- Kategori
- Kitap
Bir kitap üzerine
Aldığım 1992 şubatı, bitirdiğim ise haziranı idi. 4 ayda ancak bitirebilmiştim ve konuyu yeniden kavrayabilmek için 2. defa okumuştum ki ancak o zaman tadına varabilmiştim. Bir cümlenin uzun bir paragraftan oluştuğunu gördüğümde, “yahu ne kadar uzun cümleleri var cümlenin başını unuttum” diyerek kendi kendime, tekrar takrar okuduğum bu kitap, her bölümü özenle örülmüş, kurgusu etkileyici bir romandı.
Geçtiğimiz günlerdeki kültür değişimi üzerine yazdığım yazılardan sonra acaba ben bunları yazarken bir yerlerden mi etkilendim, duydum yoksa okumuş muydum diye düşündüğümde geldi aklıma bu kitap...
“Tarihin gizli kalmış karanlık olaylarından, insanlarından tutunda geleceğin nasıl olacağından hatta kendi geleceğini ve sonunu, yazdığı yazılarla biçimlendiren bir gazetenin köşe yazarının, eski sosyalist üvey kız kardeşi ile birlikte, kurtuluşa erdiremediği okuyucularının korkusundan saklandığı zamanlarda, amcasının oğlu ve kız kardeşinin eşi olan bir avukatın, onları İstanbul’un karlı ve karanlık kış günlerinde bulabilmek için herkesimden insanları barındıran değişik yerlerini dolaşırken (ve biz okuyucuları da bu ortamları dolaştırırken) her zaman yazılarını okuduğu bu köşe yazarının yerine yazılar yazarken, onun sesini benzeterek telefonda okuyucuları ile konuşurken, kavga ederken ve geçmiş yazılarının işaretlerinden faydalanarak kayıp karısına ulaşmaya çalışırken anlatılan bir çok öykü arasında biz okuyuculara rastlattığı bir isimdi Bedii Usta...
Yazılarında bazen insan öykülerine yer veren köşe yazarının kapısını çalan Bedii Usta’nın oğlu; babasının Osmanlı döneminde yasaklanmış olan vitrin mankeni ustalığını, gizli gizli bir apartmanın bodrum katında devam ettirdiği günleri ve sonrasında Cumhuriyet kurulduğu yıllarda gizliliği bir kenara bırakarak herkesin tuhaf bulmasına rağmen, evlatlarım dediği kendisine ait, Türk insanının hareketleri ve görünüşleri ile birebir örtüşen vitrin mankenlerini hiçbir mağaza sahibinin almadığını, nedeninin ise malın, zaten kendimize benzeyen vitrin mankenleri üzerinde hiçbir vatandaşımızın kendini aynı mankenlere benzememe, hissetmeme ve Avrupalı insanlara benzeyerek, hissederek daha mutlu olacağı düşüncesi ve gayretinden olsa gerek, mankenin üzerindeki malın tanıtımının başarısızlıkla sonuçlandığını gördüğünde, kendini diğer insanlardan soyutlayışını ve insanımızın karakterlerinin ve jestlerinin değişmesindeki nedenlerden en büyüğünün zamanın sinemalarında gösterilen amerikan filmlerindeki aktörlerin ve aktrislerin karakterlerini, jestlerini aynen alışımızı ve onlara benzemek için giyinişimizi değiştirmeye çalıştıkça daha mutsuz insanlar haline geldiğimizi, iki arada bir derede kalışımızı anlatır. Ve dikte ettirir. “
Bölümünü İstanbul’da bitiren bir inşaat mühendisi arkadaşımın anlattığına göre, sadece bir bölümünde İstanbul’daki semtine ve apartmanına kadar tarif ettiği bu öykünün etkisinde kalan bir çok okuyucunun apartmanın kapıcısına gidip böyle bir şeyin varolup olmadığını araştırdığını ve inanmayanların yine de bodrum kata bakmak istediklerini hatta kapıcının ise gelen okuyuculara ve romanın yazarına (gıyaplarında) küfürle karışık “el alemin işimi yok ne?” diye sinirlendiğini anlatmıştı.
Hakikaten biz kendimiz değil de hep başkaları olmaya mı çalışıyoruz diye çok düşündürmüştü bu bölüm... Hatta takılıp kalmıştım bir söze; “Doğuya giden sessiz gemide Batıya bakan ah siz talihsizler”
Kitabın ismi mi; Orhan Pamuk’a ait “Kara Kitap “...
Saygılar...