgileri yayınlanır.[19]

Halk dilinde ruhsal bozukluğu olan kişilere “aklını oynatmış” denir. Yaratıcı yazar için “akıl oynatmak” bilinçli bir tercihtir. Bunu delirerek değil, deliliğini dizginleyerek yapar. Yazmak esaslı bir akıl oyunudur. Duygu-durum bozukluğu yaşayan, manik-depresif ruh haline yabancı olmayan pek çok yazarın, yaratıcılıklarının bu kaynaktan besler. Yaratıcılık ve nörolojik bozukluklar arasında ilk bakışta öyle yakın bir ilişki varmış gibi görünür ki…

Delilik olarak tanımlanan karabasana, dışlanıp bir yere kapatılma deneyimine yaptığı yolculuğun yıpratıcı hikâyesini Tımarhane Yolculuğu[20] isimli kitabında anlatan yazar Kate Millet, kendi deyişi ile zihninin sağlamlık savlarını yeniden kazanabilmek için kaleme alıyor yaşadıklarını. Kendisine konulan manif depresif tanısıyla on üç yıl boyunca ilaç kullanmak zorunda olan Millet, bu ilaçların zihnini uyuşturup, bilincini bulanıklaştırıldığını ve kendisini ‘duygu hastalığına’ tutulmaya mahkum bir zavallı gibi hissettirdiğini anlatıyor. Zihnin henüz keşfedilmemiş, görkemli ülkesindeki alanların hiçbirinin yasaklanmaması, hiçbirinin cezalandırılmaması, hiçbirinden korkulmaması gerektiğine inanıyor Millet ve soruyor; “Aklımız kaçsa ne olur ki? Kovalanmazsa, sürgün edilmezse, dışlenmazsa, hapsedilmezse geri dönebilir… Aklımızın ‘kaçtığı’ doğru, kaçıp bir yere gidiyor çünki-böyle bir yer varsa eğer, her zaman bir parça ‘delilik’ de vardır… Öyleyse, gene de bilinçte ‘bir başka ülke’ var ilaçlarla gidilen. Gönüllü olarak ve eğlenmek üzere. Ya da gönülsüz olarak karabasan görmek üzere… Bu ilaçların kullanımına bir son verilmezse… Zoraki sanrılara, zoraki hayallere… Bilincin ve algılama yetisinin bile bile hastalandırılmasıyla ortaya çıkan ve akıl dışılığın ta kendisi olan zoraki akıl hastalığına”. Psikiyatri karşıtı hareketin temsilcilerinden oluşan ve ‘akıl hastalığı’ olan insanların haklarını korumak üzere kurulan liberal bir grubun çalışmalarına katılan Kate Millet, bir süre sonra kullandığı psikosomatik ilaçları bırakacak ve başından beri kendisine yanlış tanı konularak özgürlüğünün ve zihninin yaratıcılık yeteneğinin elinden alındığına inanacaktır. “Jonathan Swift’in o üstün zihninin parçalanmasını, çatlamasını, yitip gitmesini bekledim ben. Onun içine düştüğü tutsaklıktan kurtuldum, ama onun yitirdiğinden daha fazlasını yitirmedim zihninin. Yitirdiğim yalnızca özgürlüğümdü. Onun ise özgürlüne hiçbir zaman kavuşamaması, yıllarca boynunda bir köpek tasması taşıması, zihninin zincirlerle bağlı kalması ne üzücü. Zihinlerimizi hiçbir zaman yitirmiyoruz hatta ‘deli’ olsak bile ne ‘akıl hastası’ ne de hasta oluyoruz. Akıl düşleme teslim oluyor yalnızca- bunların her ikisi de zihinsel etkinlikler, üretken şeyler. Zihin çalışmasını sürdürüyor ama farklı bir dil konuşuyor, kendine özgü simetrik ya da asimetrik algı biçimleri, tasarımlar oluşturuyor; çalışıyor. Yapmamız gereken tek şey, zihnin etkinliklerine ilişkin korkumuzu yok etmek… Durmazsak. Ve silkinip batıl inançlarımızı üstümüzden atmazsak… Deliliği. Akıl hastalığını. Daha da kötü şeyleri, psikozu,kaçıklıkları filân.. Bırakın zihin özgür olsun. Düşünce. Konuşma, anlatım, keşif. Bu denli az özgürlüğün olduğu şu kısa ve çoğunlukla acı dolu yaşamda hiç olmazsa böyle bir özgürlük olsun. Tımarhaneyi yıkın ve tuğlalarıyla tiyatrolar, oyun alanları yapın…Korkmaktan vazgeçelim. Kendi düşüncelerimizden, kendi zihinlerimizden. Delilikten, hem kendimizinkinden, hem başkalarınınkinden…”[21]

Ünlü manikler arasında, Victor Hugo, Leo Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Nerval, M.de Sade, John Keats, Hans C. Andersen, T.S. Eliot, E.A. Poe, Cesare Pavese, William Faulkner, Ernest Hemingway, Charles Dickens, Ezra Pound, Lewis Carrol, Emil Ajar, William Blake, Mary Shelley, Lord Byron, Scott Fitzgerald, Emile Zola, Herman Hesse, Mark Twain, Tennesse Williams, Virginia Woolf, Ezra Pound, Emilly Dickinson, Silvia Plath, Anne Sexton gibi tanınmış yazar ve şairler sıralanabilir.[22]

Yaptığı araştırmalarla sanatçıların ve yazarların nörolojik bozukluklara daha yatkın olduğunu ortaya koyan Johns Hopkins Üniversitesi ruhbilim uzmanı Kay Redfield Jamison, manik-depresif psikozları yaratıcılığı ateşleyen bir unsur olarak değerlendirir. Jamison’un araştırmalarına göre, yazarların yüzde sekseni duygu-durum bozukluğu yaşarken, toplumun genelinde bu oran yüzde otuzlardadır.[23]

Yaratıcılıkla depresyon arasındaki ilişkiyi incelemek için 1983 yılında Jamison bu defa Oxford Üniversite’sinde bir araştırma yapar. Yaş ortalaması 53 olan ve %87’sini erkeklerin oluşturduğu, 47 ünlü İngiliz sanatçı ve yazarın katıldığı araştırmaya konu olanların %38’ininin ruhsal rahatsızlıkları nedeniyle daha önce tedavi gördüğü anlaşılır. “En sorunlu olanların yazarlar olduğu ve bunların arasında şair olanlarında listenin en başında yer aldığı çıkan sonuçlar arasındadır. Şairlerin yarısının mani nedeniyle daha önce hastanede yattığı veya ilaçla tedavi gördüğü ortaya çıkmıştır. Oyun yazarlarının %67’si, biyografi yazarlarının %20’si, ressamların ise %13’ünün ruhsal depresyon nedeniyle, daha önce psikoterapi düzeyinde tedavi gördüğü anlaşılmıştır. Özelikle şairler ve roman yazarları olmak üzere 47 kişinin hemen hemen üçte biri ani ruhsal değişmeler gösterirken, yalnızca biyografi yazarlarında (yaratıcılık ateşini en az taşıyanlar olsa gerek) ciddi ruhsal dalgalanmalar gözlenmiştir.”[24]

Arnold Ludwig’in 1022 sanatçı ve bilim adamı üzerinde yaptığı araştırmal sonuçlarını Büyük Olmanın Bedeli: Yaratıcılık İle Delilik Arasında Çelişki, isimli bir kitapta toplar. Sanatsal mesleklerle veya yaratıcı işlerle uğraşan kişilerin yüzde 29 ila 34’ü gençlik çağlarında mutlaka ruhsal bir bozuklukla karşılaştıkları tespit eder. Harvard Üniversitesi’nden Joseph Schildkraut’un 1994’te tamamladığı araştırmaya göre yaratıcılık-ruhsal bozukluk ilişkisi sonuçlarına göre, sanatçılar arasında

- Depresyon oranı 8-10 kat daha fazla

- Manik depresyon 20 kat fazla

- İntihar oranı 13 kat fazla

- Sanatçıların yüzde 75’i bir şekilde psikolojik tedavi almış

- Psikolojik bozukluklar özellikle şairler arasında daha fazla

Bu sonuçlara göre sanatçılar genellikle yaşadıkları duygu değişimlerine daha fazla konsantre oluyor ve bu değişimi Daha abartılı yaşadıklarından, bu abartılı ruh hali entelektüel birikimle birleştiğinde ortay sanatsal yaratıcılık ortaya çıkıyor.

 

Dr. A. Ludwig’in araştırma verileri(yüzde olarak)

Teşhis Yazarlar Yazar Olmayanlar

Depresyon 56 14

Mani 19 3

Panik Atak 22 5

Yeme Sorunu 12 2

Uyuşturucu Kullanma 17 5

Çocuklukta tacize

Uğrama 39 12

 

Duygu-durum bozukluğu yaşayan herkes sanatçı ya da yazar olamadığına göre bu insanları diğerlerinden ayıran özellik yaratıcılıklarını doğru kanalize etme becerileri midir? Aragon haklı mıdır; duyuların her yanılgısına mantığın muazzam çiçekleri uyum gösterir mi sahiden? Zaten sanat eseri yaratabilecek yetenekte olan bu insanlar, içinde bulundukları özel ruh haline ait gözlem, düşünce ve detayları bazen farkına bile varmadan yaratıcılıklarını beslemekte kullanırlar. Bu gruba girenler, yazma oyununa bilinç dışında olup bitenleri, algının farklı deneyimlerini dahil eden şanslı anormallerdir. Yaratıcılık aykırılıkla gelişir, en büyük düşmanı normal ve sıradan olandır. İki uçlu duygu durum bozukluğu yaşayan sanatçılar, yazarlar bu özel hallerinden uzaklaştırılıp, normalleşirlerse yaratıcılıkları bundan ne ölçüde zarar görür?

Demek ki sıradışı zihin yapıları ile bu insanlar, psikiyatrinin onlar için uygun bulduğu “hasta” tanımının dışında değerlendirilmelidir. Ömürlerini algı kapılarının önünde içeri geçebilmeyi bekleyerek geçiren aklıselim sahibi yazarlardan, bu çılgınları ayıran en önemli özellik onların zaten uzun zamandır bu kapının arkasındaki özel alanlarda yaşıyor olmalarıdır. Normalden sapmanın yaratıcılığın en önemli şartı olarak kabul eden varoluşçu psikiyatri bu gruba giren nevrotiklerin normale doğru değil, yaratıcı sanatçılığa doğru yönlendirilmesi gerektiğine inanır. Burada yaratıcılık süreci bir tür tedavi-terapiye dönüşmekte, bilinçdışıyla kurulan ilişki ile bilinç rüştünü ispat etmektedir.

Sanatçılara kolektif bilinçdışının taşıyıcıları olarak özel önem veren Jung yaratıcılığı, nevroz belirtisi olarak görmez. Ona göre yaratıcı yazar arketiplerin bilinçdışına aktarılmasını sağlayarak insanlığın ortak bilinçdışı deneyimlerini ve kültürel özelliklerini yaşanılan güne aktararak evrensel bir işlev üstlenir.

Kurgusal yaratıcılık ve oyun kuramını inceleyen Otto Rank, Rollo May, Kernberg, Winnicott gibi psikanalistler insanların çocukluk döneminden itibaren iç ve dış gerçekliği birbiri ile ilişkilendirmede gerilim yaşadığı görüşünü savunurlar.

“İnsan ilişkileri, iki oyun alanının örtüştüğü yerde gerçekleşir” diyen Winnicot, iç ve dış dünya ilişkisinden kaynaklanan gerilimi azaltacak bir üçüncü bölgeden söz eder, burası bir ‘ara deneyim’ bölgesidir.[25] Yaratıcı yazarın “ara deneyim” bölgesi hiç kuşkusuz eseridir. Çocuk için oyun alanı ne ise, yazar için üçüncü bölge odur.

Yaratıcılık batı kültüründe ciddi psikolojik sorunlarla bütünleşmiş gibi görünse de daima psikozların ya da nevrozların sonunda ortaya çıkan bir hastalık emaresi değil kuşkusuz.

 

GERÇEĞİN ALTINI ÜSTÜNE GETİRME OYUNU

 

Osmanlıca oyun oynanacak yer anlamına gelen “mel’ab” kelimesi, Arapça ‘oyun’ ve ‘alay’ anlamı taşıyan “la’b” kökünden türetilir. “Lu’b” ‘oyun, eğlence’, “lu’bet” oynanılan şey, oyuncak, “lu’biyyât” daha çok seyirlik oyunlardır. Bazılarınca edebiyat da “lu’be-i bî-sûd” ‘faydasız oyun’ sayılır. Metin And, Osmanlıca’da kullanılan, “salya” anlamına gelen “luâb” kelimesi ile oyun ilişkisini, Huizinga’nın, “küçük çocuğun salyasının akmasının bir çeşit oyuna benzetileceği”[26] sözleri ile aktarır. Çok küçük çocuklar ve bazı deliler salyalarının akmasına engel olamadıklarından, diğer insanlar ağzından akan suyu bile kontrol edemeyen bu zavallılarla alay eder, eğlenirler. Bambaşka bir kültürde yetişmiş olmasına karşın, “Bir çocuğun aklı başında konuşması için önce salyasını silmesi gerek; ozan için de aynı şey geçerlidir...” diyen Fransız romantik şairlerinden Petrus Borel, çocuğun da şairin de ancak salyasını sildikten sonra söylediklerinin anlaşılıp, ciddiye alınabileceğini belirtir.

İster oyun alanı, ister ara deneyim bölgesi adına ne dersek diyelim yazar da çocuk da bilinça(l)tını ancak oyun oynanan yerde kanatlandırabilir. Ancak burada var olabilmenin de kuralları vardır. Yaratıcı yazar, oyun oynarken, deliden ve çocuktan farkını duygularını/salyasını kontrol ederek ortaya koymalıdır. Yazarlık ve şairlik, denetimsiz bir hisleniş veya bilinçsiz bir kendinden geçiş olmamalıdır.

Borel’in oyun arkadaşları kendilerine “Les Bousingos” diyen, Gerard de Nerval ve Théophile Gautier’nin de aralarında bulunduğu Fransız romantiklerdir. Apsentten mescalin’e, afyondan LSD’ye, esrardan kokaine, bilinçaltıyla oyun oynamayı deneyen sanatçı toplulukları, kendilerini nasıl adlandırmış olurlarsa olsunlar, kollektif bir psikopatoloji paylaşırlar.

Daha bireysel kaygılar taşıyan oyun kurucular ise ortak oyunların “eşsizliklerini” gölgeleyeceği endişesi ile kendi ruhlarını üfledikleri yeni oyunlar yaratırlar. Delilik’in kutsal hastalığın itibarını sürdüğü zamanlar da az değildir.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda yazarların sığındıkları ara deneyim bölgesinin kapısında “sürrealizm” yazmaktadır. Aynı oyunları oynamaktan sıkılmış oyun kurucuların yeni oyunları ve oyunun kurallarını anlatan manifestoları vardır. Tıp ve psikiyatri eğitimi alan Andre Breton savaş sırasında nöroloji koğuşunda görev yaparken 1921’de tanıştığı Freud’un psikanalist yöntemlerini yalnızca hastalarında değil, sonraları sürrealist teorilerinde de kullanacaktır. Breton’un Birinci Sürrealist Manifesto’da dile getirdiği esasları, nörolojik sapmanın esasları gibi de okumak mümkündür;

Burada temel kabul edilen bilinç ve akıl değil bilinçaltıdır.

Bilinç durumundan çıkıp, hiçbir şey düşünülmeden ve tasarlanmadan yazılmalıdır.

Sanat eserleri “rüya öyküleri” “hipnoz sırasında sorulara verilen yanıtlar gibi” ya da ruhsal otomatizm oyunları oynanarak oluşturulur.

Akıl ve mantıkla şiir bulunmaz. Dış gerçeklik ve nesnel bağlantılardan kurtulmak gerekir.

Sanatçının bilinçaltındaki imgeleri eserine yansıtabilmesi için mantıksal akıl yürütmelerden, bilinçli önermelerden kurtulması, düşle uyanıklık arasındaki bir eşikte durması gerekir.

 

 

 

İMGE AVCILIĞI YA DA OTOMATİZM OYUNU

 

Freud’un hastaları üzerinde psikolojik bir yöntem olarak kullandığı çağrışım-düşünce ilişkisi üzerine kurulan ve “kendini tanıma” amacı taşıyan “otomatik yazı” tekniği, “sürrealizm”i, düşsel oyun alanına götürecek atın kanatlarıdır; bilinçaltında yatan sözcükler ise, yazarın karanlık odalarının anahtarıdır. Gerçeküstücüler, Maldoror’un Şarkıları eşliğinde, düşlerin mutlak gücünden faydalanarak düşünce oyunları oynayan imge avcılarıdır. Otomatik yazma oyunu sürrealist repertuarın yaratıcı yazarlığı besleyen önemli kaynaklarından biridir. Oynanan oyun bir tür “ruh çağırma seansı”dır. Ancak çağrılan ruh öte taraftan bir ölüye değil, yazarın içindeki karanlıklarında sakladığı, gizli benine ait, kendi ruhudur.

Sürrealist resim sanatının en önemli temsilcilerinden olan Dali, eleştirel paranoyak metot ( Activite paranoiaque-critique) adını verdiği tekniğinde psikoloji ve sanat deneyimlerini birleştirmiş, psikolojik çapraşıklıklar, patolojik deformasyonları kullanamıştır; eserlerinin isimleri bile onun tekniğindeki psikanalitik metodu yansıtır; Belleğin Direnişi (Persistance de la Mémoire), Cıvık Arzuların doğuşu ( Naissance des désires liquides).

Dali, Breton’la sohbetlerinden birinde küçük bir kağıda hızlıca bir desen karalar. Yan yatmış ve deforme olmuş bir sürahiyi andıran bu desen Breton’un ilgisini çeker, bu şekli bir karıncayiyene benzeten Breton, sürrealizmin sembolünü bulmuştur. Artık sanatçı, tıpkı önüne ne geleceğini bilmeden ağzı açık bekleyen bir karıncayiyendir.

Bilinçli bir akıl yitimini, normal dışılığını ve duygu-durum bozukluğunu tercih eden sürrealistler, adeta laboratuvar ortamında yaratıcı sanrılarını kodlar, bir karıncayiyen gibi arsızca ruhlarının açlığını imge avcılığı ile bastırmaya çalışırlar. Gerçeğin altını üstüne getirirken sanatçı, oyun oynayan bir karıncayiyendir şimdi.

 

DIŞARDAN OYUNA KATILANLAR

 

Bir zamanlar “Bütün deliler, kendilerini alkışlayan başka deliler bulurlar; zira her şey ne kadar sağduyunun karşıtı ise, o kadar çok hayranı kendine çeker” diyen Erasmus’un sözleri, değişen sanat anlayışının ironik bir tecellisi gibidir.

Eğer sanatçılar, akıl hastalıklarına daha fazla eğilimliyse, o halde ruh hastaları daha mı çok yaratıcıdırlar?

XIX. asır biterken İsviçreli doktorların psikiyatrik tedavi gören hastaların yaptıkları eserler için kullandıkları bir terimdir “dışarıdakilerin sanatı”. Heidegger’in tanımıyla “dışarıdakiler”, “sanat dünyasından olmayan sanatçılar”, günümüzde kültürel yozlaşmadan etkilenmemiş, “Art Brut-İşlenmemiş Sanat” yaptıkları inanılan yeni bir tür avant-garde sanatın temsilcisi olarak kabul edilir. Bu grup zihinsel engelli hastalardan, uyuşturucu tedavisi görenlere; etnik sanat yapanlardan, mahkûmlara kadar çok sayıda “dışlanmış”ı içinde barındırır. Bazı eleştirmenler bu türe ait olan çalışmaları “sanat” olarak kabul etmez, bazıları da "dışarıdakilerin sanatı" kavramını eserden çok sanatçının kimliğine yönelik olması nedeniyle bir çeşit saldırı gibi değerlendirip, kullanmak istemez. Ancak sanat eğitimi almamış, hiç bir sanat akımından etkilenmemiş “dışarıdakiler”in eserleri 1982 yılından beri “Raw Vision- İşlenmemiş Yaratıcılık” adında bir dergide yayımlanmakta, pek çoğunun eseri galerilerde sergilenip alıcı bulmaktadır.

2002 yılında New York’ta “Dışarıdakilerin Sanatı” adı altında bir festival yapılır. Beş yaşındaki otistik bir çocuğun Rönesans ressamlarının tablolarını birebir kopya etmesi de Tunuslu bir çobanın fırın üstüne çizdiği resimler de, obsesyon tedavisi gören bir Romen’in uçandaire figürleri de buraya dahil edilir.

Harvard Tıp Fakültesi “dışarıdaki sanatçılar”la ilgili yaptığı araştırmanın sonuçlarını 'üstünlüğün patolojisi' adıyla yayınlar. Araştırma sonuçlarına göre günlük hayatlarında en basit işleri bile yapamayan bu “sıradışı” kişilerdeki görülen inanılmaz yaratıcılığa doğum öncesi maruz kaldıkları travmaların neden olabileceği iddia edilir ve beyinlerinin sağ tarafı zedelenen bu insanların, sol tarafın bunu telafi amacıyla daha çok çalışmasına bağlı olabileceğini ve yeteneklerin bu şekilde ortaya çıkmış olabileceği ifade edilir.[27]

 

ANALİTİK OYUN VE SERİ ÜRETİM ÇİÇEK DÜRBÜNLERİ

 

Yazının başından beri alıntıladığımız tüm bu araştırmaları biraz mesafeli bir gülümseme ile yorumlamak gerekir; zirâ psiko-analistler de karşılarına çıkan herkesi kendi icatları olan “hastalıklarla” tanımlama oyunu oynayan “elimsende”cilerdir. Ruhu anlamaya uğraşan ruhbilimciler bunu yaparken işin ruhundan uzaklaştıklarını fark edemez haldedirler. Kendisini alışılmışın dışında ifade eden insanların bu davranışlarının adı psikoanalistler için sendromdur. Kusurlu olmak her zaman anormal olmak değildir, asıl anormallik kusursuzluktur.

Bakan kişinin biraz da kendini gördüğü, özü aynı kalsa da rengini biçimini değiştiren kaleydoskop gibidir sanat eseri. Değişen, dönüşen dünyaya uygun biçimde farklılaşan estetik hazlar, sanatın her değişimi yorumlayan teorilerini de beraberinde getirir. Akımlar, metodlar, adlandırmalar… Bu başdöndürücü kabullerin şekillendirdiği eleştirmenler… Dünden çok önceki gün sanatı tarif edenler, dünden bir önceki gün sanat eserini, dün de bu eserin etiketin üstüne yazdıkları adlandırmalara uygun teorilerin mazeretlerini aradılar. Sanat ve sanat eseri uzun zamandır üstüne yapıştırılıp sökülen sayısız kimliğin geride bıraktığı kirlilikle kuşatıldı. Yeni adlandırmalar, yeni akımlar bulunsa bile, bunların yapıştırılabileceği, el değmemiş, sökülüp, kaldırılmamış etiketlenmemiş tek bir alan yok. Bu kavram kirliliğinde gelinen son noktada nispeten daha az hırpalanmış, yeniden kullanıma sokulan son dönüştürülebilir atık 21. yüzyılda “sanatçı”nın kendisi. İnsan ruhunun derinliklerini keşfedebilmek için bir zamanlar sanata yönelen meraklı bakışlar, günümüzde “sanat nesnesi”nden “sanatçının kendisi”ne yöneldi. Seri üretim kaleydoskop yapan ve yaptığı şeyin ne işe yaradığını hatırlamayan bir adam şimdi “sanatçı”. O artık bırakın “oyun kurucu” olmayı, “oyuncu” bile değil. Yaratıcılık yeteneğini “kendi imajinasyonunu” yeniden tasarlamak için kullanan sanatçı şimdi modern zanaatkâr rolünde...

Önce kendi oynayan, sonra kendisi ile oynayan, en sonunda kendisi ile “oynanan şey”e dönüşen sanatçının apoletlerini söken simülasyon çağı onu “oyun kurucu”dan “oyuncağa” çevirdi. Sanatın ne olduğu sorusunun artık sorulamayacağı, sorulsa bile cevabının asla hatırlanamayacağı bir toplu amnezi geçiren modern insan, haz nesnesi olarak sanat eserinin ruhu yerine sanatçının ruhunu algılamanın peşinde... Çağdaş okuyucu ise okuduğu romandan çok, yazarını analiz koltuğuna yatıran acemi psikiyatr rolünde…

 

“YAZARI” OYNAYAN “OKUR”

Deli’nin ve sanatçının mazereti vardır bir ayağına mavi bir ayağına kırmızı çorap giyerken. Belki de normal olmak bir lânettir. İnsanı ‘yeni’ ve ‘yaratıcı’ olanın tehlikelerinden alıkoyan, onu sıradanlaştıran bir lânet... İnsan ruhuna aykırı asıl durum ve ruhun asıl hapishanesi sıradan aklın normalitesidir. Normal dışı olmak, başarısızlıkla da sonuçlansa bir asilik ayini değil midir özünde?

Edebiyat, doğru zamanlama işi… Dünün yere göğe sığdırılamayan şaheserleri, unutulmaz klâsikleri, baş tacı edilen şiirleri bugün yazılmış olsaydı kimse değil okumak, yüzlerine dönüp bakar mıydı ki?

Bugün geldiğimiz noktada yaratıcı yazardan çok yaratıcı okurdan söz edebiliriz. Yazarın en büyük rakibi okur artık. Bıktıracak kadar uzun bir süre, hevesli bir kıskançlık içinde oyun oynayan yazarları pencereden izleyen çocuk rolünden sıkılmış bir okuyucu var şimdi yazarın karşısında. Bu yüzden günümüzde en eli kalem tutmaz sanılan eski okuyucular bile internetteki blog sayfalarında oyun kurucunun “kendisi olduğu “yeni digital yazar” oyununu oynuyor.

“Sanatçı”nın “zanaatkâr”a dönüşümü sürecini “sanat eseri”, “tüketim nesnesi”ne dönüşerek tamamladı. İnsan ruhu evrimini, geriye doğru evrilerek neticelendirdi. Artık, genleriyle oynanan yalnızca sebzeler, meyveler, hayvanlar değil, yaratıcı ruhlardır.

Tek içimlik kahve tadında şimdi sanat ya da edebiyat ürünleri. Kimsenin kahve çekirdeğini öğüterek işe başlamaya, ağır ağır sabırla pişmesini beklemeye niyeti yok. Çaylar demlenmiyor, kahve köpürmüyor. Sunî tatlandırıcıların, yapay aromaların kullan-at poşetlerine sığdırdığı tüketim refleksleri ile haz hatıraları silinmiş, terapistlerin ve uzmanlarının kontrolünde “kişisel gelişimi”ini tamamlamış, “modern ve başarılı insan”ın, normalleşme sürecinde başkasının oyununa değil katılacak, izleyecek kadar bile vakti yok. Asi ruhlarımızın hezeyanlarından kurtulmak için Faust kılığında dolaşan “uzman”lara düşlerimizi sattığımız günden beri “sanatsız” kaldık. Estetik zihin ameliyatları birbirinin kopyası yüzlerce, onbinlerce, milyonlarca, milyarlarca “güçlü” ama yaratıcılık yetenekleri iğdiş edilmiş, zevkleri köreltilmiş insan yarattı. Kendi sığlığımızda boğulacak kadar hafifiz şimdi…



[1] John Forrester, Hakikat Oyunları, Ayrıntı y., 1999, s. 25

[2] Winnicott, s.175

[3] S. Freud, Sanat Ve Edebiyat, Payel y., 1999, s. 127

[4] Johan Huizinga, Homo Ludens, Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, Ayrıntı Yay., 1995, s.17

[5] A.g.e., s. 150.

[6] Adolf Muschg, Edebiyat Terapi Olabilir Mi, “İyileştirilen Ve İyileştirilemeyen Üzerine Bir Ders”, 2006, Salkımsöğüt y., s. 110

[7] Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis y., Çeviren ve Sunuş: Alper Oysal, Haziran 1998,s. 104

[8] Rollo May; Yaratma Cesareti, s.134

[9] Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis y., s. 135

 

[10] a.g.e.,s.126

[11] a.g.e.s.127

[12] Colin Wilson, The Outsider, (Marilyn Fergusın’un önsözü ile)JP Tarcher-Los Angelas, 1982 , s.81

[13] Metin And, Oyun ve Büyü, İş Bankası y., 1974, s. 25

[14] M.Kayahan Özgül, Kandille İskandil, “Şiir, Şair Ve Sair”, Hece y., 2003, s. 46

[15] Dr. Richard Wyatt, “Şizofreni ve yaratıcılık”, Newsweek Dergisi, 9-15 Nisan 2002, s. 37, (ABD Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü’nde görev yapan Dr. Wyatt, ‘Akıl Oyunları’ filminin de bilimsel danışmanlığını yapmıştır. Film, ABD’nin prestijli üniversitelerinden biri olan Princeton’da 50’li yıllarda daha öğrenci iken, yardımlaşmalı ve yardımlaşmasız oyunlar için geliştirdiği matematiksel çözümüyle oyun kuramına (Game Theory) yenilik getirerek, 1994 yılında ekonomi dalında Nobel Ödülü alan ohn Nash’ın yaşam öyküsü, aynı zamanda paranoya-şizofren rahatsızlığının da hikâyesidir. 4 Oscar Ödülü alan Akıl Oyunları filmi ile ruhsal bir rahatsızlığın yaratıcılık sürecine etkisi yeniden tartışılmıştır. Dr. Wyatt’a göre Prof. Nash, hasta olduğunu kabullenmeye başladığında, hayalinde yarattığı tipleri ‘görmezlikten gelmeye’ de başlar, Oyun Teorisi de profesörün hastalanmadan önceki döneminin ürünüdür.)

[16] S.Freud, Sanat Ve Edebiyat, s. 130.

[17] Barry Sanders, Öküzün A2sı, Ayrıntı y., 1999, s.118

[18] Alex Beam, “The Mad Poets Society”, The Atlantic Monthly Group , Tem.Ağus., C. 288, Nu.1, 2001, s.96-103

[19] Aex Beam, The Result Is Gracefully Insane, PublicAffairs, NY, 2001

[20] Kate Millet, Tımarhane Yolculuğu, Metis y., 1995, s.377-378

[21] a.g.e., s.379

[22] “Travma ve Yaratıcılık”, Organorama Dergisi, Şubat 2003 (Uyku Dosyası)

[23] Kay Redfield Jamison, Touched with Fire., New York: Simon & Schuster, 1993.

[24] Constance HOLDEN, “Manik Depresyon ve Yaratıcılık” Science’tan çeviren: F.Sancar OZANER, TÜBİTAK Bilim Teknik, Mart 1987

[25] D.W.Winnicott, Oyun ve Gerçeklik’te “Bir ara bölge olarak tasvir edilebilecek bu alanın çeşitli filozofların yapıtlarında dikkate alınmış olduğunu söylemek mümkün elbette. Teolojide, yeniden cisimleştirmeyle ilgili bitmek bilmez tartışmalarda özel bir biçim alır bu. Metafizik şairler olarak bilinen şairlerin (Donne vs.) kendine özgü yapıtlarında da bütün gücüyle ortaya çıkar” der. Metis y.,1998, s.15

[26] Metin And, Oyun ve Bügü, İş Bankası y., s1974,.21

[27] Dr. Serdar Günaydın, “Sanatsal Dehanın Patolojisi-Sanat, Tıp Ve Medyada Tartışılan "Dışarıdakilerin Sanatı" Festivali New York'ta başlıyor”, Milliyet Gaz., 20 Ocak 2002. Bu konuda ayrıca, “Art Brut” ressamlardan örnek resimlerin de yer aldığı, Prof. Dr. Melike Güney’in, “Şizofreni ve Sanat”, (Klinik Psikiyatri Dergisi, 2001; 4,129-133) konulu makalesi görülebilir.



 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..